Denizciliğin Başlaması

Tam boy görmek için tıklayın.

DENİZCİLİĞİN BAŞLAMASI

START OF SHIPPING

Mustafa ERGÜN; İZMİR 2024

 

ÖZET

Gerçekten de, insanın yeryüzündeki zamanının en başından beri, tatlı suyun yaşamının bir gerekliliği olduğunu ve bu nedenle en eski yerleşim yerlerinin göllerin ve hatta nehir kıyılarının yakınında olması gerektiğini düşünebiliriz. Uygarlığın oluşmasında uygun iklim koşullarına gereksinim vardır ve bunlardan en önemlisi suyun varlığıdır. Son Buzul Maksimumu (SBM) zamanında büyük buzul tabakaları en büyük boyutlarına erişmiştir. Devasa buz tabakaları Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa ve Kuzey Asya’nın çoğunu kaplamıştır ve yağışsızlık, çölleşme ve deniz seviyesinde düşüşle birlikte Dünya iklimini belirgin olarak etkilemiştir. Denizel ve gölsel su kütleleri Aral’dan Marmara Denizi’ne kadar uzanan Avrasya havzalarının çağlayanlarını oluşturmuştur. Son Buzul Maksimumu (LGM)’na göre Taşkının o devir insanlarını daha fazla etkilediğini göstermektedir. Bu olay kültürleri yok etmemiş, öte yandan dönemsel ve tekrarlayan çevresel değişimler belki de denizciliğin başlaması gibi üretken ekonomilere neden olmuş ve aynı zamanda da atın evcilleştirilmesine yol açmıştır. Deniz seviyesindeki bu gibi ani değişimler o devrin insan toplulukları üzerinde aşırı baskılar yapmış olmalıdır ve su baskınları kültürel bellekte Büyük Taşkın (Tufan) olarak kalmıştır. Avrasya taşkın olayları belki de eski Ön-Aryanların hafızalarında tutulmuş ve eski yazıtlarında yer almıştır. Su kültürüne sahip olan topluluklar, ilk olarak su yüzeyinde yüzerek sağlanan araçlı hareketi belirledi. Daha sonra ağaçtan yapılan sallarla su üzerinde açıkta ulaşımı sağladı. Zaman içinde ihtiyaca uygun olarak sallar birbirine bağlanmak suretiyle daha geniş araç üretildi. İnsanoğlu ateşin kullanımını keşfetmeden önce, su ile taşınan araçlara sahipti ve insan yazmayı öğrenmeden ve hatta çizmeyi düşünmeden önce ilkel ticaret gemilerinin ne kadar süredir kullanımda olduğunu merak edilmektedir. Başarılarının çoğunu, olayların kabaca kaydedildiği gölgeli zaman diliminden tarihlendirme eğilimi vardır. Dünya denizciliği göllerde ve büyük akarsularda başladığı savına göre bir iç denizler olan Hazar ve Aral Denizleri ve bunları besleyen Ceyhun ve Seyhun Irmaklarında denizciliğin (dolayısıyla da balıkçılığın) ilk başladığı yerler olmalıdır.

ANAHTAR KELIMELER: Denizcilik; Hazar-Turan Havzası; Tufan (Büyük Taşkın); Buz Çağı.

ABSTRACT

Indeed, from the very beginning of man’s time on earth, we can consider that fresh water was a necessity of his life, and therefore the earliest settlements should have been near lakes and even river banks. Suitable climatic conditions are needed for the formation of civilization, and the most important of these is the presence of water. At the time of the last Glacial Maximum (SBM), large ice sheets reached their largest size. Huge ice sheets have covered much of North America, Northern Europe, and North Asia, and have significantly affected Earth’s climate through lack of precipitation, desertification, and a drop in sea level. Marine and lacustrine water bodies formed the cascades of the Eurasian basins extending from the Aral to the Sea of Marmara. According to the last Glacial Maximum (LGM), it shows that the flood affected the people of that period more. This event did not destroy cultures, but periodic and repetitive environmental changes perhaps led to productive economies, such as the introduction of seafaring, and also led to the domestication of the horse. Such abrupt changes in sea level must have put extreme pressure on the human populations of that era, and the floods remained in the cultural memory as the Great Flood. The Eurasian flood events were perhaps kept in the memory of the ancient Proto-Aryans and included in their ancient inscriptions. Communities with aquatic culture first identified instrumental movement by swimming on the surface of the water. Later, he provided open transportation on the water with rafts made of wood. Over time, larger vehicles were produced by connecting the rafts to each other in accordance with the needs. There is a tendency to date most of their achievements from the shady time period in which events are roughly recorded. According to the argument that world shipping started in lakes and large rivers, the Caspian and Aral Seas, which are inland seas, and the Ceyhun and Seyhun Rivers that feed them, should be the places where maritime (and therefore fishing) first began.

KEYWORDS: Maritime; Caspian-Turan Basin; Flood (Great Flood); Ice Age.

GİRİŞ

Gerçekten de, insanın yeryüzündeki zamanının en başından beri, tatlı suyun yaşamının bir gerekliliği olduğunu ve bu nedenle en eski yerleşim yerlerinin göllerin ve hatta nehir kıyılarının yakınında olması gerektiğini düşünebiliriz. Uygarlığın oluşmasında uygun iklim koşullarına gereksinim vardır ve bunlardan en önemlisi suyun varlığıdır. İnsanoğlu ilk çıkardığı “A” seslisinin arkasına sessiz harflerini ekleyerek ilk heceleri üretmiştir. İnsanoğlunun ilk ürettiği sözcük “A” sesini arkasına “B” sessizini eklemesiyle oluşmuş ola “AB” sözcüğüdür. Bu da Türkçe “SU” demektir. “ABSU” Sümercede tatlı su demektir.

YAŞAM SUDUR VE SU DÜNYANIN MİMARIDIR…

Demek ki, su yaşamın kaynağı olduğu gibi günümüz yeryüzü şeklinin oluşmasında en önemli etmendir.

Yerkürede son 7 milyon yıldır var olan insanoğlu bu süreçte pek çok buzul-buzul arası süreçler geçirmiştir. Yerküremiz son 400 bin yılda dört defa buzul çağına girmiş ve çıkmıştır. Her buzul çağında su kütlesi kutuplardaki buzullarda tutulduğu için deniz seviyesi en aşağı 120/130 m düşmüştür. Tüm dünyada, Son Buzul Maksimumu (SBM) (20 bin yıl önce) zamanında iklimler daha soğuk ve hemen hemen her yerde daha kuruydu. Güney Avustralya ve Sahil gibi uç koşullar hüküm sürdüğü yerler hariç, yağış Avrupa ve Amerika’nın buzullaşmış yerlerinde olduğu gibi azalmıştır, hemen hemen aynı derecede bitki örtüsü, günümüze göre % 90 kadar azalmıştı. Bu devirde Dünyadaki insan nüfusunun 5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Dünya’nın çöllerinin çoğunluğu Son Buzul Maksimumu zamanında Turan, Kuzey İran-Afganistan ve İç Anadolu -Konya ovası- hariç genişlemiştir.

Son Buzul çağı süresince (120 ile 12 bin yıl öncesi), dünyadaki su çoğunluğunun genel olarak 40- 45° enlemlerinin kuzeyinde -kutup bölgelerinde- tutulmuştur. Bundan dolayı okyanuslardaki deniz seviyesi -120/130 m’lerde idi. Bu devirde genel olarak 30-35° enlemlerinin güneyinden ekvatora kadar olan bölge yağış olmamasından dolayı (buzul çağları, dünyamızda kurak çağlardır) çok kurak ve çöllerle kaplıdır (doğal olarak, morfolojiye bağlıdır). Buzul çağlarında yaşama uygun bölgeler ekvator civarında dar bir alanda ve genel olarak 35-40° enlemleri arasındaki kuşakta var olabilmektedir (Şekil 1). Buzul çağı sırasında, Güney Hazar Denizi yaşam koşullarının en uygun olduğu bir bölgede yer almaktadır (Ergün, 2021).

Canlı türlerin buzul çağı süreçlerinde yaşamlarını devam ettirebilmek için Ilıman Kuşaklara (30- 35° K Enlemleri) kaymışlardır. Bu arada bu türlerin bir kısmı yeni yaşam ortamlarında kalmışlardır. Bu nedenle Anadolu ve Ceyhun’da bazı kuzeyli ve hem de güneyli türler mevcuttur. Bu bölgelerde (pek çoğu endemik olan) çok fazla bitki türü bulunmaktadır.

Yaşam için su çok önemlidir. Onun için, tatlı suyun tedariki uygarlığın yaratılması ve sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazlarındandır. Buzul çağında suyun çoğunluğu kutuplarda ve yüksek dağlarda tutulmuştur. Buzul çağında su seviyesi 120/130 m günümüz seviyesinin daha altında idi. Buzul çağında yeryüzündeki yaşam sınırlanmış bir alan içinde var olmuştur (Şekil 1). Buzul Çağı sonrası uygun yerler olan Harran, Aran ve Turan uygarlıkları oluşmuştur. İklim değişip ısı yükselince buzullar erimeye başlamıştır. Dünya ikliminde 5-6 bin yıl önce aşırı ısınma olmuş ve buzullar hızlı olarak çözünmüştür. Buna koşut olarak deniz su seviyeleri hızlı olarak yükselmiş ve Mısır, Mezopotamya ve İndüs Deltaları oluşmaya başlamıştır. Kuzeydeki buzullardan gelen su miktarı azaldıkça (özellikle Turan ovasında), çoraklaşma ve çölleşme başlamıştır. Bunun sonucunda insanlar daha sulak dağ yamaçlarına ve deltalara doğru hareket etmişlerdir. Dolayısıyla Mısır, Mezopotamya ve İndüs deltalarında uygarlıklar gelişmeye başlamıştır.

Her canlının yaşamasına elverişli doğal yaşam ortamları (habitatları) vardır. Kendi yaşam ortamında canlılar çoğalırlar, sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürerler. Canlılar, yaşam ortamındaki küçük değişimlere, bir miktar değişerek uyum sağlayabilirler. Ortamdaki büyük değişimler ise o türün azalmasına, yok olmasına veya uyum sağlayabileceği yeni ortamlara göç etmelerine sebep olmaktadır. Biz iklimsel ve çevresel değişimlere göre paleocoğrafyadaki değişimleri çok iyi anlamalıyız çünkü yaşam koşullarını denetleyen önemli etmenlerdir. Bu bağlamda önce İbni Haldun’un (Tunuslu Düşünür, 14’üncü Yüzyıl) sözüyle başlayalım:

COĞRAFYA SİZİN KADERİNDİR…

Düşünürümüzün bu sözü, zaman ve mekân ötesi bir tespittir. Coğrafya gerçekten insanın kaderi midir? İnsan mıdır kendi kaderini belirleyen, yoksa yaşadığı doğduğu topraklar mı? Bu bağlamda Tarihi, Coğrafyanın belirlediği olgu içinde ele almalıyız. Canlıların yaşam ortamını belirleyen en önemli etmen iklim koşullarıdır. İklimin de en önemli iki etmeni sıcaklık ve yağıştır. Yerkürenin Oğlak Dönencesi (G 23.5°) ile Yengeç Dönencesi (K 23.5°) arasında kalan ekvator bölgesi genel olarak çok sıcak ve yağışlı bir iklime sahip olup, burada tropikal ormanlar yer alır. Güney Kutup dairesi (G 70°) ile Güney Kutbu; Kuzey Kutup dairesi (K 70°) ile Kuzey Kutbu arasındaki kutup bölgeleri çok soğuk ve orta derecede yağışlı olup, tundra tipi bitki örtüsüne sahiptir. Ekvator bölgesinde gece ve gündüzün uzunlukları birbirine çok yakın olup mevsimler hissedilmez. Kutup bölgelerinin kabaca altı ay gecesi, altı ay gündüzü ve yalnız iki mevsimi bulunmaktadır.

Varlığını sürdürebilmek ve gelişebilmek için suya ve su kaynaklarına bağımlı olan insanoğlunun büyük su kütlelerine bakma ve onlardan yararlanma düşünce ve davranışları, denizlerle bir ilişkinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu düşünce ile deniz ile olan bağlantısı ihtiyaçların etkinliği ölçüsünde artmıştır. Toplulukların ve toplumların içinde yaşadıkları coğrafi ve doğal koşullar, denizlere olan ilgilerini yönlendirmiş, çeşitlendirmiş ve genişletmiştir. Bu ilgi ve çıkarların başında genellikle beslenme, ulaşım ve mal değişimi sorunlarının çözümüne yer verilmiş ve öncelik kazanmıştır.

Su kültürüne sahip olan topluluklar, ilk olarak su yüzeyinde yüzerek sağlanan araçlı hareketi belirledi. Daha sonra ağaçtan yapılan sallarla su üzerinde açıkta ulaşımı sağladı. Zaman içinde ihtiyaca uygun olarak sallar birbirine bağlanmak suretiyle daha geniş araç üretildi. Durgun göl ve nehirlerde, kenar deniz ve kıyı bölgelerde kullanılabilen sallar, rüzgâr veya akışı hızlı olan sularda güvenli bir araç değildi. Yaşadıkları bölgede bulunan malzemeler arasında en uygunu ağaçtı. Ağaç dalları veya çevredeki elverişli malzemeden iskeletler yapılarak şişirilmiş hayvan postlarından birleştirilerek şamandıralı sallar yapıldı. İnsan, yük ve en çok taş taşımada bu teknik geliştirildi. Zamanla ağaçtan yapılan iskeletler kayık şekline dönüştürüldü. Doğada bulunan malzemeye uygun olarak saz ve iplerin ince bir nakış gibi dikilerek meydana getirilen araçların su üzerinde durması sağlandı ve zaman içinde ihtiyaçlara paralel olarak su üzerindeki hareketi geliştirildi. Bu gelişmeler, insanlığın hizmetine girdi, kabul gördü, yaygınlaştı ve uygulamaya konuldu.

Denizcilik ilk olarak ırmaklarda, göllerde başlamış, deniz kıyılarında yapılan seferlerden başlayarak okyanuslara doğru açılmıştır. Bu açılış deniz üzerinde gidebilen araçların yapılmasını, gelişmesini, teknolojiye dayanmasını gerekli kılmıştır. Kürekle başlayan, yelkenle hızlanan makine ile insan kontrolüne giren, teknoloji ile gelişen ve bu isimlerle deniz ulaşımında çağ değiştiren tarihi dönemler olarak isimlendirilmiştir.

HAZAR HAVZASI’NIN OLUŞUMU

Güney Hazar havzasındaki tektonik yapılar Arap levhasının kuzeye doğru hareketi, İran bloğunun güneydoğuya doğru hareketi ve Türkiye bloğunun batı/güneybatıya hareketi tarafından denetlenmektedir. Yapılar, Güney Hazar baseninin batısında kuzeybatı-güneydoğu uzanımlı ve doğu kısmında ise kuzey-Güney’den kuzeydoğu-güneybatı yönelimlidirler. İran platosu daha doğudaki Hint anakarasının hızla kuzeye hareketi sonucu sonlandırılır. Daha doğudaki ise Hint anakarası hızlı bir şekilde Avrasya anakarası ile çarpışır. Bunun neticesinde de Himalayalar ve Pamir Dağları yükseltileri meydana gelirler, Pamir Dağlarının batısında ise Hindukuş Dağları ve Tanrı Dağları arasındaki çöküntü alanı Hazar ve Aral Denizleridir. Ceyhun Irmağı’nın su kaynakları işte bu üç dağdır: Hindukuş Dağları, Tanrı Dağları ve Pamir Dağları.

Bu arada daha doğuda ise Hint Levhası Avrasya levhası ile çarpışır. Çarpışma zonunda Himalayalar (Dünyanın en yüksek sıradağları) oluşur. Pamirler (Tanrının Ayağı) bu çarpışmanın düğüm yeridir. Batısında Hazar-Ceyhun çöküntüsü ve doğusunda ise Tarım Havzası yer alır. Pamirler; Tanrı Dağları, Hindukuş Dağları ve Karakurum-Himalaya platolarının düğüm yeridir. Dünya’da karalar üzerindeki en büyük buzul kütlesine sahiptirler.

Türkmenistan’ın tabanı Geç Paleozoikten Triyas zamanlarına kadar Asya ve kuzey Paleotetis okyanusal ortamlarda gelişen yayla ilişkili katmanların karmaşık karışımıdır. Ülkenin büyük bölümü Geç Paleozoik ve Senozoik arasında kalın çökeltinin biriktiği Turan Platformu ile örtüşür. Kopet Dağı bölgesinden Neotetis dalma zonunun uzak bölgelerindeki açılma nedeniyle oluşan çökelme hızı Orta Jura zamanında birikmiştir. Neotetis okyanusun kapanması ve güneyde İran, Afganistan ve Hint yarımadası bölgelerinde çarpışma sonucu Erken Senozoikte tektonik rejimi sıkışma ortamına evrişmiştir. Batı Türkmenistan’daki Hazar Bölgesi, Senozoik zamanlarında Güney Hazar Havzası’ndakine çok benzer jeolojik ve tektonik tarih evresinden geçmiştir (Şekil 2). Büyük gaz ve petrol sahaları Turan ve Hazar bölgelerinde değişik petrol sistemlerinde oluşmuşlardır. Karakum çölünün dinamikleri ve bununla oluşan akaçlama Türkmenistan’ın jeomorfolojisi ve çevresi üzerine büyük etkisi vardır (Natal’in ve Şengör, 2005).

 

HAZAR HAVZASI COĞRAFYASI

Hazar Denizi, Yerküre ’de en büyük iç sudur. Güneyinde İran’daki Elburz Dağları, batıda ise Kafkas Dağları yer almaktadır. Doğusunda Türkmenistan’ın Karakum Çölü vardır. Kuzeyinde ise Rusya ve Kazakistan’a ait düzlük ve platoları yer alır. Tuzluluğu % 1,3 (okyanusların üçte biri) olan bir göl veya başlı başına bir denizdir. Bilimsel çalışmalara göre 11 milyon yıl öncesine kadar Azak Denizi, Karadeniz ve Marmara Denizi üzerinden dünya okyanuslarına bağlanıyordu.

Hazar Denizi ve Turan havzası dünyanın en büyük kıta içi kapalı havzasıdır. Hazar ekosistemi, dünya okyanuslarına ait deniz seviye değişimlerinden bağımsız olarak kendine has su seviyesi değişimlerine sahip kapalı bir havzadır. Batısında Hazar Denizi, kuzeyinde Kazakistan ve Tanrı Dağları, doğusunda Pamirler ve güneyinde ise Kopet Dağları ve Hindukuş Dağları bulunmaktadır (Şekil 3).

Hazar Denizi’nin doğusunda Türkmenistan yer almaktadır. Türkmenistan topoğrafik olarak daha çukur bir arazi üzerinde bulunmaktadır. Türkmenistan topraklarının beşte dördünü Karakum Çölü kaplar. Karakum Çölü Türkmenistan’da 350,000 km2 bir alan kaplar. Biruni, 10. yüzyılda çölün eskiden deniz olduğunu ileri sürmüştür. Günümüz bilim adamları çölün kumlarının güneyde bulunan dağlardan akarsular tarafından taşındığını ileri sürülmüşlerdir. Bu konu Hazar Denizi su seviye değişimlerinde incelenecektir; MS 1000’li yıllarda Hazar Denizi aniden yükselmiş bunun kuzeydeki Hazar Hanlığı üzerinde çok olumsuz etkileri olmuştur. Başkentleri İtil su altında kalmıştır..

200 milyon yıl önce alanda Tetis Okyanusu yer alıyordu. Güneyde oluşan dağlar Tetis Okyanusu’nu küçülterek kurutmuştur. Bu durumda Ceyhun Irmağı Hazar Denizi’ne doğru akmaya başlamıştır. Irmağın taşıdığı kumlar çöl alanında birikmeye başlamıştır. Tecen ve Murgap ırmakları Ceyhun ile birleşerek kum birikimini hızlandırmıştır. İklimin kuraklaşması ile bu kumul alanı üzerinde Karakum Çölü’nü oluşturmuştur. Kızılkum Çölü yaklaşık olarak 300 bin km² yüz ölçümüyle dünyanın en büyük çölleri arasında yer alır. Orta Asya’nın iki büyük ırmağı (Seyhun ve Ceyhun) arasında yer alan Kızılkum Çölü, Aral Denizi’nin güneyindedir. Kış ve ilkbahar mevsimlerinde olmak üzere yıllık olarak 100–200 mm arası yağış almaktadır. Çölün kuzeybatıya eğimli düzlüklerinde ayrık olarak yükselen 3000 metreye ulaşabilen yükseltiler bulunur.

Klasik çöl panoraması sunan Kızılkum çölünün genel topoğrafyasına düzlükler etkindir. Denizden yüksekliği 980 metre olan bu düzlükler üzerinde çeşitli yer şekilleri bulunmaktadır ve en önemli yer şekilleri kumullardır. Büyük kumullar tepecikler oluşturmaktadır. Bölgenin kuzeybatısı kille kaplı kum taneleri içerir. Bölgede çok sayıda akarsu ve vahanın olması da su ihtiyacı konusunda insan yaşamına ve çevreyle ilgili sisteme katkı sağlamaktadır.

Hazar Denizi alan olarak dünyanın en büyük kıta içi su kütlesidir (Şekil 3). Değişik kesimlerce dünyanın en büyük gölü olarak tanımlansa da aslında tam anlamıyla bir denizdir. Alanı 371,000 km2 (Karaboğaz Gölü hariç) ve hacmi de 78,200 km3 ’dir. Dünya okyanusları ile bağlantısı olmayan (Endorhemik) kapalı bir havzadır. Kuzeydoğusu Kazakistan, kuzeybatısı Rusya, batısı Azerbaycan, güneyi İran ve doğusu da Türkmenistan tarafından çevrelenmektedir. Hazar Denizi, Kafkas Dağları’nın doğusunda, Elburz Dağları’nın kuzeyi ve çok geniş Türkmenistan bozkırlarının batısındadır (Şekil 6). Hazar Denizi’nin eski yerleşik halkları tarafından tuzlu oluşu (1.2% veya 12 g/l; okyanusların tuzluluğunun üçte biri kadar) ve uçsuz bucaksız oluşu bağlamında okyanus olarak algılamışlardır. Hazar Denizi üç bölgeye ayrılmaktadır.

Üç bölge arasındaki farklılık çok fazladır. Kuzey Hazar çok sığdır; 5-6 m ortalama derinlik ile yalnızca % 1’lik su kütlesini içerir. Su derinliği Orta Hazar’a doğru belirgin olarak artarak ortalama 190 m’ye ulaşır. Güney Hazar bölgesinde okyanusal derinliklerle 1,000 m’lere düşmektedir. Orta ve Güney Hazar sırasıyla toplam su hacminin % 33 ve % 66 olmaktadır. Hazar Denizi’nin kuzeyi doğal olarak donmaktadır ve aynı zamanda çok soğuk kışlarda güneyde de buzullaşma olmaktadır.

Hazar, hem denizlere hem de göllere benzer özelliklere sahiptir. Tatlı su gölü olmamasına karşın Dünyanın en büyük gölü olarak bilinmektedir. Hacimsel olarak ta tüm beş Kuzey Amerika Büyük Göllerinden 3.5 kez daha fazla suya sahiptir. Hazar bir zamanlar Tetis Okyanusu’nun bir parçasıydı, fakat geçirdiği tektonik olaylar sonucunda bir iç deniz olmuştur. İdil (Volga) ırmağı (yaklaşık % 80 katkı) ve Ural ırmağı Hazar Denizi’ne boşalmaktadır. Fakat buharlaşma dışında doğal olarak dışarıya akışı yoktur. Bunun için de Hazar ekosistemi, dünya okyanusları su seviye değişimlerinden bağımsız olarak kendine özgü su seviye değişimleri tarihi ile bir kapalı havzadır. Hazar su seviyesi yüzyıllar boyunca çoğunlukla hızlı olarak birçok defa alçalıp yükselmiştir.

Hazar Denizi su seviyesi, geniş bir su tutma alanına sahip İdil (Volga) ırmağındaki yağış miktarına bağlı olarak değişmiştir. Yağışlar, Kuzey Atlantik salınımlarının dönemselliğinden etkilenen ve kıta içlerine kadar uzanan Kuzey Atlantik düşüşlerindeki değişimleri ile ilişkilidir. Bunun için Hazar Denizi su seviyesi binlerce kilometre kuzeybatısında yer alan uzaktaki Kuzey Atlantik atmosferik koşullarıyla ilişkilidir. Son kısa-dönem 3 m’lik deniz seviye düşüm döngüsü 1929 yılında başlayıp 1977 yılında sona ermiştir ve daha sonra 1977 yılında başlayıp 1995’e kadar süren 3 m’lik bir yükselme takip edilmiştir. Daha sonra da daha küçük değişimler olmuştur. Günümüzde Hazar Denizi su seviyesi -28 m’dir.

İdil (Volga) ırmağı en büyüğü olmak üzere, 130’dan fazla ırmak Hazar’a akmaktadır. İkincil önemde olan, Ural ırmağı kuzeyden akmaktadır ve Kura ırmağı ise batıdan gelmektedir. Geçmişte Hazar’ın doğusunda Orta Asya’daki Ceyhun ırmağı akış yönünü değiştirerek şimdi kurumuş olan Uzboy ırmağı üzerinden Hazar’a boşalmıştır. Aynı durum daha kuzeydeki Seyhun için de geçerlidir. Kuzey Hazar’a bitişik 28 m deniz seviyesi altında Hazar çöküntüsü vardır. Orta Asya bozkırları kuzeydoğu Hazar kıyıları boyunca uzanmaktadır. Bunun yanı sıra Kafkas Dağları batı kıyılarını karşılamaktadır. Hem kuzeyde ve hem de doğuda bitki örtüsü soğuk ve kıtasal çöl özelliğindedir. Bunun aksine güneybatı ve güneyde yüksek platolar ve dağ silsileleri nedeniyle genel olarak ılıktır; Hazar çevresindeki ani iklim değişikleri bölgede biyoçeşitliliğin ani değişimlerine neden olmuştur.

Aral Denizi, Kazakistan-Karakalpakistan (Özbekistan) sınırları içinde bulunmaktadır. Aral Denizi kapalı havza (endorheic) özelliği gösterir. Özbekistan ve Kazakistan arasında yer alan Aral Denizi havzası esas itibarıyla Ceyhun, Seyhun ve Zerevşan nehirlerinin havzalarının birleşmesiyle oluşur. Buzul Çağında esas olarak kuzeyden buzul sularından beslenmiştir. Önceki yıllarda 68.000 km² yüz ölçümüyle Asya’nın ikinci, dünyanın dördüncü büyük gölüydü (Şekil 4). Adalarıyla ünlü olan Aral Denizi’nde 1000’den fazla irili ufaklı toplam 1 hektar yüzölçümüne sahip adalar yer alır, bugün bu adalar anakarayla birleşmiştir. Aral Denizi Türkçe’de “Adalar Denizi” demektir. 15 bin yıl önce meydana gelen taşkınlarda Hazar Denizi +50 m yükselmiş ve Uzboy kanalı yoluyla Aral Denizi ile birleşmiştir. Son yıllarda aşırı sulama nedeniyle eski yüzölçümünün %90’ını kaybetmiştir (Parlak, 2005)..

Türkmenistan arazisi, güneye doğru yavaş yavaş yükselen kum tepeleri ile düz ve/veya eğimli kumullara sahip bir çöl olan Karakum’dan oluşur; İran sınırına ulaştıklarında Kopet Dağ olarak bilinen alçak dağlara dönüşürler. Hazar Denizi, çoğunlukla kurak olan bu ülkenin batı kıyılarını kapsar. Türkmenistan’ın ortalama yüksekliği deniz seviyesinden 100 ila 220 metre yükseklikte olup ve en alçak noktası Sarıkamış Gölü’ndeki Akçakaya Çöküntüsüdür. Deniz seviyesinden 100 metreye yakın (Sarıkamış Gölü’ndeki gerçek su seviyesi, en sığda –110 m’den –60 m’ye kadar geniş bir aralıkta dalgalanmaktadır). Büyük Balkan Sıradağlarında deniz seviyesinden keskin bir şekilde yükselir. Ülkenin yaklaşık %80’i, güneyden kuzeye ve doğudan batıya doğru eğimli olan Turan Çöküntüsü içinde yer alır. Türkmenistan’ın kuzeyinde yer ala Sarıkamış gölü deniz seviyesinden 38 m alçakta bulunmakta ve derinliği 87 m’dir. 15-17 yüz yıllarında Türkmenlerin çoğu gölün çevresinde yaşamaktaydı. Sarıkamış gölünün tek beslenme kaynağı Ceyhun ırmağı olduğunu ileri sürüyorlar ve daha sonra Ceyhun ırmağının suyu tamamen Aral gölüne akmaya başlamıştır. Bu olay 17 yüzyılda gerçekleşiyor. Zaman geçmesiyle göl kenarında yaşayan insanlar bölgeden göç etmek zorunda kalmışlardır.

Genel olarak Turan Ovası olarak isimlendirilen bu bölge, bölgenin iki önemli ırmağının (Ceyhun ve Seyhun) geçtiği alandır. Batıda Hazar Denizi ve Üst Yurt; güneyde Köpet Dağları ve Hindikuş Dağları; doğuda Pamirler; kuzeyde ise Aral Denizi ve bozkırlarla sınırlandırılmıştır. Türk yurdu olarak tanımlanan bölge tarihi İpek yolu güzergâhı üzerindedir. Ceyhun ırmağı boyunca Buhara, Semerkant gibi kültür merkezleri; Seyhun ırmağı boyunca da büyük bilim insanı Farabi’nin doğduğu yer olan Otrar ve Cend şehirleri vardır.

Ceyhun ırmağı Orta Asya’nın en uzun nehirlerinden biridir (Şekil 5). Ceyhun ırmağı, Afganistan içinde Pamir ve Hindukuş dağlarının kesiştiği yerde, yaklaşık 4950 m rakımdaki kaynağından Aksu (Penç ırmağı) adı altında doğarak batıya doğru ilerler ve kuzeyden, başlıca Pamir Vahan suyu, Kızılsu, Kafirnihan ve Surhan, güneyden de Kökçesu kollarını bünyesine katarak Kunduz-Belh hizasında kuzeybatıya dönmektedir. Bu dönüşten sonrası kısmen çöller ve bozkırlar içinde kurak iklim kuşağından geçerek, hiçbir kol kendisine katılmadan kuzeybatı yönünde ilerler ve sonunda farklı kollara ayrılarak Aral gölüne suyunu boşaltır. 2540 km uzunluğundaki nehrin kıyılarında tarih boyunca önemli yerleşim merkezleri kurulmuştur. Aral Denizi’nden itibaren Buhara yakınındaki Çarcau şehri demiryolu kavşağına kadar yaklaşık 1500 kilometrelik kısmında nehir ulaşımına imkân tanımaktadır. Aral Denizi Türkçe’de “Adalar Denizi” demektir. Buzul Çağı sonunda Ceyhun Irmağının doğrudan Hazar Denizi’ne dökülmesi olayını da düşünürsek, belki de Dünya’da ilk suyolu ulaşımı Ceyhun üzerinden Aral Denizi ve Hazar bölgesi olabilir.

Ceyhun Irmağı’nın Hazar Denizi’ne dökülürken yatağının ve ağzının yerinin değiştiği bilgisi bilim dünyasını uzun süre meşgul etmiştir. Rus bilim insanları tarafından 1800’lerin sonundan 1960’lara dek aralıklarla yapılan saha çalışmaları sonucunda, Ceyhun Irmağının, Taş Çağı öncesi Kızıl Su koyundan Hazar Denizi’ne akmaktaydı. İlk Taş Çağı’nda büyük bir olasılıkla Düldül Atlagan’daki Çağlayan Geçidi’nden taşarak kumul düzlüklerde göllenmesi sonucu Aral Denizi’ne yönelmiştir. Geç Taş Çağı’nda da bugünkü Sarıkamış kuru göl havzasında toplanarak tekrar Hazar’a döküldüğü ve belli dönemlerle bunun yinelendiği anlaşılmaktadır. Ceyhun ırmağı uygarlık için de önemli bir ırmaktır ve İslamiyet de Orta Asya’ya Ceyhun ırmağı üzerinden yayılmıştır. Türgiş-Emevi savaşlarının da cereyan ettiği sınır hattını bu ırmak tayin etmiştir.

Kaynağını doğuda Kırgızistan sınırları içindeki Tanrı Dağlarından alan Seyhun ırmağı, Narin derya ile Kara derya ırmaklarının birleşmesiyle meydana gelir (Şekil 6). Önce Özbekistan, ardından Tacikistan ve daha sonra tekrar Özbekistan sınırları içinde akar; bu nedenle aynı ülke coğrafyasını iki kez geçen bir ırmağa örnek sergiler. Özbekistan topraklarını terk etmesinin akabinde, Kazakistan topraklarına ulaşan ırmağın bütün debisinin en büyük miktarı bu ülke sınırları içerisinde ölçülmüştür. Suyun en büyük debisi de 730 m3 /s ile Fergana Vadisi havzasından çıkışında kaydedilmiştir; Aral gölüne yaklaştığı kesimlerde ise bünyesinde taşıdığı su miktarı 430 m3 /s seviyesine düşer.

İnsan toplumlarının yaşadığı ve uygarlığın yükseldiği en eski bölgelerden biri olan Seyhun havzasının yerleşim ve kültür tarihi açısından önemi eski çağlardan beri değişmemiştir. Bu bölgede Orta Çağ’da ise Oğuzlar yaşıyordu. Irmağın delta kesimindeki Cankentkale harabelerinin ait olduğu düşünülen tarihi Yenikent gibi şehirlerin İslam döneminde mi yoksa İslam öncesi Türk tarihinde mi kurulduğu konusunda tarihçiler Barthold ile Tolstov arasında görüş ayrılığı mevcuttur. Özellikle İslam sonrası Türk edebiyatının en önemli örneklerinden olan Dede Korkut kitabı içindeki olaylar genelde Seyhun civarlarında geçmektedir ve Türklerin İslamlaşma evresinde önemli bir yer tutan Yeseviyye tarikatı da bu bölgede kök salmıştır. Gerek Ceyhun gerekse de Seyhun üzerindeki önemli Türk şehirleri bu havzanın büyük bir kültürel ve ekonomik merkez olduğunu göstermektedir. Buhara ve Semerkant gibi Ceyhun kıyısı şehirleri ve Cend, Otrar, Yenikent, Sütkent gibi. Seyhun kıyısı şehirleri önemli örneklerdendir.

Canlı türlerin buzul çağı süreçlerinde yaşamlarını devam ettirebilmek için Ilıman Kuşaklara (30- 35° K Enlemleri) kaymışlardır. Bu arada bu türlerin bir kısmı yeni yaşam ortamlarında kalmışlardır. Bu nedenle Anadolu ve Ceyhun’da bazı kuzeyli ve hem de güneyli türler mevcuttur. Bu bölgelerde (pek çoğu endemik olan) çok fazla bitki türü bulunmaktadır.

HAZAR HAVZASI’NIN SU DİNAMİĞİ

Son Buzul Maksimumu (SBM) zamanında büyük buzul tabakaları en büyük boyutlarına erişmiştir (Grosswald, 1980). Devasa buz tabakaları Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa ve Kuzey Asya’nın çoğunu kaplamıştır (Şekil 7) ve yağışsızlık, çölleşme ve deniz seviyesinde düşüşle birlikte Dünya iklimini belirgin olarak etkilemiştir. Son Buzul Maksimum zamanında, dünyanın çoğunluğu aşırı fırtınalı ve tozla kaplı atmosferi ile soğuk, kuru ve yaşanamaz koşullardaydı. Atmosferin çok tozlu olduğu buzul karotlarında belirgin bir özelliktir ve toz seviyeleri günümüzden 20-25 defa daha fazladır. Bu durum, olasılıkla, azalan bitki örtüsü; kuvvetli küresel rüzgârlar; atmosferdeki tozu temizlemek için yağış eksikliği gibi bazı etmenlere bağlıdır. Buzul kütleleri suları tutarak, deniz seviyesini düşürerek kıta kenarlarını ortaya çıkararak kara parçalarını birleştirmiş ve geniş kıyı düzlüklerini oluşturmuştur. Son buzul maksimumunda, 20 bin yıl öncesi, deniz seviyesi günümüzden yaklaşık 125 m daha aşağıdaydı.

Kuvaterner süresince, Barents Denizi ve Kara Deniz (kuzeydeki) üzerinde yerleşen buzul tabakaları Rusya anakarasına doğru birçok kere genişlemiştir ve kuzeye doğru akan ırmakları durdurmuştur. Ters yönde akışı olan, örneğin Hazar ve Karadeniz’e yönelen, büyük buzul barajı arkasındaki bu göller bu buzul levhalarının güneyine yerleşmişlerdir (Grosswald, 1980 ve Mengerude ve diğ. 2004) (Şekil 8). Son Buzul Maksimumu (LGM, yaklaşık 20 bin yıl önce) süresince, Barents Denizi-Kara DenizBuzul Tabakaları çok küçük olduğu için bu doğu ırmaklarını durduramamış ve saptıramamıştır. 90-80 ve 50-60 bin yıl öncesi maksimumların tersine, İskandinav Buzul Tabakası gereği kadar büyümüş olması nedeniyle ırmakları yönlendirmiştir. Akaçlama bölmesi Baltık Havza’sından İdil (Volga) Irmağına doğru yönelmiş ve sonuç olarak da Hazar Denizi’ne boşalmıştır. Bu taşkınlık Arktik Okyanusu ve daha geniş alandaki iklim üzerine belirgin etkisi olmuştur.

 

Buzul Çağının sona ermesinden hemen sonra erken uygarlıkların Hazar Denizi çevresinde oluştuğu açık bir şekilde görülmektedir. Buzul çağında Dünya’nın yaşanabilecek yaklaşık 35-40° enlemleri arasındaki kuşakta yer alan bu bölge uygarlık tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Buzul çağında dar bir alana sıkışan canlı varlığı bu beşikten etrafına dağılmıştır. Çok özel bir su kütlesi olan Hazar Denizi su seviye değişimleri ile insanlık tarihinde çok büyük izler bırakmıştır. Yaşama uygun fakat zor koşullar, insanlık uygarlık tarihinde önemli yer tutmaktadır. İklim değişimlerine karşı en duyarlı ekosistemlerin birisi de kıta içi ve kapalı iç denizlerdir. Bu sularda gözlenen iklim değişiminin gidişleri açık okyanuslarda gözlenenlerden daha karmaşıktır.

Denizel ve gölsel su kütleleri Aral’dan Marmara Denizi’ne kadar uzanan Avrasya havzalarının çağlayanlarını oluşturmuştur (Chapalyga, 2007). Taşkının doruğunda, Hazar Denizi’nde su seviyesi daha önceki seviyesinden 190-200 m kadar yükselmiştir. Taşkın, İskandinavya buzul katmanın erimesi (yalnızca başlangıç aşamasında), ırmak vadilerindeki aşırı taşkınlar, tundraların ergimesi, donmuş toprak koşullarında daha yüksek akış katsayısı, su toplama alanının Orta Asya’ya doğru uzaması ve su yüzeyinden düşük buharlaşma (kışın buz örtüsü) gibi nedenlerle birkaç kaynaktan beslenmiştir. Deniz seviyesindeki ani sert değişimler (yılda 2 m ’ye kadar) ve ilişkili kıyısal yer değiştirme (yılda 10-20 km kadar büyük) yaygın taşkınlar yaratmıştır, böylece de verimli araziler su altında kalmıştır. Bunun sonucu olarak da nüfus artışıyla birlikte insanlar üzerinde temel baskı ve göçe yol açmış ve belki de daha ileri ekonominin gelişmesinde uyarıcı olmuştur.

Bu çekilme kıta üzerindeki temel su dengesi sonucu oluşmuştur. Arktik Okyanusa tatlı su akımını azaltmış, Aral, Hazar, Karadeniz ve Baltık Denizi’ne tatlı su akımını aşırı bir şekilde arttırmıştır. Bunun sonucu olarak, yön değiştiren ırmakların tortul toplanma alanı olan Aral ve Hazar Denizleri (bu arada Türkçe ’de “Aral Denizi”; “Adalar Denizi” demektir) üzerinden Doğu Sibirya’da başlayıp Akdeniz’de sona eren dünyanın en uzun ırmağı oluşmuştur (Şekil 9).

Son buzullaşmadan sonra 15 bin yıl geçmiş olmasına karşın, değişim bir kuşakta bile oldukça hissedilen sürekli kıyı çizgisinin geri çekilmesi ve kaybedilen kara parçaları olarak algılanmaktadır. Bu konular Karadeniz, Hazar Denizi ve Marmara Denizi gibi kıta içi denizlerde daha fazla tahrip edicidirler. Çünkü açık denizlere göre buralarda deniz seviye değişimleri daha fazladır. Hem otlaklardaki karasal hayvan varlığı ve bataklıklar, deltalar ve sulak alanlardaki kaynakların kıyısal düzlüklerdeki verimliliği göz önüne alındığında, bu gibi alanların sürekli kaybedilişi bu bölgede Geç Paleolitik ve Mezolitik dönemlerde yaşamın şanssız durumu olmalıydı.

Su seviye değişimleri kıyısal ve sucul yaşam biçimlerine uyarlanmayı destekleyen çok geniş bataklık ve yeni ortamlar yaratabilir. Kuzey Hazar deniz tabanı gibi düşük eğimli alanları arada sırada yükselen deniz seviyesinin bastığı görülmüştür. Bu olgu yine daha alçak bir topoğrafyaya sahip Türkmenistan için de geçerlidir. Topluluklar kesinlikle iklimdeki ve deniz seviyesindeki bu gibi değişimlere karşılık gelen hareketlenmelere ve uyarlanmalara uğramışlardır. Buzul-buzul arası dönemselliklerinin farklı zamanlar ve farklı evrelerinde, toplulukların nasıl yaşadığı ve avlandığı veya yiyecek aradığını anlamak için, biz zaman içinde deniz seviyesi değişimi ve buz örtüsü sınırlarını ayrıntılı olarak incelemeliyiz.

Ana okyanus sisteminin göreli olaraktan sığ boğazlar üzerinden bağlanan iç denizlerde deniz seviyelerinin değişmesi ile çevresel koşulların değişmesi her zaman abartılı sonuçlar vermiştir. Aral Denizi, Uzboy Boğazı, Hazar Denizi, Maniç Boğazı, Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi şeklinde uzayıp giden bir iç denizler zincirinin parçası olan iç denizlerin durumu çok daha karmaşıktır. İç denizler zincirinin her bir parçasındaki koşulları belirleyen ögeler bir diğerinden farklıdır. Bu su geçişi Aral-Hazar’dan başlayıp Maniç Boğazı; İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı üzerinden Ege Denizi’ne (yani Akdeniz’e) çağlayanlar şeklinde ulaşılmıştır. Karadeniz ve Marmara Denizi Hazar taşkınları ile doldurulmuştur. Akdeniz tuzlu suyu Marmara Denizi ve Karadeniz’e ancak MÖ 4-5 bin yıllarında ulaşmıştır.

Radyo karbon yaş belirlemeleri, hem Alt ve hem de Üst Khavalyan yükselimleri 10 ila 17 bin yıl öncesi zaman dilimine düşmektedir (en mümkün zaman dilimi ise 13,6-11,8 bin yıl öncesidir). Bu yükselimi hızlı bir deniz-seviye salınımlarının takip ettiği varsayılmıştır. Hazar Denizi havzası ilk doğuş Mousterian (taş devri) endüstrisi, geniş anlamda son Buzul Maksimumu ’nu (LGM; 25-18 bin yıl öncesi) izleyen ılıman Atelyan alçalımı (regresyon) ile ilişkilendirilmektedir. Orta Paleolitik (Moesterian) yerlerinin izleyen yaygınlaşması ise büyük oranda Khavalyan yükselimi ile eş zamanlıdır (Şekil 10). Tüm olasılıklar içeriğinde, Khavalyan yükselimi süresince Taş Devri tekniklerinin uzun süreli korunmasını sağlayan Hazar havzasında belirli ortamlar yaratmış ve belki de Neandertal toplulukların hayatta kalmasını olanaklı kılmıştır (Dolukhanov v.diğ. 2000). Zaten Bakü’nün (Azerbaycan) yaklaşık 65 km batısındaki Gobustan yazılı kayalarının yapılış tarihi de 14 bin yıl öncesine gitmektedir. Etmenlerin bir tanesi de, belki de Kafkaslar-Orta Asya’yı birbirinden keskin bir şekilde ayıran işte bu Hazar-Karadeniz ve aradaki Maniç Geçişini de içeren basamaklı havzalardır. Bu bölgede Üst Paleolitik teknoloji yayılımı, Üst Khvalyan yükselimi (12.5-12 bin yıl öncesi) maksimumundan sonra ancak mümkün olabilmiştir. Tüm Taş Devri ören yerleri bundan 15 bin yıl önceki deniz seviyesi kenarlarındadır (Gobustan; Belek; Mankışlık; Manas-Ozen; Sukhaya Mecehetka). Bunun anlamı da daha önce Hazar Denizi kuzeyinde Taş Devri daha ulaşmamıştı.

Bundan 15 bin yıl önceki Taşkınlardan sonra Hazar Denizi, Aral Denizi bölgesi günümüz Akdeniz gibi bir coğrafya ve iklimine sahipti. İşte bu uygun coğrafya ilk uygarlığın yaratıldığını göstermektedir. “ARAL DENİZİ” Türkçe’de “ADALAR DENİZİ” demektir. Bu arada Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinde iklimin ılımanlaşmaya başlamasıyla kuzeye gidişler artmıştır. Zaten “BALKAN” sözcüğü Ormanlık-Dağlık demektir ve Hazar ile Aral arasındaki bölgenin adı da “BALKAN”dır. “ALP” sözcüğü ise (Yüce-Doruk demektir) ve batıya doğru gidişin işaretleridir. Kuzeybatıda bulunan “BALTIK DENİZİ” ise Türkçe “BALÇIK-BATAKLIK DENİZİ” anlamındadır. Bundan 5-6 bin yıl önce hüküm süren çok sıcak iklim döneminde deniz seviyesi hızla yükselmiş ve günümüz seviyesine yaklaşmıştır. Baltık Denizi (aslında sığ bir deniz) oluşmuş ve insanlar ren geyiklerini takip ederek bu bölgelere gelmişlerdir. Zaten şu anki “FİNLANDİYA”nın Fince ’deki adı “SUOMA”dır ve “SU ÜLKESİ” demektir. Bu bölge binlerce buzul sonu göllerinden oluşmaktadır. İşte batıya doğru giden kavimleri: Finler, diğer Baltık insanları, Macarlar, Bulgarlar olarak sayabiliriz. Doğuya doğru gidenler ise: Kırgızlar, Tajikler, Peştunlar ve diğerleri. Bunların doğu ve güneye doğru dağlık bölgelere kaçış nedeni hem Hazar Denizi’nin her 500-600 yılda bir inip çıkması ve hem de Ceyhun ve Seyhun delta bölgelerinin kuraklaşması ve çoraklaşmasıdır (Kızılkum ve Karakum Çölleri). Bu yöreden kaynaklanan tüm halklar aslında Turan halklarıdır. Orta Asya’daki ve Avrupa’daki temel coğrafik yapıların adının da Türkçe olması rastlantı değildir.

Biz iklimi ve paleocoğrafyayı buzul çağı süresince (120 ila 12 bin yıl öncesi) beraberce düşünmeliyiz. Buzul çağlarında bütün suların kutuplarda tutulmasından dolayı deniz seviyeleri yaklaşık 120/130 m aşağılarda bulunmaktaydı ve bu dönemler hemen hemen hiç yağmurun olmadığı kuru zamanlardır. Onun için, dünyanın büyük bölümü, 35/40° enlemlerinden ekvatora kadar kurak-yarı kurak bölgelerdi. Yaşam alanları işte bu 35/40° enlemlerindeki bölgelerde devam etmiştir (Chepalyga, 2007). Güney Hazar ve çevresi, insanoğlu için belki de en uygun kuşaklardı (Neandertal halkı yaklaşık 30 bin yıl öncesi buzul çağının çok sert iklim koşulları nedeniyle yok olmuşlardı). Hazar Denizi ve Ceyhun Irmağı havzasını etkiyen temel etmenler:

  • Su seviyesi 15 bin yıl önce aniden (-150 metreden +50 metreye) (bugün su seviyesi -28 metre) çıkmıştır.
  • Buzul Çağı’nın sona ermesinden sonra kuzeyden gelen su miktarı azalmıştır.
  • Hazar Denizi’nin her 500-600 yılda su seviyesi alçalıp-yükselmiştir.
  • Daha sonra Aral Denizi, Pamirlerde çıkan Ceyhun Irmağı ve kuzeyindeki Seyhun Irmağı tarafında beslenmiştir. Hazar Denizi ise esas olarak İdil (Volga) ırmağınca beslenmektedir.

Buzul Çağı sona erip tarihi dönemlere geçtiğimizde bölge kuraklaşmaya başlamış ve Karakum ve Kızılkum Çölleri oluşmuştur.

 

DENİZCİLİK VE NUH TUFANI

Son Buzul Maksimumu (LGM)’na göre Taşkının o devir insanlarını daha fazla etkilediğini göstermektedir. Bu olay kültürleri yok etmemiş, öte yandan dönemsel ve tekrarlayan çevresel değişimler belki de denizciliğin başlaması gibi üretken ekonomilere neden olmuş ve aynı zamanda da atın evcilleştirilmesine yol açmıştır. Deniz seviyesindeki bu gibi ani değişimler o devrin insan toplulukları üzerinde aşırı baskılar yapmış olmalıdır ve su baskınları kültürel bellekte Büyük Taşkın (Tufan) olarak kalmıştır. Avrasya taşkın olayları belki de eski Ön-Aryanların hafızalarında tutulmuş ve eski yazıtlarında yer almıştır. Aynı zamanda eski Mezopotamya yerleşimcileri de bunlara yer vermiş ve kutsal kitaplara geçen Tufan hikâyesi doğmuştur. Bu taşkınlar Aral Denizi kuzeyindeki Buzul gölü barajının aniden yıkılmasıyla (bir meteor çarpması olduğu tahmin edilmektedir) suların ani olarak Hazar-Aral çukur alanını (-150 metrelerde olduğu tahmin ediliyor) doldurmuştur. Ani olarak bu kapalı ortamda su seviyesini +50 metrelere çıkarmıştır (Şekil 11). Türkmenistan ve Azerbaycan’ın geniş alanları su altında kalmıştır. Ayrıca bu bölge hidrokarbonca zengindir ve buzul çağlarında buz gazı denen Gaz hidratça zengindir. Suların yükselmesiyle bu gazlar çözülür.

Kutsal kitaplarda adı geçen Cennete akan dört ırmak büyük bir olasılıkla kapalı bir havza olan Hazar-Aral Denizlerine akmaktadır. Bu ırmaklar: Ceyhun; Seyhun; İdil (Volga); Aras (Şekil 11). Buzul devri sonlarında Orta Asya’da Orta Asya’da sıcak bir iklimin başlaması, Aral-Hazar iç denizleri etrafı adeta bir İç Asya Akdeniz’i kıyıları halini almasını sağlamıştır. Aral Denizi “Adalar Denizi” demektir. Orta Asya’nın bu ilk UYGARLIĞIN temelini atan insanlar buzul devrinde bu bölgede kapalı bir halde kalarak ilerlemelerde bulunmuşlardır. İran yaylasının ve Kafkasya bölgesinin buzlarla örtülüydü. Aral-Hazar denizi kutup buzullarının güney cephesini oluşturmaktaydı… Bu bölge, dış bir engellemeye maruz kalmaksızın kendi kendilerine oluşum devirlerini geçirmişlerdir. Buzul Çağı sırasında ve hemen sonrasında Aral ve Hazar Denizleri kuzeyindeki Buzul Gölleri boşalımlarından beslenmişlerdir. Kuzeyden gelen bu sular azaldığında Ceyhun havzasının doğusundaki Pamirler (Karalar üzerindeki en büyük buzul kütlesi) su kaynakları olmuştur (Parlak, 2005).

Önce çivi yazılı metinlerde okunan TUFAN söylentisi daha sonra da din kitaplarına geçmiştir. TUFAN olayının nerede olduğu veya olabileceği hakkında birçok varsayım yapılmıştır. Fakat bulgular, din kitaplarında yazılanların eski Sümer Gılgamış Destanı’nda verildiğine benzer şekilde olduğu saptanmıştır. Kur’an’da Tufan olayına fazla yer verilmez. Nuh’un gemisinin ulaştığı Ağrı Dağı değil Cudi Dağı’dır (Cudi aslında Arapça ’da Yüksek Yer demektir) ve yalnızca Nuh’un ailesini kapsamıştır. Zaten bu şekilde ani bir yükselim ancak ve ancak Hazar-Aral gibi bir kapalı havzada olabilir.

Büyük Tufan’ın hikâyesi Yaratılış kitabında anlatılır (Bölüm 5-9). Gılgamış Destanı, var olan en eski hikâyedir. Gılgamış, Uruk’ta hüküm süren bir Sümer kralıydı. M.Ö. 2000 yılına kadar yazılmayan destanda, büyük bir sel insanlığı yok eder, ancak Tanrı hayatta kalmak için bir gemi inşa etmek için bir kişi seçer. Seller azaldığında, dünyayı yeniden doldurma görevi başladı. Sümer dininin üç “Büyük Tanrısı” vardı, bunlardan biri Bilgelik ve Sular Tanrısı Eki’ydi. Nuh ile arasında sıkı bir bağlantı vardır.

Büyük Tufan’ın hikâyesi Yaratılış kitabında anlatılır (Bölüm 5-9). Nuh, Lemieşin oğlu ve Âdem’in onuncu nesliydi. Eski Ahit’in bir bölümü değinmeye değer:

“Rab dedi ki: kavak ağacından bir gemi yapın; Gemide odalar yapacaksın, içini ve dışını ziftle ziftleyeceksin Ve bu geminin uzunluğu üç yüz arşın (arşın uzunluğu yaklaşık 50 cm), genişliği elli arşın ve yüksekliği otuz arşın olacak…”   

Tufanın gelmesiyle Nuh’a aileyi alması söylendi ve:

Seninle birlikte yaşamak için her türden ikişer tane getireceksin, onlar erkek ve dişi olacaklar.

Neyman (2007) tüm olasılıkları tartıştıktan sonra yalnız Hazar Denizinin kutsal kitaplarda bahsedilen tüm koşullara en uygun yer olduğunu kanıtlamıştır. Doğudan kalkan Nuh’un Gemisi batıya doğru gelerek dağlara yaslanmıştır demiştir. Cennet Bahçesinin ise Hazar Denizinin derinliklerinde bulunduğu düşünülmektedir. 15 bin yıl önce oluşan “Hazar Taşkınları” sırasında Hazar Denizi su seviyesi -150 metrelerde idi. Buzul Çağında bu çukur alanlar (35°-40°enlemleri arası) Dünya’da en uygun yaşam alanlarıydı.

Bu arada Hazar Denizi’ne komşu tüm Türk halklarının hepsinde taşkın ile ilgili halk destanları mevcuttur (Çığ, 2008). Bunlardan en akla yatkın olanı Kazak Tufan Efsanesidir (Çığ, 2008). Turan ovasında yerleşen TÜRÜ-İLKLER (belki de TÜRK sözcüğü kökeni olabilir mi?) mutlu yaşarken, insanoğlunun bazıları işledikleri günahlar yüzünden buraları su basıyor. Buna göre Nuh, Aral Denizi’nin doğusundaki Kemi Salgan (Gemi yapım yeri) denilen yerde gemisini yaptırarak halkın arasında kendisine inananlar ve hayvanlardan birer çift alıp, Kemi Salgan’dan denizin yükselmesiyle hareket ederek Aral Denizi ve Hazar Denizi üzerinden batıdaki yüksek bir dağa yanaşmışlardır. Bu Tevrat’a göre Ağrı Dağı (Ararat) veya Kuran’a göre Cudi Dağıdır (Cudi Arapça yüksek yer demek). Hazar Denizi’nin her iki yakasında da Türk dünyasında Tufanı izleri vardır. Azerbaycan Gobustan’daki (14 milyon yıl öncesi) kaya oymasında yaklaşık 20 kürekçinin bulunduğu sazlık tekne resmi ise bu bölgedeki denizciliğin varlığını işaret etmektedir. Ağrı Dağına yakın Azerbaycan’a ait Özerk Nahcivan Cumhuriyeti’nin adı olan NAHCİVAN (İLK ÇIKAN) demektir Şekil 12).

Ağrı Dağının doğusunda NAHCİVAN adlı bir şehir vardır. Bu adın anlamı “İLK ÇIKAN” demektir. Nuh sözcüğü Arapça veya İbranice değildir ve “İLK” anlamına gelmektedir. Azerbaycan Türkleri için çok önemli bir yerdir ve kutsaldır.

Dini kitaplarda belirtilen Nuh’un gemisinin Ağrı Dağı’na çıktığı olgusu önemlidir. Tevrat Nuh’un gemisinin Ağrı (Ararat) Dağı’na çıktığını söylemektedir. Ağrı dağı kutsal kitaplarda ismi geçen dağlardan bir tanesidir. Volkanik bir koni oluşturan Ağrı Dağı, bu yöredeki (Türkiye’nin en yüksek dağı; yüksekliği 5.137 m) çok belirgin bir coğrafi yapıdır. Ağrı dağı volkanik bir dağ olup zirvesi kar ve buzul ile kaplıdır ve bu buzul sınırı günümüzde 4300 m’dedir. Fakat bu sınır Pleistosen ’de 3600 m’de idi. Ayrıca zirvesinde bulunan buzul ülkemizdeki en büyük buzul olma özelliğini elinde bulundurmaktadır (Şekil 13).

Önce çivi yazılı metinlerde okunan TUFAN söylentisi daha sonra da din kitaplarına geçmiştir. TUFAN olayının nerede olduğu veya olabileceği hakkında birçok varsayım yapılmıştır. Fakat bulgular, din kitaplarında yazılanların eski Sümer Gılgamış Destanı’nda verildiğine benzer şekilde olduğu saptanmıştır. Kuran’da Tufan olayına fazla yer verilmez. Nuh’un gemisinin ulaştığı Ağrı Dağı değil Cudi Dağı’dır (Cudi aslında Arapça ’da Yüksek Yer demektir) ve yalnızca Nuh’un ailesini kapsamıştır. Bu arada Hazar Denizi’ne komşu tüm Türk halklarının hepsinde taşkın ile ilgili halk destanları mevcuttur (Çığ, 2008). Zaten bu şekilde ani bir yükselim ancak ve ancak Hazar-Aral gibi bir kapalı havzada olabilir.

HAZAR DENIZI HAVZASI VE DENIZ TAŞIMACILIĞININ BAŞLANGICI

Orta Asya’da yaşayan halklar hakkında bilgi veren kaynakların azlığı ve hatta çoğu zaman yetersizliği, onları bazı konularda değerlendirmemizi zorlaştırmakta ya da zihnimizde bazı karanlık noktalar bırakmaktadır (Erdemir, 2024). Bilim; Madde, cisim ve olaylar arasındaki ilişkileri, bilinenlerden yararlanarak, gözlem, ölçüm ve deneylerden elde edilen verilerle, akıl ve mantık yoluyla ortaya koymaktır. Bu ilişkilere yönelik gözlem, ölçüm ve deney yoksa; Akıl ve mantık kullanılarak maddeler ve olaylar arasındaki ilişkiler hakkında ortaya atılan veya ileri sürülen bir varsayım bir felsefe olarak kabul edilir. Ciddi bir varsayım veya felsefi düşünce, bilim adamları tarafından ciddi araştırma yapılması gereken konuları gündeme getirir ve yönlendirir. Bunun için felsefe, bilimsel araştırmanın kaynağı ve itici gücüdür.

Son buzul çağının son günlerinde Karadeniz’in kuzeyinde oluşan büyük buzul göllerinden taşan taze buzul suları, Hazar ve Aral gölleri ile büyük nehirlerle Karadeniz’e dökülmüştür. M.Ö. 12.500 yıllarına kadar devam eden bu buzul suları Aral Denizi, Hazar Denizi ve Karadeniz’i ağızlarına kadar doldurmuştur. Göl ve denizleri birbirine bağlayan kanallardan taşan fazla su, Marmara ve Akdeniz’e döküldü. Hazar Denizi, bugünkü doğu ve kuzey kıyılarındaki ovaları sular altında bırakmış, güneyden Aral Denizi ile birleşmiş ve böylece Karadeniz’in 1,5-2 katı büyüklüğünde ancak oldukça sığ bir tatlı su gölüne dönüşmüştür. Bir yandan kuzeydeki buzul gölleri ve bunları kurutan Volga ve Tobal nehirleri, diğer yandan doğuda Afganistan, Tacikistan ve Kırgızistan dağlarındaki kar ve buzullarla beslenen Ceyhun ve Seyhun Nehirleri (Tanrıdağı Buzulları) Hazar-Aral tatlı su göllerini sürekli beslemiştir. Hazar-Aral tatlı su gölünün bugünkünden çok daha geniş bir alana yayılması ve aynı zamanda çok sığ olması nedeniyle çevresinde oldukça ılıman bir iklim kuşağı oluşturmuştur. Ayrıca 45° kuzey enleminden başlayarak Karadeniz’den geçen yerkürenin “altın kuşağı” ile Hazar ve Aral Denizi’nin kuzey kıyılarının kuzey sınırını oluşturan 37° kuzey enlemine kadar inen Akdeniz bölgesinin verimli ılıman iklimine benzer bir iklim hakim olmuştur. Denizcilik bu coğrafyada doğal olarak gelişmiştir. Nuh Tufanı ile bu bölgede denizciliğin ipuçlarını yakalıyoruz.

Dünya deniz taşımacılığının göller ve büyük nehirler halinde başladığı savına göre, iç denizler olan Hazar ve Aral Denizleri ile onları besleyen Ceyhun ve Seyhun Nehirleri, denizciliğin (ve dolayısıyla balıkçılığın) ilk başladığı yerler olmalıdır. Deniz balıklarının kökeni farklı olsa da tüm tatlı su balıklarının adı Türkçe’dir. Aslında Nuh Tufanı’nda gemi inşa yerinin adı KEMİ SALGAN’da buna işaret etmektedir. Buzul Çağı sırasında ve hemen sonrasında dünya denizlerindeki deniz seviyeleri -120/130 metredeydi ve son 12 bin yılda buzulların erimesi sonucu istikrarlı bir şekilde yükseliyordu. Bu nedenle insanlar okyanus kıyılarına yerleşmek istemediler. Bu durum 5-6 bin yıldır dünyanın aniden ısınmasıyla hızla artmıştır. Bu süreçte deltalar oluşmuştur. Deltalardan sonra uygarlıkta bir sıçrama yaşanırken, deniz kıyılarında denizcilik gelişmeye başlamıştır. Bu süreçte iç denizlerdeki (Hazar ve Aral) su seviyesi son 15 bin yıldır azalmakta, ancak Hazar Denizi’nde se seviyesi her 500-600 yılda bir inip çıkmaktadır. Buna rağmen Aral ve Hazar Denizi’ni besleyen Ceyhun ve Seyhun üzerinde deniz ulaşımı devam etti. İskitlerin (İleri Olanlar) gelişmiş bir medeniyete sahip olmalarının ve denizcilikte başarılı olmalarının nedeni budur. Çünkü geldikleri Hazar-Aral havzasıydı.

Bakü’ye 65 km uzaklıkta bulunan Gobustan’da en eskisinin M.Ö. 12.000 yıllarına ait olduğu tespit edilen kaya resimleri bulunmaktadır (Şekil 14). Bu resimlerde insan figürlerinin yanı sıra at, öküz, geyik, balık gibi hayvan figürleri, av sahneleri, dini törenler, kullanılan ev aletleri ve şaşırtıcı bir şekilde balıkçı kaşığı görülmektedir.

Son buzullaşmadan sonra 15 bin yıl geçmiş olmasına rağmen, değişim bir kuşakta bile oldukça hissedilen sürekli kıyı çizgisinin geri çekilmesi ve kaybedilen kara parçaları olarak algılanmaktadır. Bu konular Karadeniz, Hazar Denizi ve Marmara Denizi gibi kıta içi denizlerde daha fazla tahrip edicidirler. Çünkü açık denizlere göre buralarda deniz seviye değişimleri daha fazladır. Hem otlaklardaki karasal hayvan varlığı ve bataklıklar, deltalar ve sulak alanlardaki kaynakların kıyısal düzlüklerdeki verimliliği göz önüne alındığında, bu gibi alanların sürekli kaybedilişi bu bölgede Geç Paleolitik ve Mezolitik dönemlerde yaşamın şanssız durumu olmalıydı.

Su seviye değişimleri kıyısal ve sucul yaşam biçimlerine uyarlanmayı destekleyen çok geniş bataklık ve yeni ortamlar yaratabilir. Kuzey Hazar deniz tabanı gibi düşük eğimli alanlarda arada sırada yükselen deniz seviyesi bastığı görülmüştür. Topluluklar kesinlikle iklimde ve deniz seviyesindeki bu gibi değişimlere karşılık gelen hareketlenmelere ve uyarlanmalara uğramışlardır. Buzul-buzul arası dönemselliklerinin farklı zamanlar ve farklı evrelerinde, toplulukların nasıl yaşadığı ve avlandığı veya yiyecek aradığını anlamak için, biz zaman içinde deniz seviyesi değişimi ve buz örtüsü sınırlarını ayrıntılı olarak incelemeliyiz.

Hazar Denizi taşkınların merkezi ve ilişkili olayların (deniz-seviye yükselimi, kıyısal değişimler ve kıyısal düz alanları su basması) paleocoğrafya için çok hassas bir göstergesidir. Bu havzadaki su miktarı aşırı bir şekilde artmış ve bu arada da fazla su ise Karadeniz’e akmıştır. Taşkın sırasında, Hazar denizi yaklaşık bir milyon km2 ‘ye (günümüzde 371,000 km2) ve eğer Aral-Sarıkamış baseni de eklendiğinde 1.1 milyon km2‘ye ulaşmıştır. Karadeniz-Hazar Taşkınlarını yansıtan jeolojik, litolojik, paleontolojik ve jeomorfolojik bulguları Chepalyga (2007) tartışmıştır. Bu taşkın olayları (17 il10 bin yıl günümüzden önce) kıyısal düzlükler (denizel yükselimler), ırmak vadilerine (aşırı arası taşkınlar), ırmak boşalım alanları (buzul gölleri; termokarst) ve yamaçlarda üzerine izlerini bırakmıştır. Bu Khavalyan Yükselimi olarak bilinmektedir (Şekil 15). Chepalyga (2002) her biri 2000 yıl süren ırmak vadilerinde tanımlanan üç büyük aşırı taşkın dalgalarını içeren ve gruplandırılan 10 salınım (her birisi 500-600 yıl süreli) taşkın tarihi olarak tanımlamıştır.

Biruni, sadece Türk ve İslam dünyasının değil, dünyanın en büyük bilim adamlarından birisidir. Batıda Alboron olarak bilinir. Yaşadığı çağa damgasını vurup “Biruni Yüzyılı” denmesine sebep olan üstün zekalı bir bilim adamıdır. 4 Eylül 973 tarihinde bugünün Özbekistan’ı sayılan Harzemşahlıların başkenti olan Harizm’in merkezi Kas’ta Ceyhun nehri kıyısındaki Hive kasabasında doğmuştur. 1061 yılında Gazne’de ölmüştür. Matematik, Astronomi, Geometri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih, Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Dinler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar konuda çalışmıştır.

Yaşadığı dönemde Harezm bölgesini deniz olduğunu söylemiştir. Zaten MS 10’ncu yüzyıllarında Hazar Denizi aniden 8 metre yükselmiş ve Hazar çevresi su altında kalmıştır. Bunun neticesinde Hazar Hanlığının başkenti İtil sular altında kalmıştır. Bunun neticesinde Hazar Hanlığı dağılmıştır. MS 740’larda Yahudiliğe geçenler Hazar halkları batıya ve doğuya doğru göç etmişlerdir. Batıya gidenler Avrupa’daki Aşkenazi (aslında İskitler) Yahudilerini oluşturmuşlardır. Doğuya doğru kaçanlar ise Harezm bölgesinde Selçukluları oluşturmuşlardır. Selçuk bey Hazar Hanlığında ordu kumatanı idi. Beş oğlundan dördünün adı Yahudicedir.

Orta Asya’nın bu ilk uygarlığının temelini atan insanlar buzul çağında bu bölgede kapalı bir halde kalarak uygarlıkta ilerlemelerde bulunmuşlardır. İran yaylasının ve Kafkasya bölgesinin buzlarla örtülü olması, Aral-Hazar denizinin kutup buzullarının güney cephesini çevirdikleri bu devirde Turan’daki halk, harici bir engellemeye maruz kalmaksızın kendi kendilerine oluşum devirlerini geçirmişlerdi (Şekil 16). Bu oluşum devrinin birçok kademeleri olduğu şüphesizdir. Bu kademelerden biri insanın taş balta, taş ok ucu kullandığı zamana kadar olan devir, diğeri de ev inşasından en eski Anau uygarlığına kadar olan devirdir. Anau’nun temsil ettiği Neolitik kültürün bu kadar eski olması bu kültürün daha eski bir kültürün devamı bulunması, Orta Asya Neolitik kültürünün daha eski bir zamanda ve her halde MÖ 20.000’den çok önce başlamış olmasını gerektirmektedir (Pumpelly,1908).

Buzul devrinin sonlarında Orta Asya’da sıcak bir iklimin başlaması, Turan halkının uygarlık yolundaki seyrini kamçılamıştır. Aral-Hazar iç denizleri etrafı adeta bir İç Asya Akdenizi kıyıları halini almış, bu şartların gereği olarak bu bölgeler o zamanki dünyanın en ileri şartlarını toplayan bir bölge olmuş, iklimin ılımanlığı, gıdanın bolluğu buralardaki insanların çok fazla üreyip çoğalmalarını ve hızla ilerlemelerini sağlamıştır.

Fakat daha sonraları şiddetlenmiş olan kuruma olayı bu mutlu hayatı güçleştirmeye başlamıştır. Doğanın yavaş yavaş kısırlaşması, insanlara gıdalarını kendi zekâlarının yardımıyla suni olarak yetiştirmeye zorlamıştır. Orta Asya halkını erkenden ziraata ve hayvanları ehlileştirmeye yönelten etken işte bu durum olmuştur. Aynı etken daha sonraları, bir takım tecrübeleri izleyip suni sulama yollarını da bulduracaktı. Zorluklar uygarlığın oluşmasında çok önemli bir etmendir.

Orta Asya’nın kurumasının ilerlemesi, geçen zamanla birçok yerlerin çoraklaşması, üzerinde yaşanılabilen birçok ovaları çölleştirmiş, bu da bu ilk uygarlığın daha geniş bir sahaya yayılmasına sebep olmuştur. Yani önceden uygun alanlarda yoğun bir halde yaşayan bu ilk kültür temsilcileri, yavaşça olan kuruma neticesinde iskân kabiliyetini kaybeden bu alanları terk ederek yaşamaya daha elverişli alanlara dağılmışlardır.

Fakat yüzyılların geçmesiyle gitgide artan kuraklık sonucunda iklimin sürekli olarak kötüleşmesi, çiftçi halkı da yeni baştan çölleşmeye başlayan vahalarını terk ederek başka yerlere göçmeye zorlamış olduğu gibi göçebeleri de artık çölleşen steplerden yarı kurak alanlara çekilmeye ve buralardan yayılmaya sürüklemiştir. Bununla birlikte bu göçebe halkın da MÖ 4000’lerde vaha halkından hayvan ve bitki yetiştirme usulünü almış oldukları tahmin edilmektedir.

Göçler devrinde göçebelerin göçleri başlıca Avrasya stepleri üzerinden ve Karadeniz’in kuzeyinden olmuştur. Vaha halkının göçleri ise güney-doğuda Hong-Kong, güneyde İndüs, batıda ise Fırat, Dicle ve Kızılırmak boylarına doğru olmuştur.

Nick Brooks; Uygarlık, insanlığa karmaşık ve “KENTLİ” toplumlar içinde bir yaşam için tercih yapabilmesine olanak sağlayan elverişli bir çevrenin ürünü olarak ortaya çıkmadı. Tersine, bugün “UYGARLIK” diye değerlendirdiğimiz şey, büyük ölçüde, felaket boyutlarında bir iklim değişikliğine kazara ve planlı olmayan bir biçimde uyum sağlanmasının sonucudur. Toynbee; “Uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği YANIT, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişkidir.

Son 15 bin yıldır Hazar Denizi’nin su seviyesinin inip çıkmasıyla burada yaşayan insanlar, her su seviyesi yükseldiğinde göç etmişlerdir. Gidenlerin bir bölümü gittikleri yerlerde kalmışlardır. Daha önce gelenleri de daha ilerilere itmişlerdir. Doğal olarak bu süreçte, kuzeyli bölgeleri, iklimin ılımanlaşmasıyla yaşanılır hale gelmiş ve oralarda kalmışlardır (Baltık ulusları gibi). Bu bölgelerde kendilerini Turan sayan Fin-Ogur boyları da yaşamaktaydı. Bu boylar; Bulgar, Litvan, Eston, Fin, Leton, Macar olarak Avrupa’ya yayılmış durumdaydı. Aynı kökten gelmiş olmalarına rağmen bu insanlar zaman içinde başkalaşan diller ve yaşam koşullarını kabul etmişlerdir. Türkçe ‘de “HAZAR” ve “SEFER” sözcükleri vardır ve bunların anlamları:

“HAZAR”:    YERLEŞİK (BARIŞTA)

“SEFER”:      HAREKET HALİNDE (SAVAŞTA)

Aynı zamanda “HAZAR” tüm Türk halkları tarafından Hazar Denizi ’ne verilen addır. Bu nedenle, bu denizin adının Dünya’da “HAZAR” olarak bilinmesi gerekmektedir. Demek ki “HAZAR” yerleşilip tarım yapılan yer anlamındadır. Hazar Denizi kuzeyinde kurulan Hazar Hanlığı adı da buradan gelmektedir. Bu insanlar daha önce Hazar kıyılarını terk edip buralara gelen İskitlerin ve Kıpçakların (belki de daha önce terkedenler) yerleşip kalanlarıdır.

Bu arada son üç bin yılda oluşan bazı ulus adları:

  • İSKİTLER: “İleri Giden” demektir.
  • KIPÇAKLAR: Türkçe “KIPÇIK” (Yerinde Duramayan) sözünden gelmektedir.
  • KAZAKLAR: Türkçe “KAÇAK” sözcüğünden gelmektedir (Z/Ç değişimi).

İSKİTLER: M.Ö. 8. yüzyıl – M.Ö. 250 arasında Avrupa’nın doğusu (Kırım ve Pontik Bozkırlar) ile Orta Asya’da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi’ni de içine alan, Bering Boğazına kadar uzanan bölgelerde yaşamış halktır. Milattan önce Anadolu’da oldukları da biliniyor. Soyları Mu kaçkın/göçkünlerine kadar gidiyor olabilir (MÖ 1000’li yıllardaki Hazar Denizi su seviyesi yükselimi?). İranlılar tarafından verilen ad olan Sakalar diye de bilinirler. Yunanlılar Scyhtai (Skit=İskit), Romalılar Scae, Çinliler Sai, Hintliler Sakya/Sekya adlarını vermişlerdir (Şekil 17).

İskitler Hazar-Aral Denizleri çevresinde ve Karadeniz’in kuzeyinde yerleşiklerdir. Dolayısıyla Denizcilik ile barışıktırlardır. Bu coğrafyadan daha önce çıkanlar gibi İskitlerde denizcilikle ilişkili idiler.

İskitler savaşlarda süvari birlikleri kullanımında uzmanlaşan ilk halklardan biridir. At, koyun ve sığır sürüleri yetiştirmiş, çadırlarda yaşamış ve at üzerinde ok ve yay ile savaşmış olan İskitler aynı zamanda kendilerine has metal işlemeciliği, anıt mezarlar ve sanat tarzları ile karakterize edilen zengin bir kültür geliştirmişlerdir. Yerleşik metal işçileri İskitler için taşınabilir süs eşyaları üretmiş, günümüze de gelmiş bu eşyalar bilinen İskit sanatının temelini oluşturmuştur. İskitler ayrıca Yunanistan, Antik İran, Hindistan ve Çin arasında bir ticaret ağı oluşturmuş İpek Yolu‘nda önemli bir görev üstlenmiş, çağdaşları medeniyetlerin bu ticaret ile gelişmelerinde rol oynamıştır.

KIPÇAKLAR: MS 1000’lerde Hazar Hanlığının sonunu getiren Hazar Denizi yükselimi (8 metre civarında olduğu tahmin edilmektedir) sonucu kaçan insanların kuzey bozkırlarında oluşturdukları topluluklardır. Tarihe “BEYAZ TÜRKLER” olarak geçmişlerdir. Bu insanlar daha önceki İSKİTLER gibi Hazar yöresinden kaçan insanlardır. Yani bunlar ayrı uluslar değil bölgedeki insanların devamıdır. Adji (2019) “TÜRKLERİN SAKLI TARİHİ”ni (aslı Rusça) yazarak bir devrim yapmıştır. Bu eser, Emperyalist Batı cephesinin dayandığı Avrupa merkezli tarih anlayışının gizlediği gerçekleri aydınlığa çıkaran muazzam bir çalışmanın ürünüdür. Bu bölge halkı farklı zamanlarda farklı isimler almışlardır. Kumuklar, bu isimlerin ne en eski ne de en ünlü olanlardan biridir. Yazar “ben Kumuk Türklerinden” geliyorum demiştir.

UYGARLIĞIN GELİŞMESİNE YOLAÇAN ETMENLER

İnsan uygarlığındaki metal çağları yaklaşık 8000 yıl önce başladı ve bu süre zarfında insanlık bakır, kalay, bronz ve demir gibi malzemeler için metalürji sanatını kullanmayı ve ilerletmeyi öğrendi. Tarihsel olarak, genellikle kronolojik olarak ayrılmış olsa da, dünya üç büyük metal çağı gördü: bakır/kalkolitik çağ, bronz çağı ve demir çağı. Bu metalleri eritme ve şekillendirme sürecinin keşfi, uygarlıkların ilerlemesi üzerinde, öncelikle sırasıyla üç olgu: kültür, ticaret ve fetih yoluyla önemli sonuçlar doğurdu. Çağları birbirinden ayıran neydi? Sağladıkları önemli yeteneklerden bazıları nelerdi? O çağların karanlık taraflarından bazıları nelerdi? O çağlarda ne tür uygarlıklar gelişti ve nasıl sona erdi? Cevaplar geleceğe ışık tutabilir mi? Ve bu dersler yeni ulus devlet kavramlarımız bağlamında nasıl yorumlanabilir? Bunlardan bazıları üzerinde düşünmek, yeni bir metal çağına girdiğimiz göz önüne alındığında özellikle önemli hale geliyor – Lityum çağı. Bu birbirine bağlı ama birbirine bağımlı dünyada, son derece gergin ulus devletlerin vatandaşları için kaynaklar için rekabet ettiği bu metalin ve güç merkezinin hareketine katkısının gelecek nesiller için dramatik sonuçları olacaktır. Eğer tarih herhangi bir iç görü sağlayacaksa, bugünün ve henüz gelmemiş olanların derslerine dikkatle dikkat edilmelidir.

Toplumsal maddi ilerleme, insanların teknolojik yeniliklerin yardımıyla üretkenliklerini ve verimliliklerini artırma yeteneklerine dayanmaktadır. Tarih boyunca metal, uygarlıkların ilerlemesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Bronz Çağı’ndan Sanayi Devrimi’ne kadar toplumlar, rekabet avantajı elde etmek için metalin gücünden yararlandılar.

Metalin keşfi, toplumların işleyişinde devrim yarattı. Dayanıklılığı ve çok yönlülüğü ile metal, uygarlıkların gelişmiş araçlar, silahlar ve altyapı geliştirmesine izin veren değerli bir kaynak haline geldi. Yükselen anıtların inşasından karmaşık mücevherlerin yaratılmasına kadar metal, güç ve saygınlık sembolü haline geldi.

Tarih boyunca metal, uygarlıkların ilerlemesinde çok önemli bir rol oynamıştır. Bronz Çağı’ndan Sanayi Devrimi’ne kadar toplumlar, rekabet avantajı elde etmek için metalin gücünden yararlandılar. İlk kullandıkları metal Bakır olmuştur. Günümüzden 8 bin yıl önce bu süreç başlamıştır. Bunu bakır ile kalayın birleşmesiyle daha sağlam ve dayanıklı alışım olan bronz günümüzden 5 bin yıl önce ulaşılmıştır. Elde edilmesi daha zor olan demir ise günümüzden 3 bin yıl önce Altaylarda önce buzullar içindeki meteorlardaki saf demiri toplayarak başlamıştır. Yitim kuşağı genellikle bir plakanın diğerinin altında hareket ettiği yakınsak plaka kenarlarında gelişir. Dünyadaki metal yataklarının çoğu, yitim bölgelerindeki hidrotermal sıvılarla ilişkilidir. Alp-Himalaya Orojenik kuşağı eski Tetis Okyanusunun yokedilişi sırasında oluşmuştur. Bu oluşumda doğudan batıya üç metalojenik kuşak önemlidir: Pamirler; Bitlis Büklüm Kuşağı; Batı Anadolu (Şekil 18).

Demirin tanıtılması insanlık tarihinde bir dönüm noktası oldu. Demir sadece bronzdan daha güçlü değil, aynı zamanda daha boldu, bu da onu daha geniş bir uygarlık yelpazesine erişilebilir kıldı. Demirin aletlerde, silahlarda ve altyapıda yaygın kullanımı toplumları dönüştürdü ve onları yeni güç seviyelerine taşıdı. Demir, imparatorlukların genişlemesinde çok önemli bir rol oynadı, yeni bölgeleri fethetmelerini ve rakip medeniyetler üzerinde egemenliklerini kurmalarını sağladı.

Bu olayı Murad Adji (2019) şöyle tanımlamaktadır: Doğu’nun tarihine bakıldığında, Türklerde dini geleneklerin MÖ 5. yüzyıla doğru şeklini bulduğu görülür, başlangıcı ise yüzyılların derinliklerinde kaybolmaktadır. İnancın doğuş nedeni üzerine yapılabilecek en yakın tahmin, Altay halkının yaşamını değiştiren madencilikle ilgili olabilir. Eski bir destan bu olayı, Altay halkına Gök Tanrı’yı anlatan ve onlara demir cevherini işlemeyi öğreten Gezer Han öyküsüne bağlar. Yeni Tanrı ve yeni element ilişkisi aşikârdır. Altaylının bilincinde onlar her zaman tek ve ayrılmaz bir bütün olarak kalmıştır.

Demiri boşuna “göksel metal”, “göklerin armağanı” olarak adlandırmıyorlar Altay halkının destansı şaheserlerinde. Bu isimde, göktaşını bulan insanı saran coşku ve hayranlık ifadesi vardır, çünkü göktaşları gökyüzünden gelen habercilerdir ve saf halde doğada bulunmadığı bilinen demiri eski insanlara armağan ettiler. Demir göktaşlarından elde edilmiştir. En eski aletler olarak bilinen bıçak ve hançerler bunlardan yapılmıştır.

Çin kaynakları (Taiping Huanyu Ji) kadim Altay’la ilgili olarak şunları bildiriyor:

“Onların topraklarında altın, demir, kalay çıkıyor; devletleri [de] göksel yağmurun demirine sahip, onu bıçak ve kılıç yapmak için topluyorlar, [o] bildiğimiz demirden farklı. Bir zamanlar oradan gelen bir yabancıya sordular [cevherin nasıl çıkarıldığını], cevap vermedi, sakladı. Sadece, ‘demir çok sağlam ve keskin, çok üstün ve ustalıklı işçilik gerektirir. Çünkü onların toprağında demir var. Ağaçlar fırtınalı yağmurdan donunca ortaya çıkıyor [demir]. Belli bir süre geçince, toprak onu yine içine çekiyor. Bu yüzden [o] seçmeli ve meşakkatli bir iş. Her seferinde, gökten yağmur yağınca insanlar [bu demiri] toplarlar, kuşkusuz başarısızlıklar ve ölümler de olur. Nedeni tam olarak bilinmez’ dedi.”

Göklerde birçok değerli maden yataklarının sahibi Tanrı, insanlara cevheri eritip, demir elde etme yeteneği bağışladı. Altay halkı da ona ibadet etmeye başladı. Felsefe bu anlayış zemininde bina oldu, toplumla birlikte gelişip bir dünya görüşü doğurdu ve zamanla olgunlaşıp yeni yaşamın ahlaki temel değerlerini oluşturarak din haline geldi. Kafkasya, Küçük Asya gibi diğer kadim madencilik merkezleri de bilimin bilgisi içeriğindedir, ancak oralarda Altay’dakine benzer bir inanç sisteminin izlerine rastlanmaz ve bu mümkün de değildir. Neden mi? Oralarda teknoloji farklıydı, metal az ve düşük kaliteliydi; bu yüzden demir çok rastlanmayan, pahalı ve altından değerli bir madde halinde kalarak insanların yaşam tarzına fazla etki edemedi.

Yeryüzünde demir madenini eriten yoktu. Yapamadılar. Demir cevherin içinden çıkıyordu ve bu çok fazla yakıt tüketimi gerektiren zahmetli bir işti. Altaylılar demiri eritmeyi öğrendiler! Onlara Gök Tanrı’nın armağanıydı yeni yaşam tarzı. Sonsuz mavi göğün Tanrı’sı ve ona ibadet geleneği buradan şekillendi. Örneğin en yüce varlık için yapılan bir şenlik, toplum liderinin getirdiği örse çekiç vurularak başlardı. Bu da çan çalma âdetinin başlangıcıdır. Çan yani “kolokol” (kalık kol) Türkçe karşılığı ise “göklere dua”.

İnanca yerleşen çan sesinin, adil insanların ruhunda doğmaması elbette olanaksızdı. Sadece işitme yeteneği olmayanlar onu duymazdı, ama onlar da bu sesi hissederlerdi. “Demirin ruhu” Türk kavmini ayrıcalıklı yaptı. Bu iddia tamamen yerindedir. Gerçekten de Altay dünyanın en kaliteli ve bol demir cevherine sahipti ve onlara silahı, “maharetli ellerinde özgürlük ve zafer aracına dönüşecek olan metali verdi” diye yazıyor tarihçiler ve metalürji uzmanları.

İşte demir, tevhit inancıyla ayrılmaz bir bütün olarak Büyük Kavimler Göçü’ne eşlik etti; onun alameti, düşünce yapısı, sesi oldu. Altaylıların eritme tekniği yeni inançla eşzamanlı olarak ortaya çıktı, Kuzey Hindistan’da, İran’da, daha sonra Avrupa’da; Don, Dinyeper ve Ren havzasında da böyleydi. Bu bütünlük her yerde görülüyordu. Yeni uygarlık bu şekilde kendini gösteriyor, cazibe merkezi oluyordu. Ve inandırıcıydı. Onu zorla değil severek alıyorlardı.

Yaklaşık MÖ 1000’li yıllarda devreye giren demir kullanımı denizciliği de etkilemiştir. Deniz taşıtlarının deniz üstünde duraylı kalabilmesini sağlayan ÇAPALAR demirin kullanmasıyla tüm dünya denizciliğine İskitler tarafından tanıtılmıştır. MÖ 6’ıncı yüzyıllarında yaşayan Anakharsis (İskit kökenli) bir soylu olarak geldiği Atina’da saygınlık kazanmıştır. Batıdaki “ÇAPA” olarak “ANCHOR” sözcüğü onun adından gelmektedir.

Bu süreçte iki-hörgüçlü Bakteryan (Türk) devesini ehilleştiren bu bölge insanı taşıma işlerini kolaylaştırmışlardır. Günümüzde Afganistan ve Türkistan bozkırlarında ve Gobi çölünde yaşayan ve az sayıda kalan çift hörgüçlü vahşi develer M.Ö.2500‘lü yıllardan beri evcilleştirilmeye başlanmıştır. Bir bakteryan soylu deve hiç dinlenmeden 50 km yol gidebilir, 250 kg yük taşıyabilir, susuzluğa, soğuya ve sıcaklığa dayanıklıdır.

Ayrıca da, Dünyada atı ilk defa ehlileştiren insanlar olarak büyük bir taşıma ve ulaştırma imkânına kavuşmuşlardır. Atın evcilleştirilmesi son yıllarda Kazakistan (Botay) ortaya çıkan bulgulardan MÖ 3500’lü yıllara uzatılmıştır. Bu dönemde, insanların toplumsal faaliyetleri oldukça gelişmiş, komşu şehir ve ülkelerle ticari ilişkiler kurulmaya başlanmış olması gerekir. At sırtındaki bu insanlar için dünyaları küçük gelmeye başlamış, onlar sayesinde dağlar fethedilmeye, dağlar ötesi ülkelere ulaşılmaya başlamıştır. M.Ö. 2000’li yıllardan sonra ise atın dünyanın yapısını değiştiren gücü ortaya çıkmış, Asya’nın bozkırlarından batıya yapılan göçler at sayesinde gerçekleşmiştir. Bu göçebe kültürün batı ile karşılaşması ise çatışmaya neden olmuş, bu da oldukça yıkıcı olmuştur. At, bu çatışmada başrolü at oynamıştır (Levine, 2005). Havalar ısındıkça havası serin, suyu bol ve berrak olan, bol otlu ve verimli yaylalara doğru at sırtında göç ederek, oralarda yeni yerleşim merkezleri kurmuş olabilirler. Örneğin. Hindikuş dağlarının kuzeyindeki tarih öncesine ait kalıntıların sahipleri bu insanların hemşerileri veya akrabaları olmalıdır. Bu son yerleşim yerlerinde insanlar daha güvenli, daha huzurlu ve daha mutlu olmuşlardır. Bu nedenle bu kasabalardan başlayarak büyüye büyüye günümüze kadar gelinmiştir.

Tarihçi Arnold J. Toynbee (1947) şöyle demiştir: “İnsani amaçlar için, bozkır, kuru olması nedeniyle 15’nci Yüzyıl öncesi (Deniz ulaşımı öncesi) insanlar arası ilişki bakımından tuzlu su denizden daha yüksek iletkenliğe sahip olan bir iç denizdi. Bu susuz denizin suya değmeyen gemileri ve iskelesiz limanları vardı. Bozkırın kalyonları develer, bozkırın kadırgaları atlar ve bozkırın limanları “kervan şehirleriydi”.

Timur’un Semerkant’ı ve Çin Seddi’nin kapılarındaki Çin ticarethaneler; MS 1500’den önceki haliyle dünyanın ayrı uygarlıklarını –birbirleriyle olan teması sürdürmelerini sağlayacak ölçüde- birbirine bağlayan egemen hareket araçları okyanusları aşan yelkenli gemiler değil, bozkırları aşan atlardı (Toynbee, 1947). Bu dünyada, gördüğünüz gibi, Babür’ün Fergana’sı merkez noktaydı ve Türkler Babür’ün zamanında ulusların merkez ailesiydi.

Gordon Childe, “EX ORIENT LUX” Işık Doğudan Gelir) olarak bilinen söylemiyle de Batı ve Avrupa uygarlığının köklerinin Yakındoğu’dan Batıya doğru göç ettiği savını ileri sürmüştür. Günümüzde yalnız Batıya değil Doğuya (Hint Yarımadası ve Çin) ve Güneye (Mısır ve Afrika) doğru Turan-Aran-Harran civarından gitmiştir. Turan Bölgesi araştırmaları (Lyonnet ve Dubova, 2021) uygarlığın kaynağının Harran ile sınırlı olmadığını göstermekte, Hazar-Ceyhun havzasının daha ayrıntılı incelenmesini salık vermektedir.

 

SONUÇLAR

Gerçekten de, insanın yeryüzündeki zamanının en başından beri, tatlı suyun yaşamının bir gerekliliği olduğunu ve bu nedenle en eski yerleşim yerlerinin göllerin ve hatta nehir kıyılarının yakınında olması gerektiğini düşünebiliriz. Uygarlığın oluşmasında uygun iklim koşullarına gereksinim vardır ve bunlardan en önemlisi suyun varlığıdır. Son Buzul Maksimumu (SBM) zamanında büyük buzul tabakaları en büyük boyutlarına erişmiştir. Devasa buz tabakaları Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa ve Kuzey Asya’nın çoğunu kaplamıştır ve yağışsızlık, çölleşme ve deniz seviyesinde düşüşle birlikte Dünya iklimini belirgin olarak etkilemiştir.

Denizel ve gölsel su kütleleri Aral’dan Marmara Denizi’ne kadar uzanan Avrasya havzalarının çağlayanlarını oluşturmuştur. Son Buzul Maksimumu (LGM)’na göre Taşkının o devir insanlarını daha fazla etkilediğini göstermektedir. Bu olay kültürleri yok etmemiş, öte yandan dönemsel ve tekrarlayan çevresel değişimler belki de denizciliğin başlaması gibi üretken ekonomilere neden olmuş ve aynı zamanda da atın evcilleştirilmesine yol açmıştır. Deniz seviyesindeki bu gibi ani değişimler o devrin insan toplulukları üzerinde aşırı baskılar yapmış olmalıdır ve su baskınları kültürel bellekte Büyük Taşkın (Tufan) olarak kalmıştır. Avrasya taşkın olayları belki de eski Ön-Aryanların hafızalarında tutulmuş ve eski yazıtlarında yer almıştır (Childe,, 1926).

Su kültürüne sahip olan topluluklar, ilk olarak su yüzeyinde yüzerek sağlanan araçlı hareketi belirledi. Daha sonra ağaçtan yapılan sallarla su üzerinde açıkta ulaşımı sağladı. Zaman içinde ihtiyaca uygun olarak sallar birbirine bağlanmak suretiyle daha geniş araç üretildi. İnsanoğlu ateşin kullanımını keşfetmeden önce, su ile taşınan araçlara sahipti ve insan yazmayı öğrenmeden ve hatta çizmeyi düşünmeden önce ilkel ticaret gemilerinin ne kadar süredir kullanımda olduğunu merak edilmektedir. Başarılarının çoğunu, olayların kabaca kaydedildiği gölgeli zaman diliminden tarihlendirme eğilimi vardır. Dünya denizciliği göllerde ve büyük akarsularda başladığı savına göre bir iç denizler olan Hazar ve Aral Denizleri ve bunları besleyen Ceyhun ve Seyhun Irmaklarında denizciliğin (dolayısıyla da balıkçılığın) ilk başladığı yerler olmalıdır.

Gerçekte insanoğlu 7 milyon yıldır bu gezegende var olmuştur. Bu süre boyunca Milankoviç süreçleri iklim değişimleri nedeniyle birçok buzul devirleri oluşturmuşlardır. Buzul çağlarında, dünyanın büyük bölümleri yaşanamaz ve sert iklim koşullarına sahipti. Kuzey bölgeleri buzul ve tundralar ile kaplıydı. Bunun yanı sıra dünyanın geri kalan bölümü çöllerle kaplıydı, kuru ve soğuk bir iklime sahipti. Çöl ile buzul/tundra sınırı coğrafyanın topoğrafik koşullarına bağlı olarak 35º-40° K enlemleri arasındaydı. Bu kuşak buzul çağlarında yaşama en uygun koşullara sahipti. Ayrıca yaşam, çok bir dar alana sıkışmış olan ekvator kuşağında da vardı. Fakat iklimin hep aynı olması insanlığın uygarlığının gelişmesine fazla bir katkısı olmamıştır.

Doğadaki “Evrim Yasası” gereğince, yalnızca “Değişen Koşullara ve Çevreye Uyum Sağlama” yeteneğine sahip olanlar ayakta kalabilmişlerdir. Buzul arası çağlarda ekvator kuşağını terk etmiş insanlar yalnızca dar 35º-40° K enlemleri arası kuşakta var olabilmişlerdir. Ekvatorda hem buzul ve hem de buzul arası dönemlerde yaşam devam etmesine rağmen insanoğlu bu ekvatoral bölgelerde ileri bir uygarlık yaratamamıştır. Fakat Buzul/Tundra ve Çöl sınırında çok zor yaşam koşullarında uygarlık hemen Buzul Çağının sonunda uygun yerlerde gelişmeye başlamıştır. Zor iklim koşulları insanları daha yaratıcı yapmaktadır ve uygarlıkta bu şekilde ortaya çıkmaktadır.

Hazar Denizi’nin çevresinin paleocoğrafyasını, iklim değişimleri ile çevresel koşullar nedeniyle özel konumunu iyi anlamalıyız. Tetis Okyanusun kapanmasıyla onun arkasında ve üzerinde yer alan Alp-Himalayan Orojenik kuşak uygarlık tarihi için çok önemlidir. Kuzeyde Karadeniz ve Güney Hazar Denizi eski Tetis Okyanusu kalıntılarıdır. Dolayısıyla İtalya’daki Po Ovasından Pamirlere kadar bir çöküntü alanları oluştururlar. İşte bu çöküntü kuzeydeki buzul sularını toplamaktaydı. Böyle bir coğrafya tüm Dünya’da başka hiçbir yerde bulunmuyordu.

Buzul-çağı süresince (120 ile 12 bin yıl öncesi) tüm sular kutuplarda 40º-45°K enlemlerine kadar kutup bölgelerinde tutulmaktaydı. 30º-35°K enlemlerinden ekvatora kadar uzanan kuşakta ise kurak/yarı-kurak iklim koşulları vardı ve hiç yağış yoktu. Buzul Çağında ekvatorda dar kuşakta ve 35º-40° K arasındaki bölgelerde (coğrafik koşullara bağlı olarak) uygun yaşam koşulları vardı. Bulunduğu konum nedeniyle Güney Hazar çukuru (Ceyhun Irmağı boyunca Pamirlere kadar) dünyada yaşam koşuluna en uygun yerdi. Nuh Tufanı, 15 bin yıl önce (Khvalyan Yükselimi; Hazar Taşkınları) çok büyük olasılıkla Kuzey Sibirya’daki buz barajının aniden çökmesiyle arkasındaki su Aral Denizi ve Uzboy kanalı yoluyla (Dünyanın un uzun ırmağı) hızlıca Hazar Denizi’ne boşalmıştır. Çok kısa sürede aniden Hazar Denizi su seviyesi  -150 m’den +50 m’lere ulaşmıştır. Dolayısıyla Nuh Tufanı Hazar Denizi’nde olmuştur. Bu mitolojinin varlığı bile Dünya’da ilk yaşanılan bölgedir. Bu çevrede insanların çevreye dağılmasıyla yaşanan TAŞKIN olayı (NUH TUFANI) çevre uygarlıklarda (Tüm Hazar’ı çevreleyen uluslarda; Sümer; İran; Hint; Yunan)’da değişik biçimde vardır. Bu gibi beklenmedik hızlı değişimler, o devirde yaşayanlar üzerinde aşırı baskılar yaratmış ve hatıralarında derin izler bırakmış olmalıdır. Doğal olarak zorluklar olmadan uygarlıkta ilerleme de olmaz.

Avrupa’da yüzyıllardan beri tarihe yansımış, onların gerçek geçmişleriyle ilgili bir fikir vermeyen “resmi” söylentiler bulunmaktadır. Kuşaklar boyunca insanların aklına “Batı Batı’dır, Doğu da Doğu” şeklinde çok tartışmalı bir anlayış sokulmuştur. Bu anlayışla çokyüzlü dünyayı ikiye bölmeye çalışmışlardır. Uygarlığın kaynakları antik Grek eserlerine, Roma hukukuna, Hıristiyanlık öğretisine indirgenip, bunun dışında kalanlar ise “barbar”, “cahil”, “vahşi” olarak gösterilmiştir. Acaba bu doğru mu (Ajdi, 2021)? Bu bağlamda bize ezberletilmiş bilgilerin dışına çıkmak zorundayız. Yine Einstein der ki:

EZBERCİLİK, APTALLARIN İŞİDİR….

İnsanlık tarihini inceleyenler, 20. yüzyılın başlarına kadar uygarlıkların başlangıcı olarak Eski Grek Uygarlığını göstermekteydiler. Bu arada Mısır’da hiyogroliflerin okunması bu uygarlığın Grek Uygarlığında daha önce olduğu ortaya çıktı. İngiltere’nin Hint Yarımadasını ele geçirdikten sonra bu yörenin inançları ve dillerini aydınlatmışlardır. Buradan da Hint-Avrupa uygarlığı diye bir kavram ortaya atmışlardır. Sümer ve Babil tabletlerinin düzenlenerek edilerek okunmaya başlamasıyla gözler Mezopotamya’ya çevrilmiştir. Artık günümüzde bütün bilim adamlarınca dünya uygarlığının beşiği denilince Mezopotamya ve özellikle Sümerler akla gelmektedir. Tüm Semavi (Mavi Gökyüzü) Dinler ’in kaynağı Sümer yazıtlarıdır.

Tarihi anlamaya çalışırken İbni Haldun (14’ncü yüzyıl Tunuslu bilgin) sözünü hatırlamakta yarar var: “Tarihi ele alırken tüm bilim dalları içeriğinde irdelenmelidir”. Tarihi Coğrafya yazar. Coğrafyayı anlamadan bununla beraber değişen iklim konularını göz önüne almadı Tarihi algılayamayız. Çünkü Tarih üstünler tarafından yazılmıştır. Murat Adji (2019):

Avrupa’da yüzyıllardan beri tarihe yansımış, onların gerçek geçmişleriyle ilgili bir fikir vermeyen “resmi” söylentiler bulunmaktadır. Kuşaklar boyunca insanların aklına “Batı Batı’dır, Doğu da Doğu” şeklinde çok tartışmalı bir anlayış sokulmuştur. Bu anlayışla çokyüzlü dünyayı ikiye bölmeye çalışmışlardır. Uygarlığın kaynakları antik Grek eserlerine, Roma hukukuna, Hıristiyanlık öğretisine indirgenip, bunun dışında kalanlar ise “barbar”, “cahil”, “vahşi” olarak gösterilmiştir. Bugünkü bölünmede dünyanın parçalanmaya başladığı sömürge döneminin izleri görülmektedir. Bazı Avrupalıların efsanelere inanıp kendileriyle ilgili gerçekleri, Doğulu köklerini unutmaları birilerinin işine geliyordu. Gerektiğinde onları kurşun askerler gibi savaşa sürüklemek, “akrabaya sevgiyi” öne sürüp durarak birbirlerini aşağılamalarını, sevmemelerini sağlamak vs. için bu yapılıyordu”.

Hayır, Türkler, Gök Tanrı inancıyla taçlandırdıkları Büyük Kavimler Göçü’ne boş ellerle çıkmadılar. Tanrı’yı her şeyin üzerinde tuttular; öyle ki dillerindeki anlamı “sonsuz mavi gök”tü. İyiliğin ve kötülüğün, bolluğun ve darlığın ancak ve ancak Tanrı’dan geldiğine, inanmıştı Altaylılar; “o hakîmdir, insanlığa verilen yüce bilgeliktir”. Sonradan Greklerin “Hanifler” adını verdiği bu insanlar Gök Tanrı inancıyla yaşadılar.

KAYNAKLAR

Adji, M., 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.

Chepalyga, A.L., 2007). “The late glacial great flood in the Ponto-Caspian basin”. In Yanko-Hombach, V.; Gilbert, A.S.; Panin, N.; Dolukhanov, P.M. (eds.). The Black Sea Flood Question: Changes in coastline, climate, and human settlement. Dordrecht: Springer. pp. 118−148. ISBN 9781402053023.

Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.

Çığ, M.İ., 2008, Sümerlilerde Tufan-Tufanda Türkler, ; Kaynak Yayinlari (Istanbul, Turkey); pp168 (in Turkish).

Dolukhanov, P.V., Chepalyga, A.L., Lavretova, N.V., 2010, The Khvalynian transgression and the Caspianbasin, Quaternary International, 225, 152-159.

Erdemir, H.P., 2012, Eski Türklerde su ve su ulaşımı, Tarih ve Arkeoloji ve Denizcilik.

Ergün, M., 2021, Paleogeography of Caspian Sea, Water Level Fluctuations, and Consequences on the Environment and Civilization, M.Öztürk • V. Altay • R. Efe (Editors) Biodiversity, Conservation and Sustainability in Asia Volume 1: Prospects and Challenges in West Asia and Caucasus, 615-638.

Grosswald, M.G., 1980, Late Weichselian Ice Sheets of Northern Eurasia. Quaternary Research 13, 1–32.

Grosswald, M.G., 1988, An Antarctic-style ice sheet in the Northern Hemisphere: Towards new global glacial theory, Polar Geography.

Mangerude, M.J. et al., 2004 ‘Ice Dammed Lakes and Rerouting of the Draining of northern Eurasia During the Last Glaciation’. Quaternary Science Review 23 1313-1332.

Natal’in, B.A., Sengör, A.M.C., 2005. Late Palaeozoic to Triasic evolution of the Turan and Scythian platforms: The pre-history of the Palaeo-Tethyan closure. Tectonophysics, 404: 175–202.

Neyman, G., 2007, Where Was the Flood of Noah?, Old Earth Creation Science.

Levine, M., 2005,. Domestication And Early History Of The Horse, The Domestic Horse: The Origins, Development, and Management of its Behaviour, ed. D. S. Mills & S. M. McDonnell, Cambridge University Press, s. 5 – 22.

Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.

Parlak, T.,2005, Turfan’dan Turan Denizi’ne, Turan Denizi’nden Günümüze Aral’ın Sırları, Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği Yayınevi, Ankara.

Pumpelly, R., 1908, Exploration in Turkistan: Expedition 1904, Carniege Institution of Washington.

Toynbee, A.J., 1947, Civilization on Trial, Newyork Oxford University Press.

Yazar
Mustafa ERGÜN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen