Bilimi bir yönüyle insanoğlunun doğanın kurallarını çözme, açıklama, ona hâkim olabilme çabası, arayışı olarak tanımlayabiliriz. Doğanın koşullarından yararlanabilmek, doğaya direnebilmek, getirdiği felaketlerden insanları koruyabilmek için insanın elindeki en önemli araçtır bilim. Tehlikeli bir fay hattında depreme dayanıklı bir ev nasıl yapılır sorusunun yanıtı da bu kabulün içindedir.
Üstelik bilimin bu alandaki kazanımları bütün insanlığın ortak kullanımındadır. Dünyada bunun pekâlâ başarılı örnekleri var. Şiddetli bir deprem bir ülkede günlük hayatı etkilemezken, bir başka ülkede binlerce binayı yerle bir ediyorsa, bundan o ülkenin bilimin yol göstericiliğinden uzaklaştığı sonucunu çıkartabiliriz.
*****
Sedat ERGİN
Dün bu yazıya başlamak üzere bilgisayarın başına oturduğumda önce 17 Ağustos 1999 Körfez depremi, ardından 23 Ekim 2011 Van depreminden sonra seri halinde kaleme aldığım yazılarımı bir daha okumaktan kendimi alıkoyamadım.
Dün bu yazıya başlamak üzere bilgisayarın başına oturduğumda önce 17 Ağustos 1999 Körfez depremi, ardından 23 Ekim 2011 Van depreminden sonra seri halinde kaleme aldığım yazılarımı bir daha okumaktan kendimi alıkoyamadım.
Kabul ediyorum, böylesine büyük bir deprem felaketinin ardından eski yazılardan söz etmem ilk bakışta yadırganabilir. Ancak aynı doğal afetin belli zaman aralıkları içinde tekrarlanmasında karşımıza çıkan tabloları karşılaştırmak bizi bazı sonuçlara götürecekse, neden olmasın?
Özellikle de tekrarlanan bir doğal afet karşısında alınması gereken dersler anlamındaki sonuçlar açısından…
Tabii eski yazıların üzerinden giderken, hafta başından itibaren TV ekranlarındaki tartışma programlarında uzman bilim insanlarımız tarafından yapılan değerlendirmeler, tespitler daha da sarsıcı bir hale geliyor.
Ayrıca, kısa bir arşiv taraması bugün deprem konusunda ifade edilen olguların, görüşlerin daha önce de defaatle söylendiğini, altı çizilerek vurgulandığını, hatta uyarı olarak duyurulmuş olduğunu gösteriyor.
Sonra hepsinin bir boşluğa düştüğünü düşünüyorsunuz.
***
Geriye dönük bu okuma egzersizine girişince hafızamdaki bazı görüntüler bütün canlılığıyla yeniden belirdi. TBMM raporuna göre 18 bin 373 vatandaşımızın öldüğü 1999’daki Körfez depreminde, bölgeye felaketin hemen sonrasında değil ama belli bir zaman geçmesinin ardından gittiğim için, yıkılan binaların enkazı çoktan kaldırılmıştı. Hatırladığım görüntüler, yapıların aralarındaki boş alanlardı; bir dönem üzerinde apartmanların, evlerin yükselmiş olduğu…
O boşluklar, artık yıkımı ve enkaz altında son bulan hayatları çağrıştırıyordu bütün ürkütücülüğüyle…
***
2011’deki Van merkezi ve ilçesi Erciş’teki tanıklığım, ilginçtir ki bir yönüyle çok da farklı olmadı. AFAD’ın verilerine göre 644 vatandaşımızın öldüğü bu depremin ertesi günü Hürriyet’ten toplam dört köşe yazarı arkadaş hep birlikte uçakla Muş’a gidip, ardından karayoluyla önce Erciş ve daha sonra Van’a ulaşmıştık.
Erciş’te hepimizin dikkatini çeken bir durumla karşılaştık. Başlangıçta ilçeye ilk adım attığımız mahallelerde binaların önemli bir bölümü yerli yerinde dururken, birden arada yerle bir olmuş binalar da gördük. Bazıları da hasarlıydı ve içteki çatlaklar nedeniyle boşaltılmıştı.
Sapasağlam duran binalarla olduğu gibi çökmüş yapıların yan yana olmasının ne anlama geldiğini değerlendirebilmek için uzman olmaya gerek yoktu. Gerçek bütün çıplaklığı ile kendisini gösteriyordu.
Çöken aslında binalar değil, Türkiye’deki kuralsızlık ve denetimsizlikti…
***
Ne yazıktır ki geçen pazartesi gününden bu yana ekranlarımıza yansıyan görüntüler bu çerçevede yine farklı değildir, üstelik bu kez ülkemizin çok daha geniş bir coğrafyasına yayılarak…
Hepsinde yine aynı görsel örüntü kendisini bir kez daha tekrarlıyor: Sağlam bir şekilde ayakta duran binalar ve yanlarında enkaz yığınına dönüşmüş olan yapılar; altlarında kalmış binlerce ölüyle…
Binalardan bazılarının neden ayakta kaldığı, bazılarının ise neden yıkıldığı sorusunun yanıtı, her birini farklı şiddette, farklı karakterde bir deprem dalgasının vurmuş olması değildir.
Yıkılmayan binalar bilime, yani ona dayanan mühendislik bilgisine ve bunların üzerine geliştirilmiş kurallara uygun olarak inşa edilmiştir. Diğerleri ise o arsaların üzerine bilime ve kurallara meydan okuyarak dikilmiştir.
Bilime saygı gösterilen yapılar ayakta kalmış, bilime kafa tutanlar yıkılmıştır. Birinci tercih insanları hayatta tutarken, diğer tercih ölümü davet etmiştir.
***
Hatırlanacaktır, 1999 depreminden sonra bütün Türkiye’yi kaplayan tartışmalarla beraber depremle mücadelede her şeyin değişeceği, kurallara dayanan yeni bir dönemin başlayacağı yolundaki söylem genel bir kabul haline gelmişti.
Oysa 2011 yılında Van’da bizi karşılayan tablo aradan 12 yıl geçtiği halde çok da fazla bir değişikliğin olmadığını, yaşanan acılardan bir ders çıkarılmadığını gösteriyordu.
Ne yazıktır ki geçen pazartesi gününden itibaren Hatay’dan, Gaziantep’ten, Kahramanmaraş’tan, Malatya’dan, Adıyaman’dan, Adana’dan, depremin vurduğu bütün yerleşimlerden TV ekranlarına, bu şekilde evlerimizin salonlarına kadar gelen görüntüler, bir 12 yıl sonra yine aynı manzarayı karşımızda asılı tutuyor.
Yine ayakta kalan binalar ve onların yanında tamamen çökmüş olan binaların enkazı…
Özetle, bilimin yol göstericiliğinde hareket etmek ile bilime kafa tutmanın yaşam ve ölüm üzerinden ölçülebilir siyah-beyaz karşıtlığı…
***
Deprem dalgasının vurduğu yerleşimlerin Doğu Anadolu Fay Hattı’nda yer aldığı, bu hattın üzerinde bir depremin meydana gelmesi ihtimali konusunda biliminsanları tarafından ciddi uyarıların kayda geçirilmiş olduğu gerçeği, yaşadığımız felaketi daha da düşündürücü kılıyor.
Bilim Akademisi üyesi yerbilimci Prof. Naci Görür’ün daha önceden yaptığı göz açıcı olması gereken ısrarlı uyarılar bu bakımdan örnek verilebilir.
Bu hat üzerindeki kentlerin, bütün yerleşimlerin deprem gerçeğiyle yaşamak durumunda oldukları matematik kesinlik içinde bilindiğine göre, aynı hattın üzerinde bu ölçüde kuralsız bir yapılaşmaya nasıl göz yumulduğu sorusuna bir yanıt verilmesi gerekiyor.
***
Söz konusu coğrafyada yeni binaların inşasının kesinlikle bilimsel mühendislik uygulamalarına uygun bir şekilde tamamlanması bir zorunluluktu. Ayrıca, yapılacak taramalarla eski binaların gözden geçirilip güçlendirilmesi ya da kentsel dönüşüme sokulması aklın gereğiydi.
Buna ek olarak, deprem ihtimalinin bilim insanları tarafından öngörülebilirliği ışığında, muhtemel bir felakete karşı en kötü durum senaryolarının önceden çalışılıp, devletin bunlara etkili bir karşılık verebilmesini sağlayacak bir kapasitenin önceden geliştirilmiş olması gerekirdi.
İşte bütün bu faktörleri yan yana sıraladığımızda, bilime kulak vermemenin ülkemizde ulusal yas ilanını gerektiren boyutlardaki üzücü sonuçlarını yaşıyoruz bugün.
***
Bilimi bir yönüyle insanoğlunun doğanın kurallarını çözme, açıklama, ona hâkim olabilme çabası, arayışı olarak tanımlayabiliriz. Doğanın koşullarından yararlanabilmek, doğaya direnebilmek, getirdiği felaketlerden insanları koruyabilmek için insanın elindeki en önemli araçtır bilim. Tehlikeli bir fay hattında depreme dayanıklı bir ev nasıl yapılır sorusunun yanıtı da bu kabulün içindedir.
Üstelik bilimin bu alandaki kazanımları bütün insanlığın ortak kullanımındadır. Dünyada bunun pekâlâ başarılı örnekleri var. Şiddetli bir deprem bir ülkede günlük hayatı etkilemezken, bir başka ülkede binlerce binayı yerle bir ediyorsa, bundan o ülkenin bilimin yol göstericiliğinden uzaklaştığı sonucunu çıkartabiliriz.
İtiraf ediyorum, okuduğunuz bundan önceki paragrafı 20 Ağustos 1999 tarihinde Körfez depreminden sonra kaleme aldığım ilkyazının finalinden aldım. Yazıma da “Afet doğada değil, içimizde” başlığını atmışım bundan neredeyse 23 yıl önce.
O zaman kesitinden geçerken 21’inci yüzyıla girmeye hazırlanıyorduk ve artık ülkemizde depremler karşısında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak gibi bir düşünceye kendimizi nasıl da kaptırmıştık…
————————————————
Kaynak:
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/depremler-ve-bilimin-yol-gostericiliginden-uzaklasmak-42217742