Bilim ahlakının ilk koşulu, sorunlara önyargısız eğilmektir. Sokrates bu kuralın babasıdır. O, bildiğimiz tek şeyin bilmediğimiz olduğunu söylerken aslında önceden şu ya da bu yollarla oluşan önyargılarla savaşmamız gerektiğini vurguluyordu. Platon’un tatlı tatlı anlattığı Sokrates’in sorgulamaları hep bu ilkeyi kanıtlama çabasının ürünleridir.
*****
Ne garip bir dünyadır bu! Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan daha zor.”
Albert Einstein
Prof. Dr. Sami SELÇUK
Yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri kuşkusuz Gaston Bachelard’dır (1884-1962). Onun birkaç yıl önce bir hukuk yapıtının başında yer alan bir sözünü okumuştum. Bu beni öylesine etkilemişti ki, sözün alındığı yapıtı bulmak için Paris’in en büyük kitapçılarına koşmuş, sonunda da bulmuştum.
Şöyle diyordu Bachelard: “Gerçek karşısında, açıkça bilindiğine inanılan şey, bilinmesi gerekli olan şeyi gölgeler. Us (akıl) kendini bilimsel kültüre verdiği zaman asla genç değildir. Hatta çok yaşlıdır. Çünkü önyargılarıyla yaşıttır. Bilim yapmaya girişmek, ussal açıdan gençleşmiştir; geçmişe karşı çıkmaya gerektiren katı ve ani bir değişimi benimsemektir…” (La formation de I’esprit scientifique, 1967, s. 14).
Demek, hiç ayırdında olmadığımız nice önyargı, gerçek karşısında beynimize tuzak kurmuş. Hem de kimlere karşı? Bilimle bile uğraşanlara karşı. İnsanlık için ne büyük tehlikedir bu! Çünkü bilimsel sonuçlar, yargılar yalnızca bilim adamlarını ilgilendirmez ki! Bizleri aydınlatacağına inandığımız bilime güvenemezsek, savaş alanında yapayalnız ve silahsız biri gibiyiz demektir.
Ancak Bachelard uyarıyor. Beynimizin yaşını da önyargılarımıza göre belirliyor. Önyargılarımızın çokluğuyla beynimizin yaşı doğru orantılı. Önyargımız ne denli çoksa, beynimiz de o denli yaşlıdır.
Ama yine de bir şansı var bilim insanının. Çünkü Bachelard’a göre bilim, beyni bir çırpıda gençleştirir. Elbette düşünür, üstü örtülü biçimde yönteme uygun yapılan bilimden söz ediyor burada. Bu bağlamda geçmişe, yerleşik yargıya karşı bir başkaldırıdır, çünkü bilim ve bilim yapma. Zira bilim yaparken o güne değin bilineni gözden geçiren bir akılla baş başayızdır.
Burada biraz duralım ve başa dönelim.
Gerçekten bilim yapan her akıl birdenbire gençleşir mi? Kuşkusuz gerçek bilim adamı için doğrudur, Bachelard’ın söyledikleri. Laboratuvarına giren bir bilim adamı, sabah akşam kiliseye giderek Tanrı’ya tapınan fizyolog Claude Bernard (1813 – 878) gibi, özellikle dinsel inançlarını, daha önce bildiklerini laboratuvarının eşiğinde bırakabiliyorsa, elbette o beyin taptazedir; sürülmeye hazır toprak gibi ürün vermeye adaydır. Gençtir, gençleşmiştir böyle bir beyin, Blachelard’ın ölçütüne göre. Niçin? Onu yaşlandıran önyargılardan arınmıştır da ondan. Burada Locke’la buluşuyor Bachelard. O da kâğıt gibi tertemiz bir beynin (tabular asa) ancak bebeklerde olduğunu söylememiş miydi? Bir konuda sağlıklı düşünmek, bilgisinden kuşkulanmak, Husserl gibi önyargıları, ön bilgileri ayraca almak değil midir?
Evet. Gerçekleri, doğruları yakalamak isteyen birinin beyni de bir anlamda bebekleşmek zorundadır.
Ancak bu her zaman kolay olmuyor. O yüzden yukarıda “bırakıyorsa” demedim de “bırakabiliyorsa” dedim.
Çevremize ve bilim tarihine bakalım. Matematikte, geometride bile önyargı oluşabiliyor. Einstein’a gelinceye değin iki paralel çizginin sonsuzda bileştiklerini hiç kimse kanıtlayamamıştı.
Deneye dayalı bilimler önyargısızlık açısından yine de şanslıdır. Çünkü deney ters sonuç verince eski doğru yıkılmış, yeni doğru somut, elle tutulur biçimde bilimsel çevrime girmiş olur.
Deneye dayanmayan bilimler ise hiç de böyle değil. O yüzden, yıllarca çoğu dinsel inanca dayanan nice önyargı bu bilimlerin gelişmesini önlemiştir. Bachelard’ın deyişiyle bilindiğine inanılan şey, bilinmesi gerekeni hep bir yana itmiştir.
Yalnız dinsel inançlar mı? Elbette değil. Geçen yüzyılda Spencer bunlar üzerinde uzun uzun durmuştu. Ona göre öğrenim, yurtseverlik, sınıf, politika ve dine dayalı nice önyargı insanları doğru düşünmekten alıkoymaktadır. (H. Spencer, Introduction à la science sociale, Paris, 1898, s. 194-336).
Bilim ahlakının ilk koşulu, sorunlara önyargısız eğilmektir. Sokrates bu kuralın babasıdır. O, bildiğimiz tek şeyin bilmediğimiz olduğunu söylerken aslında önceden şu ya da bu yollarla oluşan önyargılarla savaşmamız gerektiğini vurguluyordu. Platon’un tatlı tatlı anlattığı Sokrates’in sorgulamaları hep bu ilkeyi kanıtlama çabasının ürünleridir.
Nice düşünür önyargılara “hayır!” dediği için başını yitirmiştir. Galileo’nun öyküsü aslında önyargı kurbanı insanlığın dramıdır. Asıl öğrenimi hukuk olduğundan Paris Barosu’’na kayıtlı bir avukat olan, ancak kimya biliminin urucusu olan Lavoisier’yi unutabilir miyiz? O, bilimsel gözlem ve yorum üzerine yaptığı konuşmaları nedeniyle bütün dünyada ün kazandığı bir sırada, kimya bilimine karşı çıkan “sofaların kelleleri hiçbir şeye yaramaz” dediği için tutuklanıp aynı gün yargılanarak giyotinle ölüm cezasına hüküm giymişti. Bundan sonraki öyküsü çok çarpıcıdır. Lavoisier (1743 – 1794), birlikte çalıştığı dostu matematikçi Lagrange’ ı çağırmış ve onu yine bir bilimsel deneyle görevlendirmişti: “Kafam sepete düştüğünde gözlerime iyi bak. Eğer iki kere göz kırparsam, insanın kafası kesildikten sonra da bir süre daha beyin düşünmeye sürdürüyor demektir” demişti. Lavoisier’nin kafası kesilmiş, sepete düşmüş ve gülerek iki kere göz kırpmıştır.
Bilim de, hukuk da bundan ders almalıdır.
Her toplumda vardır önyargılar. Ancak, akılcılık devrimini yaşamış toplumlar yaşamamışlara oranla kuşkusuz önyargıları daha kolay yenebilme yetisine sahipler. Rönesans ve Reformu yaşamamış ülkelerde niçin bir Descartes, Durkheim, Weber, Sartre yetişmiyor? Elbette dogmatik uyuklama hastalığının virüsü olan önyargılar yüzünden. Çünkü ortam bu virüsün yaşamasına yatkın bir ortam. Üst konumdaki nice insan, hatta bilim insanlarının çoğu, bu önyargılarına yenildikleri için hem kendilerini, hem de toplumu yanıltmışlardır.
Aklımızı nasıl kullanacağımıza ilişkin kuralları koyan Descartes’la birlikte akılcılık devrimini yaşamamış toplumlarda da herkesin bir midesi vardır. Ne var ki bu, herkesin sindirim sistemini, midenin nasıl çalıştığını bildiği anlamına gelmez (Cuvillier). Gelmez ama bu toplumlar bunun ayrımında değil. Bildiklerini sanırlar. Sanırlar ve her şeyi kolaycı, günü birlik çözümlerle geçiştirirler. Sonra da asıl gerçek boylu boyunca karşılarına dikilince de apışıp kalırlar.
Çare mi?
Descartes’ı Türkleştiremezsek, tek seslilik içinde kıvranıp duracak, yöntemin, anlayıp algılamanın bilmekten daha önemli olduğunu bir türlü göremeyeceğiz.
————————————————-
Kaynak:
https://www.karar.com/gorusler/descartesi-turklestirmek-1740100