Esat ARSLAN
Soğuk Savaş Dönemi
Üzülerek ifade etmek gerekir ki, yerküremizde, tırnak içerisinde “Meydan Okuyan Terörist Devletler”in en önde gidenlerinden AB(D) ve İsrail’in “haklının değil, güçlünün haklı olduğu reel politiği” kabul görür bir gerçektir. İsterseniz bakın, sessiz çoğunluktaki hür dünya kamuoyunun örgütsel davranış biçimine. Üç maymunları oynayan Hür Dünya, yani Batı istemeye istemeye de olsa bu durumu içine bile sindirmiştir. Bu yargıyı nereden biliyorum, öyle tarihsel arkaplan ortaya koymaya gerek yok. Dünyanın en büyük fosil yakıt rezervine sahip Venezüella’da seçilmiş Devlet Başkanı Nicolas Maduro’ya yapılanları gördünüz. Mısır’da ülkenin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve iktidarının ABD destekli General Sisi tarafından askeri darbe ile görevden uzaklaştırılmasının da üzerinden üç yıl geçti, biliyorsunuz. Aynı şey, Venezüella’da ABD marifetiyle darbe girişimi ve sonrasında yaşanan iç savaş gerginliğinde benzer durum açık seçik ortalık yere konulmuştur. Şimdi sorarım size, ABD Başkanı Donald Trump ve AB Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın, darbe girişiminde bulunan Ulusal Meclis Başkanı Juan Guaido’yu ülkenin “Geçici Devlet Başkanı” olarak tanımasını nasıl anlamalıyız? Bursaspor futbolcularının atmış oldukları her golden sonra yaptıkları timsah yürüyüşü gibi AB(D)’nin bu meşru ve yasal olmayan kararına Kanada, Brezilya, Paraguay, Kolombiya, Peru, Ekvador, Costa Rika, Şili ve Arjantin’in destek vermesini anlayabilenler beri gelsinler.
Evet, sevgili okurlar, biraz nostalji yapalım. “İki Kutuplu Dünya” Soğuk Savaş döneminin en ayırıcı özelliklerinden biriydi. Bütünüyle Soğuk Savaş dönemine baktığınızda size neler çağrıştırıyor bilmem ama benim zihnimde Sağ-Sol çatışmaları, ayrışmış bir Sovyetler Birliği (SB) – AB(D) Kutuplaşması, ABD öncülüğündeki Kuzey Atlantik paktı “NATO” – SB öncülüğündeki “Varşova Paktı “ülkelerinin birbirlerine karşı üstünlük savaşlarının sürüp gittiği yıllar. NATO her ne kadar askeri bir örgüt gibi görünse de, aslında siyasi amaçlı bir örgüttü. SB ve doğu bloğu içindeki komünistlerin yönetimindeki Avrupa ülkelerini kuşatmak, bu ülkelerdeki rejimlere başka ülkelerin katılımını önlemek amacını güdüyordu. NATO’nun nihai amacı sosyalist rejimleri çökertmekti. Anımsadınız, değil mi? Her ne kadar bir savunma paktı olduğu söyleniliyorsa da, aslında fırsat çıkar çıkmaz bu ülkelere saldırmak amacını taşıyordu. ABD ülkesindeki McCarthy’ciliğin bir yansıması olarak, NATO ülkeleri içerisindeki sol düşüncenin de baskı altına alınmasını hedefliyordu. Örneğin Türkiye’de NATO’ya girildikten sonra, ülkede arzu edilen barış huzur ortamı yerine, komünizm ile mücadele adı altında alabildiğine bir kutuplaşma yaşanıyordu. Komünizmle Mücadele Dernekleri, köye kadar ulaşan Vatan Cephesi çalışmaları kentlerde mahalleleri, sokakları, nahiyeleri, beldeleri, köyleri karşı karşıya getirmişti. O yılların en renkli kişilerinden birisi de 1953’te Stalin’in ölümünden sonra Komünist Partinin birinci sekreterliğine getirilen daha sonra devleti yöneten Sovyet Başbakanı Nikita Kruşçev’ti. Aslında şimdi yaşasaydı, Başkan Trump’ın karşısına konulabilecek kişilerden biri o olurdu. Ne de güzel olurdu. Anımsayın, onun Amerika’yı ziyaret etmesini, Birleşmiş Milletler‘de pabucunun tekini çıkarıp, kürsüye tak tak vurarak veto edişini, anımsayabildiniz mi? Sadece o veto mu, “Siz bizi sosis yapmakta geçtiniz, biz sizi aya gitmekte geçtik” demiştir, ABD Başkanı Nixon’a! Amerikan İşçi Sendikalarını ziyarete gidip, dağ gibi oto sanayini görünce kendini tutamamış, Amerikan otomobil sendikaları başkanına, “Sizi gidi kapitalist uşakları sizi!” diye bağırmıştı! Bizde de benzer jargonu Rahmetli Necmettin Erbakan kullanırdı, “Sizi gidi Batı taklitçileri, Sizi gidi montajcılar sizi” demesi belleklerimizde yer etmiştir. Yine “Bu ordunun büyümesi için çalışacaksın, çalışmaz isen patates dinindensin” bir başka betimlemesidir. Necmettin Erbakan Hoca, hem vücut dilini iyi kullanır, hem de konuşmasına olası müdahalelere asla izin vermezdi. 1959 yılı, Türkiye’de Demokrat Parti iktidarının da son yılıydı. Kruşçev, dönemin başbakanı Menderes’in, Amerikalılarla, Türkiye’de nükleer başlıklı balistik füze üssü kurma anlaşması yaptığını öğrenince yine zıvanadan çıkmış, “Topraklarını parayla satarak silah deposu haline getiriyorsun, füze üslerini kabul ederek gelecekte Orta Doğu’da savaş alanı yaratıyorsun!” diye çıkışmıştı, Menderes’e! Şimdi sorarım size, öyle de olmadı mı? Hakikaten ne büyük ileri görüş. Ancak, Menderes, ABD’nin 4 Ağustos 1958 tarihinde uluslararası finans çevrelerinin baskısıyla Doların fiyatının 2.80 TL’den 9.02 TL’ye çıkarmak zorunda kalınca, soluğu Moskova’da almıştı. Bu yakınlaşma da 1960 Askeri Darbesiyle onun sonunu getirmişti. Günümüzdeki Putin-Erdoğan yakınlaşmasını ve 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesini bu şekilde okumak gerekmektedir. Bugün için şunu rahatlıkla söylemek gerekirse, Putin sahada elde etmiş olduğu operatif kazanımlarını yeterli görmemekte, Türkiye Cumhuriyetinin AB(D)’den uzaklaştığı bir evrede gelişen işbirliğini hem Pasifik hem de Atlantikçi güçlere karşı jeopolitik bir ortaklık olarak okumaktadır. Bu durumu hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Rusya Federasyonu için tarihi bir fırsat olarak kıymetlendirmektedir.
Kaldığımız yerden devam edelim, Nikita Kruşçev, “Sizi Sovyetler Birliği’nden aya attığımız roketlerle yok ederiz haa!” deyişiyle tüm Amerika’nın yüreğini ağzına getirmeyi bilen bir politik figürdü. Gerçekten de bu sözüyle neredeyse, 11 Eylül 2001 tarihindeki “İkiz Kuleler” teröristlerinin yarattığına benzer bir panik yaşanmıştı Amerika’da… 1961 yılında ABD Başkanı John F. Kennedy ile Viyana’da yapılan zirve toplantısından kısa bir süre sonra “Berlin Duvarı” inşa edilmişti. Doğu Almanya’ya anında talimatını çakmıştı. Aslına bakarsanız, bu duruş, kapitalist diplomasinin ince dilini, Sovyetler’in patavatsız halkçı dili bozguna uğratıyordu bir bakıma. Şimdilerde bu jargonu Başkan Trump ele aldı. Bana kalırsa Başkan Trump günümüzde kapitalist dünyanın Nikita Kruşçev’idir. 1943’te Josef Stalin’in politik temsilcisi olarak ‘Stalingrad Kuşatması’ nda Sovyet birliklerine komuta eden Nikita Kruşçev, 1962’de Küba’ya Fidel Castro’yu orta menzilli füzeler yerleştirme konusunda ikna etmişti. Siz buna ister kültür devrimi deyin, onun başlattığı “Stalincilikten Arınma Hareketi” Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerde de önemli gelişmelere yol açtı. Polonya ve Macaristan’da ayaklanmalar meydana geldi. Doğu Avrupa’daki bu gerginlikler Kruşçev’e karşı muhalefetin güçlenmesine neden oldu.
Şimdi yine yukarıda betimlemeye çalıştığımız savımızı tekrarlayalım, Başkan Trump’ın karşısında Kruşçev olsaydı, ortalık nasıl renklenirdi, düşünmesi bile insanı bir yerlere taşıyor. Benim açımdan Kruşçev ileri görüşlü, şakacı, şen kişiliği olan bir adamdı ve dünya hegemonyasına soyunmuş ABD’nin karşısında engelleyici tek güç de “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” idi. Böyle bir güce yâda benzer birlikteliklere ihtiyaç yok mu? Kuşkusuz var! Bu açıdan, Erdoğan-Putin birlikteliğine baktığınızda benzer durumu hissedebiliyorsunuz.
Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Meydan Okuyan Devlet Terörizminin Yükselişi
Şimdi gelelim esas sorumuza, geçen haftadan beri düşünenleri, sizleri bir şeyleri etraflıca düşünmeye davet ediyorum, sevgili okurlar. Sorumuzu tekrardan soralım, devlet terörizmine karşı evrensel ve uluslararası hukukun ortaya koyduğu yasal çerçeve yeterli midir? Efendim ne buyurulur. Söyleyelim. Hiç yeterli değil ve her şey o kadar muğlak ki.
Soğuk Savaşı daha doğrusu iki Kutuplu dünyayı irdeledik, şimdi de bakışlarımızı soğuk savaş sonrası döneme yoğunlaştıralım. Maalesef terörizmin temel nedeninin ideolojik rekabet olduğu ve soğuk savaş sonrasında etkisini yitireceğine dair yapılan yorumların aksine artış eğilimine girdiği görülmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte başlayan demokratikleşme ve serbest pazar ekonomisine geçiş süreci ile birlikte uluslararası terörizm sorununun ortadan kalkacağına dair beklentiler gerçekleşmemiştir. Aksine terörizm daha geniş bir alana yayılarak ölümcül etkilerde bulunmaya devam etmiştir. Bu durumda terörizmin gelecekte de varlığını sürdüreceği hatta etki gücünü artıracağı söylenebilir, şüphesiz ideolojik rekabetler, dinî aşırılıklar, ekonomik kaynakların paylaşımında yaşanan eşitsizlikler, etnik çatışmalar ve mikro milliyetçi bazlı düşmanlıklar var olduğu sürece terörizm uluslararası barış ve güvenliğe yönelik bir tehdit olarak kalmaya devam edeceği değerlendirilmektedir. Bir müddet bu alanda bayrak gösteren devletlerin kapalı kapılar arkasında istihbarat servisleri aracılığıyla terörizme sponsor olması, terörist eylemleri kontrol etmesi ya da yönlendirmesi çokça görülmüştür. Anımsayın bu tür devletler, terörizmi doğrudan bir mücadele aracı olarak kullanmışlar ve bizzat kendi organları vasıtasıyla terörist eylemlerde bulunmuşlar ya da örgütlediği, teçhiz ettiği, donanım desteğinde bulunduğu veya kontrolü altında bulundurduğu “gayri resmi devlet ajanları” (unofficial agents)‘nı, paralı askerleri veya silahlı çeteleri kullanmak suretiyle terörist eylemlerin gerçekleşmesini sağlamışlardır. Bu düşünce tarzı meydan okuyan terörist devletler tarafından bir öğreti olarak günümüzde de çokça kullanılmaktadır. Bir devletin teröristlere silah, teknik yardım, ulaşım konularında önemli ölçüde yardım ve teşvikte bulunmasının aktif destek olarak değerlendirildiğini artık sokaktaki adam bilmektedir. Devletin ülkesindeki teröristleri aktif bir şekilde desteklememesine karşın ülkesi içinde faaliyetlerine devam eden teröristlere engel olmak veya bunları ülke dışına çıkarmak için bir gayret göstermemesi ve bu tür faaliyetleri sona erdirmesine yönelik talepleri reddetmesi halinde terörizme karşı müsamaha söz konusu olacağını “Mısır’daki Sağır Sultan” bile bilmektedir. Yanlış anlaşılmasın, bu tabiri “Duymayan kalmadı”, “Herkes duydu” anlamında kullanıyorum. Devletler genel olarak kendi ülke topraklarını kontrol etmekle beraber, kendisine terör etkisi üreten ve ihraç eden komşu devletlerin ülke topraklarını tamamıyla kontrol edemediği günümüzde açık seçik ortadadır. Örneğin ekonomik bakımdan cazibe merkezi olmaya aday devletler, teröristlerin ülkesi içinde bulunmasını istememekle beraber, yeterli askeri kuvvete veya teknolojik olanaklara sahip olmaması gibi nedenlerle terörist faaliyetleri önlemekte yetersiz kalabildikleri açık seçik ortadır. Bir de kendi içerisinde kutuplaşan ve hele ki iç savaş boyutunda bir gerginlik ortamı yaşayan devletlerin bu sahipsiz kalan toprakları ise teröristler için ideal barınma yerleridir. Bu durumda bulunan bir devlet istemeye de olsa diğer bir devleti veya bölgesel bir örgütü yardım etmesi için ülkesine davet edebilir. Parası olsa, ABD’de ağır silahları da kullanan devasa boyuta yükselmiş uluslararası güvenlik şirketleri bile ülkesine davet edebilecektir. Esad Rejiminin bu argümanı RF ve İran için; Irak Merkezi yönetiminin İran için kullanmasına karşın örneğin, 1977 yılında Somali hükümeti Mogadishu’daki uçak kaçırma olayında eylemi sona erdirmedeki yetersizliğinden dolayı Batı Almanya’dan yardım talep etmiştir. [1] Batı Almanya da bu yardım talebine karşılık vermiştir. [2] Uluslararası hukuk bakımından yasal ve meşru bir devlet bu eylemi gerçekleştirebilir.
Diğer yandan ABD ve İsrail’in devlet terörizminin fütursuz, kaba, çetin, egoist ve meydan okuyan öncelikli politikaları bölge halkı üzerinde kolektif korku, kan ve gözyaşı üzerine kurulmuş ve sahada yasadışı örgütler marifetiyle “vekâlet savaşı” kıstasları içerisinde insanlığa karşı işlenen suç mahiyetini kapsayacak şekilde tabana kadar örgütlendirilmiştir. Dünya illegal vadilerden biçimlendirilen ve bağımsız, demokratik ülkelere terör ihraç eden bir mekanizmanın meydan okumasıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Toparlayacak olursak, terörizmin bu yeni boyutu gerek niteliği gerek boyutları itibarıyla uluslararası işbirliği olmaksızın devletlerin mücadele edebilecekleri ve üstesinden gelebilecekleri bir sorun olmaktan çıkmıştır.
Sonuç
Teknolojinin ve elektronik iletişimin tüm olanaklarını kullanan, faaliyet alanını ulusal sınırları aşarak tüm dünyaya yayan, insan yaşamını, ekonomik yaşamı, siyasî istikrarı ve uluslararası ilişkileri etkileyebilme gücünü kazanan uluslararası terörizm yönelttiği tehdit ve buna karşı verilen yanıtlar bakımından ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeyde önemli etkileri olan bir olgu haline gelmiştir. Bu tespit doğru mu? Evet, sonuna kadar, reel politik bir değerlendirme. Silahlı saldırının devlet dışı aktörler tarafından gerçekleştirilebileceği ve devlet dışı aktörlere karşı meşru müdafaa hakkına dayanarak kuvvet kullanılabileceği kabul edilmekle birlikte devletin ülkesi kaynaklı bir terörist saldırı o devlete karşı meşru müdafaa hakkına başvurabilmek için yeterli olmadığı da açık seçik ortadadır.
Öte yandan, meşru ve bağımsız bir devlet gibi, doğrudan bir toprak parçasına sahip olmayan ve bu nedenle diğer bir devletin ülkesinde üslenen teröristlere ya da “Suriye PeKaKası” gibi bir yasa dışı uydu devletçiğe karşı ne yapılmalıdır? Bu oluşuma karşı kuvvet kullanmak kaçınılmazdır. Bu durumda söz konusu devletin gerçekleştirebileceği olası askerî harekâtın hedefi ilgili devletin toprak bütünlüğünün ihlâl edilmesine neden olabileceği de kaçınılmazdır. Bu durumda silahlı saldırı boyutuna ulaştığı kabul edilen terörist eylemin terörizme destek veren devlete ne zaman isnat edilebileceği sorusunun da çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Yani “Suriye PeKaKası” ile işbirliği içerisindeki Esad rejimine karşı bir harekât icra edilebilir mi? Gerçekten de bugün için en önemli sorulardan birisi de budur. BM Antlaşması’nın 51. maddesi anlamında silahlı bir saldırının gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesinde sadece terörist gruplara yönelik devlet desteğinin derecesinin dikkate alınması bu maddenin sahada uygulanışını anlamsız hale getirmektedir. Bunun için terörist saldırının devlete isnat edilebilir bir nitelikte olması gerekli ve zorunlu mütalaa edilmektedir. Başkan Putin’in tavsiye ettiği 1998 Adana Mutabakatı tekrardan akılcı bir biçimde Türkiye Cumhuriyeti ile Şam Rejimini bir masanın etrafında toplar ki, bu bir pragmatist yaklaşımdır.
Devletin organları veya görevlilerinin terörist bir eylemde bulunması, terörist grubun devletin kontrolü ve idaresi altında olması, devletin terörist eylemi onaylaması ya da devletle terörist örgüt arasındaki ilişkinin finansman ve ekipman desteğinin ötesine giderek terörist grupların eğitilmesi, örgütlenmesi, eylemlerin planlanması ve denetlenmesi boyutuna ulaşması halinde ancak eylem devlete isnat ettirilebileceği düşünülmektedir. Burada değerlendirilmesi ve uluslararası arenaya güçlü deliller olarak terörist saldırıya uğrayan devletin terörist saldırının söz konusu devlete isnat edilebileceğini dair açık ve inandırıcı delillere ispatlanması gerekli ve zorunlu mütalaa edilmektedir.
Terörist saldırının devlete isnat edilememesi halinde mağdur devletin meşru müdafaa hakkına başvurması hukuk ölçütleri içinde olanaklı görülmemektedir. Diğer taraftan Birleşmiş Milletler uluslararası terörizmin neden olduğu tehdidin önlenebilmesine yönelik mücadeleler için kolektif elverişli bir zemin oluşturmaktadır. Uluslararası terörizmle mücadelenin BM çatısı altında yürütülmesi gerek hukukî gerek politik bakımdan pek çok avantajları bulunmaktadır. Mevcut sistem içerisinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin, uluslararası terörizme yönelik kuvvet kullanma ve diğer mücadele çabalarına katılması, söz konusu tehdide karşı hukuken meşru ve geniş bir desteğe sahip önlemler ağı oluşturmaya yardım edeceği de düşünülmektedir. Küresel terörizmin bu yeni görünümü karşısında uluslararası hukuk çerçevesinde yeni çözüm yolları da aranmalıdır.
Terörizmi yalnız bir güvenlik sorunu olarak ele almak ve çözüm üretmeye çalışmak yeterli değildir. Verilecek mücadele siyasi, ekonomik, diplomatik, askeri ve istihbarat araçlarını da kullanarak uzun zamana yayılacak bir şekilde çok yönlü yürütülmelidir, sevgili okurlar.
DİPNOTLAR
[1] Ahmet Hamdi Topal, Uluslararası Hukukta Devlet Destekli Terörizme Karşı Kuvvet Kullanma. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2004, s. 79
[2] Esat Arslan, ATA TV., Vizyoner Programı, 15 Mayıs 2008, Saat 20:00-21:00.