Devlet yönetimi bir bütündür. Kamusuyla, özel sektörüyle, sivil toplum örgütleriyle ve kurumlarıyla zaman zaman çatışma zaman zaman da eşgüdüm içinde yönetim gerçekleştirilir. Çatışmasız yönetim olayına tanıklık edilmiş değildir. Demokrasinin özünde de farklı seslere kulak verme anlayışı hâkim olduğu için çatışmalar normal karşılanır. Çünkü halk talepkár, yönetim ise bu talebe karşılık olarak hizmeti gören ve yatırımları yapandır. Burada kast edilen çatışma fikir çatışmalarıdır. Hangi grubun fikri tartışmaya açık olarak ortaya konulursa herkes görüşünü ileri sürebilir ve karşılıklı diyalog yoluyla ortak bir noktaya ulaşılabilir. Bu bakımdan devletin uluslararası çıkarlarının gizliliği hariç her konu şeffaftır, halktan gizlenmez.
*****
Prof.Dr. Aylin Görgün BARAN
Bu metinde, liyakat ilkesinin ne anlam geldiği ve bu ilkeye uyulmadığı zaman ne türden sorunlar yaşandığı üzerinde durulmaktadır. Liyakatin, yalnızca kamuda işe girişlerde bireyin bu iş için yeterli, eğitimli, bilgili ve donanımlı olmasını değil, aynı zamanda devlet bürokrasisinin her kademesinde, başta siyasi yöneticiler olmak üzere, hem liyakat esaslarını hem de devletin geleceğini ve bekasını önceleyen esaslarını içermekte ve bu esaslara göre görev yapmalarının insani bir sorumluluk olduğu bilinmektedir. Şimdi, bu iki bakışın nasıl iç içe geçtiğini, birbiriyle ilişkili olduğunu tarihsel, felsefi ve sosyolojik açıdan anlatmaya çalışayım.
Devleti yönetmenin zor bir zanaat olduğu söylenir. Bu zorluk, ülkelerin anayasalarında belirtilen hükümlerden, ülkenin benimsediği yönetim rejiminden ve her yöneticinin kamusal yarar anlayışı ile yönetme tarzından kaynaklanmakla birlikte yönetilenlerin talep ve ihtiyaçlarını nasıl karşıladığı ile alakalıdır. Kuşkusuz devlet yönetimi muhalefet, özel sektör, farklı etnik ve dini mezheplere ait topluluk ve cemaatler, demokratik kitle ve sivil toplum örgütleri, medya vb. gibi çoklu paydaşlar üzerinden gerçekleştirmektedirler. Bugünkü anlamda devlet olgusunun 17. yüzyıl başında gündeme gelmesi ile yönetim tarzlarında değişimler yaşanmaya başlamıştır. Aydınlanma dönemi filozofları liberal demokrasi anlayışını savunurken eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkeleri üzerinden tüm toplumun çıkarlarını ön planda tutan yönetimleri önermişlerdir. Bugün üzerinde hassasiyetle durulan cumhuriyet rejiminin demokratik açılımları, demokrasinin bir araç olarak kullanılarak hem “iyi bir toplum yaşamı” hem de “mutlu birey” anlayışı çerçevesinde, gerek filozofları gerekse siyasetçileri anayasal devlet düzeninde seçimle işbaşına gelen bir iktidar anlayışının gerekliliğini ortaya koymuştur. Böylece, modern Batı toplumlarında seçimlerin demokrasinin temel parametresi olarak kabul edilmesine ve halkın temsiline dayanan bir anlayışla devletin yönetilmesi için parlamenter demokratik sistemin devreye girmesine tanıklık edilmiştir.
Devlet yönetimi bir bütündür. Kamusuyla, özel sektörüyle, sivil toplum örgütleriyle ve kurumlarıyla zaman zaman çatışma zaman zaman da eşgüdüm içinde yönetim gerçekleştirilir. Çatışmasız yönetim olayına tanıklık edilmiş değildir. Demokrasinin özünde de farklı seslere kulak verme anlayışı hâkim olduğu için çatışmalar normal karşılanır. Çünkü halk talepkár, yönetim ise bu talebe karşılık olarak hizmeti gören ve yatırımları yapandır. Burada kast edilen çatışma fikir çatışmalarıdır. Hangi grubun fikri tartışmaya açık olarak ortaya konulursa herkes görüşünü ileri sürebilir ve karşılıklı diyalog yoluyla ortak bir noktaya ulaşılabilir. Bu bakımdan devletin uluslararası çıkarlarının gizliliği hariç her konu şeffaftır, halktan gizlenmez.
Klasik demokrasi anlayışı bugün, demokrasinin beşiği olan Batı toplumlarında bile sekteye uğramış olmakla birlikte halen siyasi yöneticiler, halk ve sivil örgütlerden çekinmektedir. Merkezi yönetimlere ve yukarıdan gelen emirlere alışmış toplumlarda demokrasi ne yazık ki hem yönetenler tarafından hem de halk arasında özümsenmiş değildir. Dolayısıyla yasama, yürütme ve yargının bağımsızlığının zedelenmesi, hukukun üstünlüğü ilkesinin yıpratılması, insan hakları ihlallerinin artması, adaletli bir gelir dağılımının olmaması ve çıkar ilişkilerinin ön planda tutulması toplumları kaosa sürükleyen sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu koşullarda devlet yönetimi güven telkin edecek düzeyde meşruiyetini kaybedince ister istemez kayırmacılık, rüşvet, yolsuzluk gibi usulsüzlükler devreye girmekte ve herkes kendisinin hakkı ve haklarının olduğu iddiasında bulunmaktadır. Kimse sorumluluğunun ne olduğunu dile getirmek istememekte, görmezden gelmektedir. Hak ve adalet duyguları bir kez sarsıldı mı, birey kurala uysun uymasın her şeyi yapmayı mubah kabul eder. Bu nedenle, liyakatın uygulanması ve bu anlayışın yerleşmesi için ilk önce devlet başkanlığından en alttaki çalışana varıncaya kadar, yapacağı işle ilgili yetkin bilgi, beceri ve donanım olması gerekmektedir.
Geçmişten günümüze akan süreçte çok farklı devlet yönetimleri söz konusu olmuş ve siyaset felsefecileri her biri üzerinde değişik görüşler sunmuşlardır. Bu görüşlerin ortak noktası dikkate alındığında yönetimleri aristokrasi, monarşi, oligarşi, totaliter ve demokrasi olarak sıralamak mümkündür. Göze’nin (1987) belirttiği üzere, Aristoteles devlet yönetimini ortak çıkar, adalet, erdem ve liyakat olmak üzere dört ölçüte dayandırmıştır. Yönetmek için erdemli olmanın gereğine değinen Aristoteles sonrası felsefi okullar ise kamusal yarar yerine sorumlu bireye ve onun mutluluğuna önem vermişler (epikürizm / hedonizm), ayrıca davranışların akla uygunluğuna (stoa) vurgu yapmışlardır. Adaletin kaynağının yasalar olduğuna ve yasalara göre karşılıklı anlaşmaya dayanan adaletin herkes için eşitlik sağladığına değinen Epiküristler akıllı, namuslu ve doğru yaşamanın mutlu olmak için gerekli olduğunu belirtmişlerdir. Herkes tarafından kabul edilen kanun hükümlerinden herkesin eşit hak almasa bile adalete uygun davranmasını savunan Epikürüstler, adaleti eşitsizliğe tercih etmişlerdir.
Yine Göze’nin (1987) anlatımıyla Stoa Okulu temsilcileri ise erdemlilik halini doğru seçmek, sabırla katlanmak, ölçülü olmak ve adil olmak biçiminde sıralamışlardır. İnsan aklının evrensel aklın bir parçası olduğunu ve erdemli olmanın esasını aklın oluşturduğunu ifade eden Stoa Okulu, akla uygun yaşayan kişinin tüm evrenle uyum halinde ve gerçek bir dünya vatandaşı olarak doğaya uygun davrandığını iddia eder. Böylece tüm insanların saygıdeğer varlıklar olarak eşit ve özgür kişiler olabileceklerini ileri sürer. Antik Yunan medeniyetindeki felsefi oluşumlarda erdem, adalet ve ölçülü olma konusunda “akıl” önemli bir parametre oluşturur. İslam düşünürü Farabi ise Antik Yunan felsefesinden esinlenerek adaleti, insanların hak ve layık oldukları şeylerin yerine getirilmesi olarak görmekte ve herkese payını düşeni vermek olarak değerlendirmektedir. Böylece adalet, hakkı hak edene vermeyi gerektirmekte ve hak ise bir ilke olarak kabul edilerek insanın liyakatine göre pay alması ve vermesinin sağlanmasını imlemektedir. Hatta Farabi’ye göre, bir toplumda liyakati olmayanlara birileri tarafından belirli bir paye veriliyorsa o toplumun zihin sağlığı da kaybolmaya başlamıştır (Özgen, 2018). Bu durumda, niteliksiz ve ehli olmayana verilen unvanlar ve görevler toplumu kaosa sürükleyebilir.
Buraya kadar siyaset felsefesinin devlet yönetiminde konu edinilen ortak yarar, kamu vicdanı, mutlu olma, akla uygun davranma ve adaletli olma ilkeleri, bireyin toplumda kendi dışında başkalarıyla birlikte yaşadığı için hakkı gözetmesini ve başkalarıyla kurduğu özneler arası ilişkilerde hak ve adaleti sağlamaya özen göstermesini gerektirmektedir. Bunun için Farabi herkesin kendi yeteneğine ve kapasitesine göre yetkinleşmesi ve başkasının işine müdahil olmamasını ileri sürerken adaleti yetenekli, uzmanlaşmış ve disipline edilmiş bir akıl yürütme anlayışıyla doğrudan ilişkilendirerek hak ve liyakat üzerine oturtulmasını öngörmüştür. Böylelikle liyakat anlayışı; ahlaklı, erdem sahibi insan olmak, başkalarının hakkını gözetmek, kendinden olmayanlara ayrımcılık yapmamak ve kendi niteliklerinin farkında olarak hangi işi yapıyorsa onu en iyi şekilde yapmak anlamına gelmektedir. Liyakat esaslarına göre insan olmak hak, adalet, sorumluluk üçgeninde bireyin kendini disipline etmesini ve organize olmasını da gerektirmektedir. Bu bağlamda, herkese hakkını vermek ve hak etiğini vermek, onun hem birey olarak hakkını hem de sahip olduğu nitelikler bakımından işe uygunluğunu hak ederek vermek liyakat sisteminin temel unsurları olarak değerlendirilmektedir.
Tüm bu açıklamalar çerçevesinde bir işe uygunluk ve o işi yapabilme kapasitesine, bilgisine ve yeteneğine sahiplik durumu liyakat kavramı ile açıklanabilir. Belli niteliklere sahip olarak kendisine verilen işi toplumdaki ahlaki değerlere ve beşerî özelliklere göre yapmaya çalışarak üst kademelerde daha ihtiyatlı bir biçimde konumlanmayı getirir. Böylece, belli bir işi icra edebilmek bilgi, başarı ve yetenek ölçütlerine göre yapmak anlamına gelir. Verilen görevi başarıyla yerine getirebilmek, o işin gereklerini yapabilme yeterliliğine sahip olmak demektir. Bu bağlamda, birçok ülkede iş alımlarında yapılan yazılı ve sözlü mülakat / sınav uygulamasının nesnellikten uzak olması, kötüye kullanılması, işe girme sürecinde yaşanan sıkıntılar çoğunlukla hakkaniyet ölçütünü aşmakta, liyakat sisteminin kayırmacılığa ve nepotizme dönüşmesine yol açmaktadır. Nepotizm, yakın akrabayı bir tür kayırmak ama aynı zamanda o işin eğitim ve yeteneğine sahip olmayı da içerir. Yani toplumdaki siyasilerin, ekonomik çevrelerin, ünlü kişilerin yakınını, akrabasını kayırmak anlamına gelmekle birlikte aynı zamanda o işe girecek kişinin gerekli bilgi ve donanıma sahip olmasını da içermektedir. Bunun uygulama örneği en çok 1960’lı yıllarda Japonya’da görülmüştür. Ancak dönemi itibariyle işe uygun yetkin kişilerin çok az sayıda olması, eğitimli-donanımlı olanların ise daha çok saraya, imparatora yakın kişiler olması bu alanda bir kayırmacılığı getirmekle birlikte, nepotizm Japon devletinin kalkınması ve refahının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Çünkü bu kişilerin Japon kalkınması için milliyetçi ve aidiyet duygularıyla hareket ettikleri, özverili davrandıkları ve çok çalıştıkları belirtilmektedir. Nepotizm bakımından o işe uygun olan eğitimli-donanımlı kişinin kayırma yoluyla işe alınması mümkün olabilir ama o işi yapma yeterliliğine ve kapasitesine sahip olmayabilir. İşte sorunun ana kaynağı buraya dayanmaktadır.
Liyakat
Başarı ve hak etmeye dayalı olmayan ancak tanıdık, eş-dost, ahbap, akrabalık gibi nedenlerle insanların işe alınması, ahlaki olarak hak edilmeyen bir durum olmakla birlikte bu türden edinimler ülkenin kalkınması ve toplumun geleceği için risk ve tehlikeler taşımaktadır. Pragmatik bir yaklaşımla günü kurtarma anlayışı ile hareket edilmesi devlet yönetiminde zafiyetlerin oluşmasını getirir. Devletin görev ve sorumluluk alanlarının her geçen gün giderek daha çok artması ve bununla bağlantılı bilgi ve teknolojik gelişmelerin hız kazanması, özellikle kamu çalışanlarının nicelik ve nitelik bakımından donanımlı olmasını gerektirmektedir. Aksi takdirde, yeteneksiz ve bilgi donanımına sahip olmayan kişilerin kamu yönetiminde yer alması kapıyı açık bırakan komşunun hırsıza davetiye çıkarması anlamına gelir ki, bu da devlet yönetiminde felaketleri doğurduğu gibi kamu çalışanları açısından eşitsizlik ve personel sorunlarını artırır. Bu durum aynı zamanda muktedirsiz iktidar oluşumlarını gündeme getirir. Yani niteliği olmadığı halde yetkisi geniş ama sorumluluk algısı düşük kişilerin yönetimsel görevlere getirilmesi muktedirsiz iktidarı oluşturmaktadır. “Neme lazımca anlayış”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, gibi deyimlerde anlamını bulan bu davranışlar gerçekten ülkeyi ve kişileri felakete sürükler. Bu durumun önlenebilmesi, hem nitelikli hizmet kalitesinin sürdürülebilmesi için personel sayısının ve niteliğinin arttırılması hem de mevcut personelin de niteliklerini geliştirici hizmet içi seminer ve eğitim faaliyetlerinin uygulamaya konulması gerekmektedir. Böylece “adama göre iş” değil, “işe göre adam” kriteri göz önünde bulundurularak personel seçiminin gerçekleştirilmesi önemli hale gelmektedir. Bu odaktan bakıldığında, liyakat ilkesinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Liyakat ilkesi; kamu hizmetine giriş, hizmet içerisinde yatay ilerleme ve dikey yükselme ile görevlendirmelerin şeffaf, yeterlilik, uygunluk, kıdem ve başarı ölçütlerine dayandırılması ve herhangi bir iş için o işe uygun yetenekli ve donanımlı kişilerin olmasına dikkat edilmesi anlamına gelmektedir. Bu kapsamda, Karatepe ve Kurnaz’ın (2019) işaret ettiği üzere liyakatın sağlanmasında 4 temel prensip bulunmaktadır. Bunlar:
- İş olanakları ve personel alımlarının kamuoyuna duyurulmasını sağlamak için iş herkesin erişebileceği araçlarla ilan edilmelidir. Açık, şeffaf ve ulaşılabilir olmalıdır.
- Eşitlikçi ve hakkaniyetli olmak tüm işe girişlerde gözetilmeli ve adalet duygusunun yıpranmamasına özen gösterilmelidir.
- İşe alınacak personel seçiminde öncelikle işin gerektirdiği bilgi ve donanım ile yeterlilik ve ehliyete sahip olmasına dikkat edilmelidir. İşe uygun olmayanlar üzerinden “muktedirsiz iktidarlar”yaratılmamalıdır.
- İş için en iyi aday seçilmelidir. Adama göre iş değil, işe göre adam anlayışının hâkim kılınması, o işi en iyi şekilde yerine getirebilecek adaya verilmesi amaçlanmalıdır.
Bu nedenle kamu personel yönetiminin hedefi, kamu hizmetlerinin tüketicisi veya müşterisi olan tüm vatandaşlara en iyi hizmeti sunmak olmalıdır. İnsanın haksızlığa uğramasının hem devlete hem de toplumdaki diğer kişilere öfke ve kızgınlık duyulmasına neden olacağı hiçbir zaman akıldan çıkartılmamalıdır. Bireyin haksızlığa uğraması sisteme ve devlete kin ve düşmanca tavır alınmasına yol açabilir. Kamuda, sokakta, sağlıkta şiddet olaylarının altında yatan nedenlerin başında haksızlığa uğrama meselesinin geldiği de unutulmamalıdır.
Bu konuda belli bir alanda uzmanlaşmış, iyi eğitim almış, sınavları başarıyla kazanmış, kariyerinde ilerlemiş, yüksek zekâ ve yetenek düzeyine sahip, çevresindekilerle ve yaptığı iş gereği sağlıklı iletişim kurabilen insanların yönetimi anlamına gelebilecek olan meritokrasinin de liyakat kavramını imlediği görülür. Bu anlamda meritokrasi, daha seçkinci bir anlayışa vurgu yaparken liyakat “işe uygun kişinin seçimi” anlayışını ön plana çıkarır. Sonuç olarak, liyakat esaslı işe alımların hem seçen kurulun hem de işe seçilenlerin adil davranılarak hak etmesi ve o işe hakkını verecek biçimde donanımlı olması bürokrasinin ve devlet yönetiminin başarıya ulaşması için şart görünmektedir.
Yine dönüp dolaşıp demokrasi konusuna geliyoruz. Demokrasi, halkın egemenliğine dayanmaktadır. Ama Platon’un belirttiği gibi, milletin kendini yönetecekleri seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi otokrasiye dönüşebilir ve daha ağır-adaletsiz uygulamalarla karşılaşılabilir. Platon’dan bu yana birçok filozofun toplumda daha bilgili, daha yetenekli bilge insanların yönetime gelmesini istemeleri bu kişilerin adil, eşit ve hakkaniyet ilkelerine uygun davranacakları inancından kaynaklanmaktadır. Diğer yönetim biçimlerinde bulunan yöneticiler gibi şan-şeref peşinde koşmayacaklarını ileri sürülmektedirler (Göze, 1987). Böylece hem “iyi bir devlet” hem “iyi bir toplum yaşamı” hem de “mutlu birey” anlayışı gerçekleştirilmiş olacaktır. Ancak bu seçkinci düşünce günümüz koşullarında daha çok zaafa uğratılmakta ve totaliter uygulamalara yol açmaktadır. Bu nedenle, parlamenter sisteme dayalı demokratik bir yönetim anlayışının daha eşitlikçi bir anlayış olduğu söylenebilir. Tabii ki demokrasi sorunsuz bir rejim değildir. Fakat yine de yönetimler içinde uygulanabilecek en ehven-i şer olanıdır, diye düşünülebilir. Sorun yine Habermas’ın ifadesiyle müzakereci demokrasi ilkesinin yerleştirilmesi ve Sokrates’in ifadesiyle ‘kendini bil’en insan olarak siyasetçilerin yönetime gelmesi ve işe uygun insan seçimiyle ilgilidir. Fakat bilinmelidir ki, her zaman teori pratiğe uymayabilir, sorunlar çözülür ama yeni sorunlar her zaman çıkar. Devletin yönetimindeki devamlılığı da bu sorunları sürekli çözme konumunda bulunmasıyla alakalıdır. Bu anlamda, anayasal devlet düzeninde seçimle iş başına gelen bir iktidar anlayışının gerekliliğini ortaya koyacak demokratik bir yönetime ihtiyaç vardır. Bu yönetim özgürlük, eşitlik ve hakkaniyet ilkelerini gözeten bir anlayışla hak ve görevlerini sürdürme konumunda olmalıdır. Dolayısıyla, metnin başlangıcında vurgulandığı üzere liyakatın yalnızca kamuda işe giriş koşullarında değil, aynı zamanda devlet yönetiminin her kademesinde uygulanması, hem sorumlu vatandaş olabilmenin hem de devletin sürekliliğin sağlanması açısından önemli ve gereklidir.
KAYNAKLAR
*GÖZE, A. (1987) Siyasal Düşüncelere ve Yönetimler. İstanbul: Beta Basım ve Dağıtım.
*KARATEPE, S. ve KURNAZ, S. (2019) Kamu Yönetı̇mı̇nde Lı̇yakat İlkesı̇: İngı̇ltere Örneğı̇ Üzerı̇nden Türkı̇ye İçı̇n Bı̇r Değerlendı̇rme Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi XLVI, s.77-104
*ÖZGEN Mehmet Kasım (2018) Farabi’nin Adalet Anlayışı, Temaşa, Sayı: 8, s. 43-63.
———————————————–
Kaynak:
https://www.akademikakil.com/devlet-yonetiminde-liyakat-neden-onemlidir/aylingorgunbaran/