İslam’ın Hz. Peygamberin vefatıyla başlayan tarihi, kaygıların, ayrılıkların, kavgaların tarihidir. Hz. Muhammed’in ortak bir amaç etrafında toplamaya başardığı Araplar, onun vefatından sonra önce kendi aralarında parçalandılar. Sonra da fethedilen topraklardaki halklar arasında memnuniyetsizlik yaratan ve dinin özünden değil, yönetici sınıfın tahakküm arzusundan beslenen tepkilere kaynaklık ettiler. Bu farklı coğrafyalar, kendi geçmiş mirası ve kültürüyle tepkisini mezhep adı altında kurumsallaştırdı. Türkler amelde Ebu Hanife’ye, inanç doktrininde de Maturidi’ye tâbi oldukları halde, bu iki bilginin inanç felsefesinin Türk coğrafyasında gerektiği gibi anlaşılıp yaşanabildi mi; Ebu Hanîfe hangi endişelerden hareketle mezhep felsefesini oluşturdu, onun hareket ilkeleriyle dini alanda bugün yaşadığımız sorunlarımız arasında ne tür paralellikler bulunmaktadır gibi konuları, gazeteci Ayşe SUCU, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden, Kelam Anabilim Dalı Başkanı ve İngilizce İlahiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Şaban Ali DÜZGÜN’ e sordu.
Günümüzde din alanında yaşanan sorunlar ve tartışmalar gözönüne alındığında, bu mülâkatta ele alınan konuların güncelliğini muhafaza ettiğine inandığımızdan, yayınağımızda yayımlanmasının uygun olacağını düşündük.
*****
Ayşe SUCU: “Entelektüel Milliyetçilik” şeklinde bir kavramsallaştırmanız var. Bundan kastınız nedir? Türkiye’de bunu kullanan ilk ilahiyatçımız sizsiniz bildiğim kadarıyla…
Ş. Ali DÜZGÜN: “Entelektüel Milliyetçilik”i, ‘etnik temelli’ milliyetçiliğin ortaya çıktığı 17. yüzyıldan önceki ‘zihniyet ve düşünce birlikteliğini’ tanımlamak için kullanıyorum. Entelektüel milliyetçiliğin kurumsallaşmış hali, mezheplerdir. Arap unsurların daha hakim olduğu Şafiilik ve Eş’ariliğin karşısında, bir taraftan Hanefi ─ Maturidî çizgisi, diğer taraftan da Mutezilî düşünce, entelektüel milliyetçiliğin ana temsilcileri durumundadırlar.
Ayşe SUCU: Peki mezhep temelinde böyle bir ayrışmayı, hangi faktörler tetiklemiştir?
Ş. A. DÜZGÜN: Kabile kültürünün hakim olduğu Arap toplumunun yeni fethedilen topraklardaki kültürleri özümsemeleri kolay olmamış ve Ben-i İsrail’in kendini Yahudilikle özdeşleştirmesi gibi Araplar da kendilerini Müslümanlıkla özdeşleştirerek, başka coğrafyaların Müslümanlarını mevâli adıyla ayrımcılığa tabi tutmuşlardır. Beni İsrail’in (ırk) Yahudi (din) oluşu ile başka milletlerin Yahudi oluşu arasındaki derece farkı, Arapların Müslümanlığı ile başka milletlerin Müslümanlığına transfer edilmiştir. Kabile ve klan tahakkümünden insanları özgürleştirmeye çalışan Hz. Peygamberin mirası bu kabile mantığıyla talan edilmiş ve insanları Kureyş’e mahkûm eden bir söylem geliştirilmiştir. Bu söylem, kendine Kur’an’dan destek bulmakta zorlanınca hadis uydurma yoluna başvurmuş ve hilafeti Kureyş’e tapulayan bir konformizm (dini ahkâmın mevcut siyasi yapının devamına hizmet edecek şekilde geliştirilmesi) yaratmıştır.
Ayşe SUCU: Bunun kaynağı ne?
Ş. A. DÜZGÜN: Hz. Peygamberin vefatının ardından Kureyş yahut Arap kimliğinin birincil kimlik olarak öne çıkarılarak, İslam’ın Arap kimliğine tâbi kılınması, fethedilen yeni coğrafyalarda Arap olmayan kimliklerin mevâli (köle kökenli) olarak adlandırılarak ikinci sınıf görülmesi, başta Türkler ve İranlılar olmak üzere Arap olmayan unsurlarda böyle bir refleksin gelişmesine sebep olmuştur. Kureyş’in dili, kültürü ve siyasal otoritesinin yüceltilmesi diğer Arapları da bu tepkinin bir parçası yapmıştır.
ARAP OLMAYANLARA DÜŞMANLIK KUR’AN YORUMLARINA KADAR UZANDI!
Ayşe SUCU: Bu tepkinin yansımaları neler?
Ş. A. DÜZGÜN: Meşhur âlim Süfyan b. Uyeyne’nin “Kûfe’de her şey yolunda giderken üç köle çocuğunun düzeni bozduğu” sözünü buradan hatırlatalım. Bu köle çocukların başında Ebu Hanife’yi saymaktadır. Bozgunculuğuna gösterdiği gerekçe; Ebu Hanîfe’nin akla ve serbest düşünceye yaptığı vurgudur. Unutmamak gerekir ki akla yapılan vurgu, Arapları temsil eden Hicaz ekolüyle, “Arap” olmayan unsurların temsil mekânı olan Irak/Kûfe ekolleri arasındaki en belirgin özelliktir. Bazı Arap âlimlerin, Arap olmayan unsurlara düşmanlığı Kur’an yorumlarına dahi uzanmıştır. Toplumları bozmaya ve ahlaksızlığı yaymaya çalışan her türlü milleti tanımlamak için kullanılan ye’cüc ve me’cüc sıfatını, Türkler olarak yorumlayarak dejenere etmişler ve daha kötüsü, Peygamberin fethedileceğini müjdelediği İstanbul’un Türklerin işgali altında bulunduğunu ve hala fethedilmeyi beklediğini söyleyecek kadar bu dejenerasyonu ileriye taşımışlardır.
Benzer şekilde, İran kökenli Müslümanların düşüncelerinin zındıklıkla (zend, kökünden gelmekte ve İran’ın kadîm dinsel kültürüne işaret etmektedir) etiketlenerek reddedilmesi, yine bu Arap merkezli düşünce oluşturmanın bir başka dışavurumudur.
Ayşe SUCU: Farklı bir yöntem geliştirerek Hanefî – Maturîdî çizginin yaratmaya çalıştığı nedir sizce?
Ş. A. DÜZGÜN: Onların ana çabası, Kur’an’ın Arap yerelliğince boğulmasını engelleyerek, evrensel olarak anlaşılmasını ve rasyonel bir şekilde temellendirilmesini sağlayacak bir doktrin geliştirmekti. Bu mezheplerin Kuran ve Hadis algısı ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemi incelendiğinde, daha evrensel bir zemin yaratmayı mümkün kılan Kuran’a ve insan aklına (yani ictihada) büyük vurgu yaptıklarını, Arap kültürünün başka coğrafyalara transferinin en etkin aracı durumunda ki “hadislere” mesafeli yaklaştıklarını Arap/Hicaz kültürünü, evrenselleştirmenin yöntemi durumundaki “kıyası” reddederek aklın ve vicdanın önerdiği “istihsana” ağırlık verdikleri görülür. Böylece, mikro Arap/Kureyş milliyetçiliğiyle Kur’an’a bağlılığı, Arap kültürüne (yerelliğe) bağımlılığa dönüştüren yapıyı esnetmeyi hedeflemişlerdir.
Ayşe SUCU: Nasıl bir yerellik ve evrensellikten bahsediyorsunuz?
Ş. A. DÜZGÜN: Hanefîlerin Şafiiliğe karşıt olmak üzere Hadis’e sistemlerinde çok az yer vermeleri ve siyasi olayların kendisini din renginde gösterdiği Hz. Ali ve Hz. Osman dönemini referans olarak almamaları başka bir deyişle son iki halifeyi “icmâ’da” otorite kabul etmeyişleri, bu yerellik ve evrensellik mücadelesinin ipuçlarını vermektedir. İlk defa Hadis metinlerinin Kuran ile uyum göstermesi şartını getiren, icmâ’da da, (bilginlerin bir konudaki ortak kanaatleri) tevatür isteyen Hanefiler, Arap toplumunun kendine özgü kültürünün, düşünce ve yaşam biçiminin evrenselleştirilmesini, mümkün olduğunca, bloke etmeye çabalamışlardır. Bu blokaj, Peygamber sonrası yaşanan siyasî tartışmaların, dinî tartışmalar kisvesine bürünerek başka Müslümanların zihnini istila etmesini engellemek istemişlerdir. Ama bu çabanın sonuç verdiğini söylemek mümkün değildir. İslam’la ilgili tartışmaların, ne kadarı İslam’ın siyasi tarihinin ne kadarı dinî tarihinin bâkiyesidir, sorusuna net bir cevap verilememesi, onların çabalarının çok da etkin olmadığını göstermektedir.
DİNİN RUHU KABUĞUNA KURBAN EDİLİYOR?
Ayşe SUCU: Bugünkü İslam anlayışımız ile Arap yerelliği diye karşı çıktığınız lokallik arasında nasıl bir durum var?
Ş.A.DÜZGÜN: Bugünkü İslam algımızın, kendi toprağımızdan biten ve kendi kültürümüzle beslenen bir yapının yaratması gereken sonuçların çok uzağında olduğunu rahatça söyleyebilirim. Günümüz Müslümanları, çalmayacaksın, öldürmeyeceksin gibi insanın temel hak ve ödevleri üzerine oturan dinin evrensel ilkelerinin yaşam alanı bulup bulmadığından daha çok, dinin görünürlüğünün artıp artmadığını dindarlığın kriteri olarak saymaya başladılar. Gazali’nin el-Münkız adlı eserinde tanımladığı şekliyle, dinin ruhunun, kabuğuna kurban edildiği bir hali yaşıyoruz. Böyle bir zihniyetin faturasının kesileceği adreslerin başında, Fıkıh anlayışımız ve bu anlayışı günümüze taşımanın yegâne aracı durumundaki gelenekçilik gelmektedir.
Ayşe SUCU: İslam coğrafyasına baktığımızda bahsettiğiniz Hicaz ve Kûfe ekollerinden hangisi daha hâkimdir? Ayrıca, İslam ülkelerindeki düşünce ve yaşam fakirliğinin bununla bir ilintisi var mıdır?
Ş. A. DÜZGÜN: Biliyorsunuz; Kuran Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı ve Mâverâünnehir bölgesinde anlaşıldı, denir. Kuran’ın anlaşıldığı bölge, Arapların ikinci sınıf sayarak ötelediği Türk ve İran coğrafyasıdır. İslam kendisini medeniyetin zirvesine taşıyan kültür kodlarını bu coğrafyada keşfetmiş ve bütün potansiyellerini burada aktüelleştirmiştir. Hanefi ─ Maturîdî çizgi dediğimiz entelektüel birikim bunun kanıtıdır. Hem Anadolu Selçukluları’nda hem de büyük Selçuklular’da bu çizginin kalın hatlarıyla hâkim olduğunu, hem düşünce hem de yaşam pratiklerinde bir hoşgörü ikliminin yaratıldığını görürüz.
Ayşe SUCU: O halde Selçukluların elleriyle kurdukları Nizamiye Medreselerinde eğitimlerine neden Maturîdîliği değil de, Eş’ariliği temel yapmışlardır?
Ş. A. DÜZGÜN: Bunun sebebi kanaatimce tamamen stratejiktir. Selçuklular, Fatimiler’in Kahire’de kurdukları Şiî Ezher Medreselerinin, kendi yönetimlerinde yaşayan ve Eş‘arî mezhebine ait olan Arap nüfusu etkilemesini engellemeyi ve bu nüfus üzerinden Şii doktrinle mücadele etmeyi hedeflemişlerdir. Zira eğitim müfredatını Eş’ariliği yaslamanın ötesinde, Selçuklular’ın atanan yargıçların Hanefî olmalarına özellikle dikkat ettiklerini biliyoruz.
ENTELEKTÜEL MİLLİYETÇİLİK CUMHURİYET DÖNEMİNDE ETE KEMİĞE BÜRÜNDÜ!
Ayşe SUCU: Cumhuriyetin kurucu iradesini, Kuran’ı Kerim’i ve Sahih-i Buhari’yi tercüme ettirme çabası ile bu konuyu nasıl irtibatlandırırız?
Ş. A. DÜZGÜN: Atatürk’ün Elmalılı Hamdi Yazır’a Kuran’ı tefsir ettirmesi ve Babanzâde Ahmet Naim’den de aynı zamanda kendisi Buharalı bir Türk âlimi olan Buharî’nin eserine ilişkin çalışma talebi aslında baştan beri, Hanefi ─ Maturidi çizgi olarak tanımladığım entelektüel milliyetçiliğin, Cumhuriyet döneminde ete kemiğe bürünmesinden ibarettir. Cumhuriyeti kuran irade, Kuran’ın aklî, insanî, vicdanî öğretisini, tarihte yer tutan farklı İslam gerçekliklerinden arındırarak, evrensel bir zeminde seslendirilmesine hizmet etmeyi amaçlamıştır.
Ayşe SUCU: Günümüzde Hanefî-Maturîdî düşünce dizgesi, sizin söylediğiniz gibi entelektüel boyutta anlaşılıyor ve yaşanıyor mu?
Ş. A. DÜZGÜN: Maalesef, Hanefîlik içerdiği insanî ve ahlakî ilkelerden koparılarak, salt bir fıkıh mezhebine indirgendi. Hanefîliği tamamlayan Maturidî düşünce boyutu özellikle ıskalandı. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu, işleyişine en iyi hizmet edecek bir fıkıh sistemi önerdiği için Hanefîliği benimsedi. Ama bu Fıkhın Kelamî ve Felsefî boyutunu tamamlayacak olan Maturîdîliği, bireysel düşünceyi öne çıkardığı için, medreselerine yaklaştırmadı. Aksine merkeziyetçiliği öneren ve bireysel düşünceyi yok sayan Eş’arîlîği destekledi. Osmanlı bir İmparatorluk olduğunu, felsefeden daha çok yönetimi kolaylaştıracak fıkha öncelik vermiş, en büyük bilginlerini Fıkıh alanında yetiştirmiştir. Bu söylediğimiz, imparatorlukların filozoflarının olmadığı, gerçeğiyle örtüşür. Roma İmparatorluğu ve Büyük Britanya örneklerinde olduğu gibi.
Ayşe SUCU: Peki Hanefi mezhebinde istihsan olarak bilinen yöntem neden işletilemedi?
Ş. A. DÜZGÜN: Biliyoruz ki istihsan, kıyasa karşı geliştirildi. Kıyas, bütün İslam coğrafyalarını tek tipleştirmenin yollarından biridir. Tek asıl kabul edilir ve karşılaşılan her problemin çözümünün ana referans noktası buna göre belirlenir. Hanefîler buna karşı, kanun koymanın amacına ve hikmetine yoğunlaşmayı mümkün kılan ve farklı coğrafyalardaki insanların da iyi, güzel ve faydalı gördüklerine hayat hakkı tanıyan istihsanı geliştirmişlerdir. Bu yöntem, şer‘î’den daha çok meşrû bir zemin arayışıdır ve geliştirilen hüküm bir hikmete ve amaca odaklanır. Kanun koymadaki hikmeti (teknik ifadesiyle makâsıdı ve maslahatı ıskalayan, emirlerin ve yasakların hikmetlerini kötürümleştiren katı bir fıkıh anlayışı, İslam’ı salt katı kurallar dini olarak resmetme hatasını da beraberinde getirir. Onun için, kıyas ve istihsan arasındaki çatışma, iki ayrı hüküm çıkarım yöntemi olmanın yanında, farklı iki dünya görüşünü temsil eder.
Ayşe SUCU: İlişkilerin, yargıların çoğu zaman düşünceler üzerinden değil de semboller üzerinden oluşması tamda bunun göstergesi diyebilir miyiz?
Ş. A. DÜZGÜN: Elbette… İnsanları düşünceleri üzerinden değerlendirmek hem bir birikimi hem de bir çabayı gerektirir. Birikim ve çaba fakiri insanların, en kolay yargı yolu, sembollerdir. Üzücü olan tarihsel entelektüel birikimimizin, hem kendimizi konumlandırmada hem de farklı etnik ve dini kimliklerin iç içe geçtiği çağdaş toplumsal yapıda bizi destekleyecek kudretinin açığa çıkarılamamış olmasıdır.
Ayşe SUCU: Bu olumsuzlukları ortadan kaldıracak bir projeniz var mı?
Ş. A. DÜZGÜN: “Dinin kültürel yorumu” dediğim ve farklı coğrafyaların ve çoklu kimliklerin birikimini karşısına değil yanına alan bir din anlayışı geliştirmek… Tarihin herhangi bir kesitinde yaşanmış olan İslam’ın tezahürünü, İslam’ın kendisinden ayırmak… Reel olana değil, ideal olana odaklanmak; değerlerini sadece Müslümanlar için değil bütün insanlık için üreten; düşünce ve davranışlarında Müslümanlığı değil insanlığı standart olarak koyan ve sembollerin altındaki düşüncelere inme kabiliyetini geliştiren bir müminler topluluğunu yaratacak etkin bir düşünce geliştirmek benim projemdir.
————————————————————-
Kaynak:
http://www.Ayşe SUCU.com/haber/PROF-DUZGUN-AYŞE SUCU-A-KONUSTU-DININ-RUHU-KABUGUNA-KURBAN-EDILIYOR/90904