Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ
Bu sayıda dil yazıları yazacağız. Ama biz dil deyince kelime anlıyoruz. O yüzden belki bir asırdır, belki de daha fazla, dil değil de kelime yazısı yazıyoruz. Rahmetli Tarık Buğra’dan ilham alarak yazayım: Lisan deyince kelimeleri anlarsak ne kaybederiz? Cevap şöyle: Lisanı kaybederiz![1]
Adını sık andığım sosyolog Ernest Gellner, “Lisan kültürün bir unsuru değildir, lisan kültürdür” diyordu[2]. Başka bir sosyolog, Laitin, toplumların kimliklerini algılayışları hakkındaki makalesinde, “Lisanı kültürün ‘kaimesi’ (Proxy) olarak kullanıyorum. Kültür asimilasyonunun göstergesi dil asimilasyonudur.[3]“ diye yazıyordu. Kimi okursanız okuyun sonuç çok farklı değil: Laitin’e göre Dil kültürün, kültür de kimliğin göstergesidir. Gellner’e göre ise ta kendisi.
Hâl böyle olunca sorumuzu soralım: İki asırdır dünyayı hem siyaset hem de kültür yönünden baskısı altına alan hangi kimlik, hangi milliyettir? Cevap İngiltere ve ABD’dir. İkisinin de dili aynı, İngilizce. Peki İngilizce’deki kelime haznesinin yüzde kaçı İngilizce, veya—hadi bize benzetelim— “Özingilizce”dir? Dilci John McWhorter üşenmemiş, oturup saymış. İngilizce’nin en büyük sözlüğü hâlâ Oxford Lugati’dir. Oradaki kelimelerin etimoloji bakımından İngilizce olanları yüzde birin altında[4]. Rakamla % 01’in altında! Eh, dil kültür, kültür de kimlik demekse İngiliz ve Amerikanlar dünyanın bir numaralı milletleri ve devletleri iken dilsiz, kültürsüz ve kimliksiz miydiler? Bu sorunun cevabı açıktır: dil kelimelerden ibaret değildir.
Onlar acıkır, bizim karnımız acıkır.
Dil kelimelerden başka nedir?
Dil onu konuşan millete has bir dünya anlayışıdır; belki bunu ana dili farklı biri daha iyi görür. Dâhi matematikçi rahmetli hocam Japon asıllı Türk Gündüz İkeda (daha önce Masatoşi İkeda idi), bana heyecanla anlatmıştı: “’Karnım acıktı’ diyorsunuz. Türkçe bu kadar objektif bir dil. Başka hiçbir lisanda bu yoktur. Sadece ‘ben açım’, olmadı, “acıktım” denir. ” İşaretle karnını göstererek söylerdi, “’karnım acıktı’ yalnız Türkçe’de var”.
Lisan tabiî, bir kısmı unutulmuş hâtıralardır da… Eskiler nasıl sayı sayarmış? (Rahmetli dedem de öyle sayardı.) Sağ elin parmakları tek tek kapanır, “bir, iki, üç…”. “Beş” deyince sağ el yumruk olmuştur. Şimdi tek tek açarak devam ederiz, “altı, yedi…”. On dendiğinde el başlangıç durumundadır. Ona varıldığını unutmamak için sol elin bir parmağı kapanır. Sonra tekrar… Yirmide sol elin ikinci parmağı kapanmıştır… Derken “kırk dokuz ve elliğ”. Evet, bu bir klavye hatası değildir. Sol el kapanınca “elliğ” olur ve elli işte bunun için ellidir. Sonra sol elin parmaklarını açarak devam edersiniz… Bu usulle Çinlilerin abaküs denen hesap tahtalarına gerek kalmadan yüze kadar çıkabilirsiniz. Acaba yüze gelindiğinde iki avuç açık olduğu için mi “yüz” demişler, onu bilmiyorum. Aritmetik öğrenirken ettiğimiz “elde var iki” gibi lâfların kaynağı bu Türk sayı sayma usulüdür.
Dünyaya bize has bir bakışın getirdiği söz dizimidir, yapı kurallarıdır. Mesela bizde ön ek yoktur. “İnter-national” bir zamanlar zorlanıp da tutmadığı gibi “arsı-ulusal” yapılamaz. Yapılsa yapılsa “milletlerarası” yapılır. (Evet Arapça kelimelerle yaparsınız: Beynelmilel.) Ne kadar aksini savunursanız savunun isimden sıfat yapan “sel”, “sal” da yoktur[5]. “Penceresel cam”, “kapısal tokmak” tamlamalarını yadırgıyorsunuz da “anayasal düzen”, “kamusal alan” size tabiî mi geliyor. Bir daha düşünün lütfen.
Erkek ayakkabılar, kadın pantolonlar
Biz Atatürk Caddesi, Vatan Caddesi, Talatpaşa Bulvarı deriz. Atatürk Cadde, Vatan Cadde, Talatpaşa Bulvar, İngilizce veya Fransızca’ya özentidir. Öyle demeyiz… mi? Karanfil Sokak, Bayındır Sokak… İş sokak isimlerine gelince niçin rahatsız olmuyorsunuz. Daha doğrusu babalarınız rahatsız olurken siz İngilizleştiniz mi? En son ne zaman Kadıköyü dediniz? (Karaköy, Yeşilköy olur. Kara, yeşil sıfattır çünkü ama köye kadılık rütbesi verilemeyeceğinden, Kadıköy olmaz.)
Mağazalarınızda “kadın pantolon”, “erkek ayakkabı”, süpermarketlerinizde “deveci armut”, “Amasya elma” satılıyor mu? Halbuki Türkçede pantolon ve ayakkabının cinsiyeti yoktur. Cinsiyet onları giyenlere aittir. O yüzden biz, “kadın pantolonu”, “erkek ayakkabısı” derdik. Armutun devecisi, elmanın Amasya’sı olmaz. Devecinin armutu, Amasya’nın elması olur. Biz o yüzden deveci armudu, Amasya elması deriz. Migros ve Tesco ne der bilemem. O sektörler yeterince küreselleşmediğinden midir, mesela henüz, “not defter”, “otobüs bilet”, “uçak pist” demiyoruz ama eli kulağındadır.
Ta ki nereye kadar?
Bu yazıyı “ta ki sonuna kadar” okuyacak mısınız? Öyle yapacaksanız bilin ki, Türkçe’de böyle bir cümle olamaz. Ben bu yapıyı ilk defa televizyonda, Arı Türkçe, “Öztürkçe” felâketlerinin en azgın döneminde duymuş ve çok şaşırmıştım. Çünkü “ta” muhakkak ki etimolojik olarak Türkçe değildi ama yukarıda verdiğim McWhorter’in anlamında Türkçe idi. Yahya Kemal’in;
Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi
Ta ki susmasın ezanlarla müeyyed namın
Gaalib et çünkü bu son ordusudur İslâmın
mısralarında kullandığı gibi nefis bir ifadeydi ve şart bildiriyordu. Öyle ki, öyle yap ki şu sonuç elde edilsin anlamındaydı.
Bir de bana, babaannemin, dedemin dilindeki, “bolaki”yi hatırlatıyordu. Meselâ yola çıkıyorsak “bolaki hava bozmaya” denirdi. Kimbilir “olmak” fiilinin başındaki “b” nasıl orada kalmış, Oğuz Kağan destanının “kün tuğ bolsun”undaki bolmak gibi bana kadar gelmişti!
Ama 1970’li yıllara ve televizyon yıllarımıza gelinceye “ta ki….kadar” yapısını duymamıştık. Allah ve Türkçe affetsin: “Ta ki televizyona kadar !”. Bu yapıda da Türkçe’nin mantığının katli vardır. Kadar ile biten cümlelerde önemli olan “neye kadar”, “nereye kadar”, “ne zamana kadar” kısımlarıdır. Çünkü Türkçe cümlelerde kavramlar önem sırasına girer, en önemli olan en sonda yer alır. Bakın bu son cümleyi virgül etrafında ters yüz edin, devrik cümle tadı verecektir: En önemli olan en sonda yer alır, çünkü Türkçe cümlelerde kavramlar önem sırasına girer. Dolayısıyla Türkçe’de her şey söylendikten sonra asıl belirtilmek istenen “kadar” gidip başköşeye, yani cümlenin sonuna oturur. İngilizce’de bunun tam tersidir. Cümle, “kadar” anlamına gelen “until” ile başlar. Meselâ biz, “Çocuk okuldan çıkıp eve gelinceye kadar ” deriz. Bunun İngilizce’si şöyledir: “Kadar çocuk okuldan çıkar ve eve gelir”. Şimdi bizim küreseller bile böyle bir cümleye cesaret edemeyecekleri için şu orta yolu bulmuşlar: “Ta ki çocuk okuldan çıkıp eve gelinceye kadar”. Tam bir piç[6]! İnsan bir tek diş ağrısına alışmaz derler. Buna da alıştık.
Bir lisanın çocukları söz dizimi kurallarının ihlalini hissetmemeğe, bozuk yapılar kulaklarını rahatsız etmemeğe başlarlarsa, bu, yabancı kelimelerin ithalinden daha vahimdir. Bir kelimenin yerine bir başkası geçebilir. Bu başkası ödünç alınmış bir kelime de olabilir. Fakat dilin yapısı yabancılaşmaya başlarsa en doğru kelimelerle bile konuşup yazsanız, o dil artık sizin diliniz değildir. Söz diziminin yabancılaşması hakkında Özkan ve Musa’ya[7] hak vermek lâzım:
Dillerin birbirlerinden kelime alıp vermesi, tabiî ve kaçınılmaz bir olaydır. Kelime alışverişi, dilin söz dizimi yapısındaki değişiklikler kadar tehlikeli değildir. Zira söz dizimi, dilin yapısı demektir. Dilin söz diziminde meydana gelen herhangi bir değişme, dilin genel yapısını, dolayısıyla dilin tabiâtını etkiler.
Dil musikidir
Kelimeler, tamlamalar, yapılar… Sonra? Sonra dilin musikisi var.
Bu musiki burada mevcut değilse bu musikiyi tanıyanlar bu yazdıklarınızdan rahatsız olur. Bu bir hakikattir.
Paragrafta kasten beş defa “bu” kullandım. Rahatsızlık duyduğunuzu, ne kadar kötü yazmış dediğinizi ümid ediyorum. Çoğunluk buna da alışmış. Tekrarın kendisi, eğer şuurla, meselâ vurgulama için veya âhenk için yapılmıyorsa rahatsızlık verir: “Sonra âhenk diye bir şey var, musiki diye bir şey var, ritm diye bir şey var, zamanlama diye bir şey var…” Böyle bir tekrar kastîdir ve güzel de olabilir. Fakat yukarıdaki “bu”lu paragraf kabul edilemez.
Aynı cümle içindeki kelime tekrarları rahatsızlık verir. Hatta aynı kelime olmasa bile ses tekrarları rahatsızlık verebilir. Kelime tekrarları bir birine yakın cümlelerde bile tehlikelidir. “Bu”lu paragrafta böyle bir tekrar da var.
Biz atlıyız bize mehter gerekir
Dilin müziğinin zirveye çıktığı yer her halde şiirdir:
Bu vatan toprağın kara bağrında,
Sıra dağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda,
Kendini tarihe verenlerindir.
Duyuyorsunuz değil mi? İsterseniz parmaklarınızla tempo tutun; daha iyisi birine tutturup siz dinleyin: Taktaktaktaktaktak… Taktaktaktaktak. Kulağınız ikinci grupta birinci gibi altı vuruş beklerken beşte kesilir ve siz bir sona gelindiğini anlarsınız. Mısranın sonu. Bu ritim, nasihata yakın bir söyleyiştir. Anlattıklarımı hissediyorsanız bilin ki bu kulağınızın yıllar yıllar boyunca duyup öğrendiği bir müziktir. Onu herkes ve her dil duyamaz.
Sonra aynı şiirin son mısraları gelir:
Gökyay’ım ne desem ziyade değil.
Bu sevgi bir kuru ifade değil.
Tempo değişmiş, hızlanmıştır. Artık nasihat ritmindeki 6 + 5 yerine bakın ne var: Taktaktak… Taktaktak… Taktaktak… Taktak. 3 + 3 + 3 + 2. Bunu da lütfen ya kendiniz vurun veya –daha iyisi– bir başkasına vurdurup dinleyiniz. Şiir sanki tırıstan dörtnala kalkmıştır. Burada sesinizi yükseltebilir, haykırabilirsiniz. “İkin ara kişi oğlu kılınmış. Kişi oğlu üze eçüm apam Bumın Kağan, İstemi Kağan olurmış” gibi. Cümle sonları hâriç “2 + 2 + 2…”. Fakat at yürüyüşünün ikili temposunun belki en kusursuzunu Yunus Emre’de buluyoruz:
Tenim toprak tozar yolca nefsim iltir beni önce
Gördüm nefsin burcu yüce kazma aldım kazar oldum
Tarih derslerinde anlatırlar. Türk Ordusu’nda 60 bin, 70 bin, yüz bin süvari… Öğrencilerime bir gün sordum —iletişim teknolojileri öğretiyoruz ya— gözünüzün önüne bir meydan muharebesini getirin. Varna’yı, Mohaç’ı… Emrinizde şu kadar süvari var. Şimdi onlara önce tırısta düşmana yaklaşmaları ve tam düşmanın ok menziline girdiklerinde dörtnala hücuma kalkmalarını emredeceksiniz. Nasıl yaparsınız? Duman işaretinden bayrak sallamaya kadar çözüm teklif edildi[8]. Sonra mehterin Hücum Marşını çaldım[9]. Lütfen dipnotta verdiğim bağlantıdan çalıp dinleyin. Gökyay’daki ritim değişmesi ile bu ne kadar bir birine benzemektedir. Hücum Marşı da bize Hun Orduları’nın askerî müziğini, hatırlatmalıdır. Onlar da on binlerce süvariyi yönetmekteydi. Başkalarının piyade ordularına trampet ve boru yeterdi. Biz atlıydık, bize davul, hatta kös lâzımdı. Davulla kösü de süvarimiz gibi atlara, develere bindirip taşırdık. Onlar hem komuta-kontrol aletleriydi hem de bize moral, düşmana korku verirdi. Belgrad muhasarası sonundaki teslim anlaşmasında karşı taraf mehterin susmasını da rica etmiş…
Nazım bilmeden nesir yazılmaz
Allah rahmet eylesin, hayatımdaki önemli terbiyecilerden biri, İzmir Atatürk Lisesi’ndeki Edebiyat Hocam Behçet Altın Beyefendi’dir. Onun sınıfında aruz öğrenmeden birinci yarıyıldan ikinciye geçemezdiniz. Birinci yarıyıl teorikti ve sırf vezinden yazılı ve sözlü sınavlar yapılırdı. İkinci yarıyılda da her yazılı sınavda mutlaka bir vezin sorusu bulunurdu. Vezin için tahtaya da kalkardık. Aruz öğrenmek için her akşamüstü Ankara Radyosu’ndaki klasik Türk müziği korusunu dinler, güftenin veznini çıkarırdım. Aruz öğrenmenin en kolay ve etkili yollarından biri budur her halde. Sonunda, kâğıda veya tahtaya noktalar çizgiler karalamadan, vezinleri duyar oldum. Ben Fen Bölümü öğrencisiydim; Edebiyat Bölümü’nde ne yapıyorlardı bilemem!
Bütün bunlar neye yaradı? Okuryazar olmama. Çünkü lisan sadece kelimeler değildir. Sadece yanlıştan kaçınmak değildir. Bütün onlardır ama aynı zamanda dilinizin binlerce yıl öteden gelen müziğini duymak, içinizde hissetmek ve o müziği tekrar tekrar terennüm etmektir. Sonra kalem ustalarından defalarca duydum. Şiiri duymadan düz yazı yazılmaz. Aruzu duymadan nesir yazılmaz. Müziği duymadan yazamazsınız. Duyuyor musunuz?
O sesleri hâlâ duyan kulaklar
Bu sesleri duyanların azaldığından endişeliyim. Gençler, bazen İnternet’te sevdikleri şairlerin mısralarını paylaşıyorlar. Hata yapıyorlar ve ne yapan farkına varıyor ne de binlerce paylaşan.
“Zafer ümit kaynağının çeşmesidir.”
Aksaklığı duyuyorsunuz değil mi? Doğrusu:
“Zafer ümit kaynağının bir çeşmesidir.”
* * *
“Sandalla denizden geçen bendim ey sevgili!”
Öyle geçmesen de olurdu:
“Bendim geçen ey sevgili sandalla denizden.”
Müzik, “Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle”nin müziğidir. Lütfen duyunuz.
İnsanlar çocukluktan itibaren kendi müziklerinin ritmine, ses dizimine alışırlar. Dinleye dinleye
bir müzik cümlesinin nerede başlayıp nerede bittiğini öğrenirler. En önemlisi, dinledikleri müzikte her an ne bekleneceğini öğrenirler; o bekledikleri olmayınca, o değişimin de farkına varırlar. O yüzden diyorlar, insanlar, yabancı kültürlerin müziklerini anlayamaz. Yabancı müzik, o müziğin terbiyesini çocukluktan beri almamış kulaklara sanki hep aynı sesler tekrarlanıyormuş gibi gelir. Veya birbiriyle ilgisiz sesler sıralanmış gibi… Bilmediğimiz lisanın seslerini duyduğumuz halde kelimelerin ve cümlelerin nerede bitip nerede başladığını fark edemediğimiz gibi.
Bozkurtlar’ın Ölümü’nün en etkileyici sahnelerinden biri, eli kolu bağlı, tutsak Yüzbaşı Sançar’ın öldürülmesidir. Sançar, “Öküz kadar Yamtar’ı keçi kadar Çinli tutsak etmiş, götürüyor” diye katılarak gülmektedir. Kahkahalar atarken Çinlilerce öldürülür. Romanda Sançar sustuktan sonra Atsız konuşur:
“Yüzbaşı Sançar uçmağa varalı on üç yüz yıldan çok oldu. Onun düştüğü meçhul yerde, ay ışıklı yaz gecelerinde hâlâ ıstıraplı kahkahalar ve şeref ilahileri işitilir… Fakat o ıstıraplı kahkahaları herkes duyamaz. Onun yankılarını uzak, yakın ellerden, ancak içinde Tanrı Dağı’nın odu yanan gönüller sezer.”
Biz lisanımızın yapısını ve musikisini duymaya devam etmeliyiz. Biz onu duymazsak o yaşayamaz. Onunla birlikte “biz” de ölürüz…
Dipnotlar :
[1] Bir televizyon programında sunucu Tarık Buğra’ya sormuştu, “Hakikat yerine gerçek demekle ne kaybederiz?”. Tarık Buğra’nın cevabı nefisti : “Hakikati kaybederiz!” Bunu o gün kaç kişi anlamıştı, bugün kaç kişi anlar bilemem; benim hakikatli yarim…
[2] Gellner E, Thought and Change. Chicago, IL: University of Chicago Press (1964).
[3] Laitin DD, Identity in Formation: The Russianspeaking Populations in the Near Abroad. Ithaca, NY: Cornell University Press (1998).
[4] McWhorter JH, Power of Babel, sayfa 95. Harper Perennial (2003).
[5] Yüzbinlerce kelimeden cımbızla bulup çıkardığınız “kumsal” isimdir zaten, sıfat değildir. “Uysal” uymak fiilinden mi! O zaman devam edin: Tepmekten tepsel, yatmaktan yatsal…
[6] Dil konusunda “piç” kavramının kullanılmasını İngiliz Türkolog Geoffrey Lewis’ten öğrenmiştim. Sonra James McWhorter bunu bir kitabına başlık yaptı. Fakat Lewis’in kullanımı Türkçe hakkındaydı. “Süre” kelimesi için “Türkçe ‘sürmek’ fiili ile Fransızca ‘durée’nin gayrı meşru birlikteliğinden peydah olmuştur” diyordu.
[7] ÖZKAN, F. ve MUSA, B., “Yabancı Dillerin Türkçenin Söz Dizimi Üzerindeki Etkisi”, bilig, sayı 30: 95139 (Yaz / 2004)
[8] Bayrak sallanabilirdi ama herhalde o zaman süvarilerden birinin atı üstünde geri geri gidip kumanda mevkiini gözlemesi gerekirdi. Nasrettin Hoca gibi.
[9] http://www.youtube.com/watch?v=BmRA1U0krhg ; Bir dakika on saniyeden sonra tırıstan dörtnala geçişe dikkat ediniz.
Kaynak :
Yeni Türkiye Dergisi Türkçe Özel Sayısı’ndan alınmıştır. Sayfa: 810-814, Kasım-Aralık, 2013, Ankara