Doç.Dr. Rıdvan CANIM[i]
ÖZ:
Büyük Türk milliyetçisi şair ve yazar Yahya Kemâl Beyatlı’ya göre bir milletin konuştuğu dil, o milletin gerçek kimliğidir. Dolayısıyla O’na göre dil, millî kimliğin olmazsa olmaz parçalarından biri yani en önemli parçasıdır. Bu çerçevede Avrupa milletlerinin her birinin dili dolayısıyla millî bir kimliği olduğunu; buna rağmen ortak Batı medeniyeti içinde birlikte yer aldıklarını söyler ve bunun biz Türkler için de mümkün olabileceğini, geçmişte bunu büyük bir medeniyet kurmak suretiyle ortaya koyduğumuzu, bugün de Batı medeniyeti içinde aynı şekilde millî kimliğimizden ayrı düşmeden yer alabileceğimizi ileri sürer. Yahya Kemâl, Türkçeyi, yani konuştuğumuz dili, uzun asırlar boyunca bu topraklarda yaşayan farklı etnisiteye mensup toplulukların ortak dili olarak görür. Ona göre dil, bir milletin kimliğidir, yaşama biçiminin, hayat felsefesinin ortak ifadesidir.
Anahtar Kelimeler: Dil, Millet, Milliyet, Yahya Kemâl.
THE NOTION “NATIONALITY” OF YAHYA KEMÂL WITHIN
THE CONTEXT OF LANGUAGE AND IDENTITY
ABSTRACT According to Yahya Kemâl -major Turkish nationalist, poet and author, a language that a nation speaks is the true identity of that nation. Therefore, according to him, language is the most essential i.e. the most important part of national identity. Within this frame, he claims that each of European nations has their own national identity due to their languages; however they are located in common western civilization and this state can be possible for Turks who manifested it by means of founding a great civilization; and we can have a part in western civilization without drifting apart from our national identity. Yahya Kemâl considers Turkish language, the language we speak, as the common language of communities from different ethnicities living in this land. According to him, language is the identity of a nation and its common definition of life style and philosophy.
Keywords: Language, Nation, Nationality, Yahya Kemâl.
Giriş
“Dil ve Kimlik Bağlamında Yahya Kemâl’de Milliyet Düşüncesi” adını verdiğimiz böyle bir konuya girmeden önce belki genel mânâda “millet”, “milliyet”, “milliyetçi”, “milliyetçilik” kavramlarından ne anladığımızı veya söz konusu kavramlardan genel anlamda ne anlaşılması gerektiğini ortaya koymamız gerekiyor. Buna göre;
Millet; 1. Din, inanç, ilâhî hükümlerin tamamı, şeriat: Millet-i İbrahim. 2. Mezhep, dînî meslek. 3. Bir din veya mezhebe mensup olanların tamamı, ümmet: İslâm milleti. 4. Topluluk, cemaat: Küfür tek millettir. 5. Sınıf, kategori, cins, tâife: Talebe milleti. 6. Halk: Millete söz geçirmek mümkün değil. 7. İnanç, ortak tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk, kavim: Türk milleti (Bu mânâ 19. asırdan itibaren yaygınlaşmıştır. M.D.)[1]
Milliyet; 1. Aynı milletten olma hâli, kavmiyet; cinsiyet, tâifiyet. 2. Bir milleti diğer bir milletten ayıran unsurların toplamı. 3. Aynı millete mensup olanların tamamı. 4. İnanç, tarih, dil, gelenek, kültür, ideal, vatan birliği.
Milliyetçi; milliyetçilik taraftarı, milletini, milliyetini seven.
Milliyetçilik; millet, milliyet topluluğunu esas alan, onu yüceltmek ana fikrine dayanan görüş.
Şimdi bütün bu kavramların anlam sınırlarını böylece ortaya koyduktan sonra Yahya Kemâl’e dönebiliriz. Yahya Kemâl’e göre “milliyet” hadisesi başlı başına bir mimaridir ve kendisi tarih boyunca “Türk milliyeti”ni meydana getiren bu büyük mimariye hayrandır. Hayran olmanın da ötesinde o, bu mimariyi meydana getiren unsurları tek tek araştırmış, bulmuş ve incelemiştir. Yine o, kahramanlık, asalet, fedakârlık, tevazu, şevk ve iman unsurlarıyla birleşen, şiir gibi, mûsiki gibi, mimari gibi güzel sanatların böyle bir milliyeti nasıl ifade ettiğini yine bu zengin malzeme içinden seçtiği güzelliklerle ortaya koymuştur.
Yahya Kemâl’e göre bir milletin ağzındaki dil, o milletin hüviyeti yani kimliğidir. Yani milliyetin ayrıl(a)maz, olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Bu inançla; “Memleketten Bahseden Edebiyat” başlıklı yazısında şunları söyler: “Evde, sokakta, her yerde, işlerimizi görürken, düşündüğümüzü anlatırken, içimizi dökerken konuştuğumuz Türkçe, acaba bir gün, bizi ifade eden bir yazı kâinâtı olacak mıdır?[2] Kuşkusuz burada söz konusu olan “Biz”, bu coğrafyanın uzun asırlardan beri sakinleri olan Türklerdir. Yahya Kemâl, yazısının bundan sonraki kısmında aydınlarımızın anlamsız Batı hayranlığını çarpıcı bir soruyla kınar ve aslında cevabı malum şu soruyu sorar: “Acaba, bizim vatanımız gibi, geniş bir memleketi olup da, onu asla görmeyen, edebiyatta, gözleri ecnebî bir âleme dalmış ve yalnız o âlemden bahseden başka bir millet var mıdır?”[3]
Kuşkusuz onun bu fikir ve düşüncelerini “kapıları Batı âlemine kapatmak” olarak düşünmemek gerekir. Bu bir çelişki de değildir. Nitekim o, bir toplantıda kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta bunu şöyle açıklayacaktır:
“Kendimize, kendiliklerimize dönmek bahsi geçtiği vakit, zevk aldığımız Fransız şiirini ve nesrini ‘temmef der kabilinden atmak, hatta büsbütün unutmak ve ondan sonra Anadolu’ya, İstanbul’un, Bursa’nın ve Edirne’nin eski mahallelerine çekilmek ve artık tamamıyle kendimize kapanmak gibi bir zan hâsıl oluyor.
Bu sakat bir görüştür. Bir milletin öğrenmek ihtiyacı bitmez. Bilhassa bu asırda diğer milletlerin fikir ve hareket havalarından uzaklaşması zaten mümkün değildir. Kendimize ve kendiliklerimize dönmeyi böyle yanlış bir zaviyeden değil, asıl olduğu gibi görürsek, diyebiliriz ki: Avrupa medeniyetinin ortasında her milletin bir hüviyeti (kimliği r.c.) vardır, biz de o dâirede bir hüviyet olmayı özlüyoruz.
Romanı, mûsikîsi, şiiri, resmi, hâsılı her sanatı yalnız kendini ifade eden milliyetler Avrupa havası içinde yaşamıyorlar mı? Biz Türkler, bir asır evveline kadar, İslâm medeniyeti dairesinde, Arap’dan ve Acem’den bambaşka bir hüviyette değil miydik?”[4]
Avrupalılaşmak ve kimlik meselesini özetlemek gerekirse Yahya Kemâl’in söylediği şudur: “Avrupa medeniyeti içinde bütün milliyet unsurlarıyla yer almamız gerekir. Ama kimliğimizi, onun ifadesiyle hüviyetimizi kaybetmemek kaydıyle..
Yahya Kemâl, 1921 yılında yayımlanan bazı yazılarında, sosyolojinin “ırk nazariyesini güden faslı”nın çoktan kapandığını, “insanları kafatasıyla yahut da lisanlarının sarf ve nahviyle tasnif eden ilimlerin çoktan iflâs ettiğini” söyler (EDA, 69, 225). Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Anadolu’da kanlar ve kültürler birbirine karışmış, yepyeni bir “millî terkip”, yepyeni bir milliyet doğmuştur; Türklüğün şerefini düşünen bir insan bu terkibe asla dokunamaz. Mimar Sinan’ın kan bakımından Türk olup olmadığı ikinci derecede bir meseledir; önemli olan Süleymaniye’nin Türk olmasıdır. Koca Mustafa Paşa bir Rum mühtedisidir, fakat öylesine Türk ve Müslüman olmuştur ki, onun camiye çevirdiği Rum kilisesinin etrafında İstanbul’un en millî peyzajlarından biri doğar. Hırvatlığı ve Rumluğu perişan eden Mahmud Paşa’nın da babası Hırvat, anası Rum’du. Viyana kuşatması sırasında, Kara Mustafa Paşa’nın garip ve hoyrat emri üzerine, Leh ordusunu durdurmak için az bir kuvvetle Tuna’nın öte tarafına geçerek göz göre göre ölüme atılan Abaza Sarı Hüseyin Paşa Türk sayılmayacak mıdır? “Uğrumuzda ölmüş bu mübarek cengâveri sevmemek mümkün müdür?” (TM.28).
Kısacası Türklük, Sinan’a Süleymaniye’yi yaptıran, Koca Mustafa Paşa’ya Rum kilisesini camiye çevirten ve Abaza Sarı Hüseyin Paşa’nın her şeye rağmen ölümü göze almasını sağlayan kudretli milliyettir. Bu görüşünü, ’’Kıssadan Hisse” (Tevhid-i Efkâr, Nu. 3297-267, 9 Mart 1922) başlıklı yazısında da açıklayan Yahya Kemâl’in anlattığı bir anekdot hayli dikkat çekicidir:
Çok tanınmış bir musikişinasımızla bir mecliste bulunuyordum; orada […] bazı reybîler vardı. Güzide musikişinasımızın menşeini, doğduğu iklime nisbeten Türklükten başka bir unsura musırrâne izafe ettiler; bu musikişinasımız da onlara babasının ve anasının isimlerini bilip bilmediklerini sordu, hayır, bilmiyorlardı; sonra döndü onlara dedi ki: ‘Bana milletimi sordunuz, söyledim. Türküm dedim, inanmadınız, kendiniz başka hüküm verdiniz, eğer ben sussam Türk’ten başka bir şey olduğumu bilmekten memnun olacaksınız, anamın babamın isimlerini bile bilmiyorsunuz, benim hangi unsurdan olduğumu nasıl bileceksiniz? Görüyorsunuz ki bu memlekette söylenen en iyi Türkçe ile konuşuyorum; bütün bunlar Türk olduğuma şahadet edemiyor: mûsikîde bir meziyetimi gördüğünüz için beni başka bir unsura izafe ediyorsunuz, işte beni bilhassa bu meyliniz muzdarip ediyor!’ Bu sözler hem beni, hem de onları düşündürdü.[EDA, 223-224]
Bu anekdotu anlattıktan sonra, Türklüğün de her milliyet gibi bir “kültür” olduğunu, her milliyet gibi içinde her unsurdan ferdin bulunduğunu, bir at cinsi olmadığına göre kanına bakılamayacağını, o halde Türk kültürünü yaşayan/yaşatan her ferdin Türk sayılması gerektiğini söyleyen Yahya Kemâl, Fransa’nın en büyük şairlerinden Ronsard’ın aslen Macar; Gambetta ve Emile Zola’nın İtalyan olduklarını hatırlatır.
“Milliyet” anlayışında realist olabilmek için böyle düşünmek gerektiğini söyleyen Yahya Kemâl’e göre, Türk milleti, “bir dinde ve bir
mezhepte olan ve Türkçeyi müşterek lisan telakki eden Türk, Kürt, Çerkez, Arnavut ve Boşnak unsurlarının kurûn-ı vustâdan beri terkibiyle vücud bulmuş bir millettir. Milliyet bizim asırlar zarfındaki birliğimizdir. Vatan çerçevesi içinde biz lisana, çizgiye, nağmeye ne ayar verdikse onlar bizi ifade eder.
Süheyl Ünver, bu konuda Yahya Kemâl’den ilgi çekici cümleler not etmiştir. Milliyetimizin bir zamanlar çok güçlü olduğunu, başka kültürlerden aldığımız şeyleri kısa sürede “Türk” yaptığımızı, meselâ Roma’dan Bizans’a geçen hamama bütün dünyanın Türk hamamı dediğini, çünkü onu alıp bir daha başka sıfatla anılamayacak derecede Türk yaptığımızı belirttikten sonra bütün Türkçüleri yerinden hoplatabilecek fikrini söyler: “Bâyezid’teki Türk Ocağı’ndan beri Türk değiliz. Kendimize Türk demediğimiz, Türklüğe kötü baktığımız zamanda da çok Türk idik. Frenk gömleğini giydiğimizde gâvur oluruz korkusu vardı. Türk’ü kaba saba manasına kullandık. Lâkin realite Türk’tü. Ne zaman milliyetimize uygun olursak, o zaman Türk oluruz.”[5]
Tarihe dair görüşleri ve romanlarıyla Türkçülük akımının gelişmesinde önemli rolü olan Yahudi asıllı Fransız yazar Leon Cahun, Yahya Kemâl’in etkilendiği isimlerin başında gelir. Özellikle bu zatın Asya Tarihine Giriş adlı eserinden nasıl etkilendiğini Adile Ayda’ya şu satırlarla itiraf eder: “Leon Cahun’ün, Asya Tarihine Giriş adlı eserini okumak beni Turancı yaptı. Türk ırkının zaman ve mekân içindeki vüs’ati karşısında gözlerim kamaştı. Zaten o sıralarda havada böyle bir şey vardı. Fakat benim Turancılığım uzun sürmedi. Baktım, bunun bir sonu, bir neticesi olmayacak, milliyetçiliği tahdid etmek lâzım. Zaten o zamanlar Turan’a gayrimüslim Turam kavimleri de ithal ediyorlardı.”[6] Aslında Yahya Kemâl’in Adile Ayda’ya söylediği bu son cümle hayli dikkat çekicidir. Zira Yahya Kemâl burada “Turancılık” fikrini benimsediğini ama Türklüğün olmazsa olmazının “Müslümanlık” olduğunu da vurgulamadan geçmiyor. Bir bakıma Türklüğün İslam öncesine çok da sıcak bakmadığını özellikle dile getiriyor burada. Yine aynı konuşmanın devamında Fransız tarihçi Camille Jullıan’ın “top- rak”la ilgili düşüncelerinden de etkilendiğini şöyle ifade eder: “O zaman toprağın mühim bir şey olduğunu, milliyetin bir unsuru olduğunu anladım. Bizi de yaratan Anadolu ve Rumeli toprağı idi. Milliyeti zaman bakımından da tahdid etmek lazımdı. Tarih kitaplarını karıştırdıktan sonra kanaat getirdim ki, bu bakımdan Malazgirt muharebesi mebde’ olarak kabul edilebilir.”[7]
Yahya Kemâl’in “milliyet” kavramı ile ilgili fikir ve düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için belki onun devrinde yaşamış bazı Türk milliyetçileri ile olan münasebetlerine, zaman zaman devrin basınına da yansıyan diyaloglarına, hatırat türünden bazı kaynaklara göz atmak faydalı olabilir. Bu isimlerin başında elbette Ziya Gökalp gelecektir.
“Yahya Kemâl, Türkçülük akımının teorisyeni Ziya Gökalpla, Paris’ten İstanbul’a geldiği ilk gün “garip bir tesadüfle” Cağaloğlu’nda karşılaşır. Yanında Doktor Nâzım vardır. Tanyol’un notlarına göre, müşterek dostlarından birisi daha önce Gökalp’a onun fikirlerinden bahsetmiştir, yani “gıyabî muarefe”leri vardır.
Paris’te bir ara Leon Cahun’ün eserlerini okuyarak Türkçü olan Yahya Kemâl, zamanla Fransızların anladığı manada bir vatan ve millet fikrine ulaşan ve kendine has milliyetçilik anlayışı geliştiren eski bir “Turancı”dır. O gün birlikte yürürken bu meseleler üzerinde konuşurlar. Gökalp’a kendi vatanımızın o günkü siyasî sınırları içinde bir Türklüğe razı olduğunu, Malazgirt öncesini “Türklüğün kable’t-târih”i sayarak Anadolu ve Rumeli topraklarında daha küçük ölçüde bir Türklüğü savunduğunu, kısacası bir “Osmanlı Türklüğü” arzu ettiğini söyler. Bu düşünceler Ziya Gökalp’a “dar ve tatsız” gelir. Samimi bir şekilde ayrılır ve uzun bir süre görüş(e)mezler. Bununla beraber, özellikle gençlerin dilinde dolaşan mısralarını Gökalp’ın çok beğendiği, Orhan Seyfi (Orhon) ve Enis Behiç (Koryürek) gibi genç şairlere örnek gösterdiği Yahya Kemâl’in kulağına çalınmaktadır.
Yahya Kemâl, Gökalpla bir buçuk yıl sonra, ikinci defa, Celâl Sâhir’in Sultanahmet’teki evinin alt katında, yani Türk Yurdu idarehanesinde, Türkçe konusundaki bir tartışma toplantısında bir araya gelir. Gökalp’ın arzusuyla gerçekleşen ve Halide Edib [Adıvar] tarafından yönetilen bu tartışmada, kendi dil anlayışlarını ortaya koyarlar. Yahya Kemâl ve Gökalp, anlaşmaları imkânsız olmakla beraber, birbirlerini çok iyi anlar ve sağlam bir dostluk kurarlar. Özellikle Yahya Kemâl’in Dârülfünûn’a Garp Edebiyatı müderrisi olarak tayin edilmesinde Gökalp’ın oynadığı rol bu dostluğu pekiştirecek, sık sık bir araya gelerek dil, tarih, kültür, medeniyet, şiir, vezin gibi İkinci Meşrutiyet yıllarının en önemli meseleleri üzerinde uzun uzun konuşup tartışmalarını sağlayacaktır. Bu tartışmalar çok geçmeden Yahya Kemâl’in o sırada oturduğu Büyükada’ya taşınır. Israrla Gökalp’ın da Ada’ya yerleşmesini isteyen Yahya Kemâl, sonunda mütefekkir dostunu ikna etmeyi başarır.
Önceleri tereddüt eden Gökalp, hava değişimine de ihtiyaç hissettiği için bahçeli bir köşk kiralayarak Büyükada’ya yerleşir. Artık hemen her gün bir araya gelmekte, Cuma günleri Ağaoğlu Ahmed, Hamdullah Suphi, Celâl Sâhir, Köprülüzâde Fuad gibi dostlarını da yemeğe davet ederek sürekli münakaşalar içinde konuşmaktadırlar” (SEP,14). Yahya Kemâl, bu toplanışlarının zaman zaman fikirlerin meydan savaşına benzediğini söyler.
Ne var ki tarih, vatan, kültür, dil, şiir, vezin, musiki vb. gibi bir yığın konuda aralarında ciddi fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Her şeyden önce artık “Turan” fikrine inanmayan Yahya Kemâl, Osmanlı terkibine özel bir önem vermekte, başından beri bu terkibe bir tepki mahiyetini taşıyan Gökalp Türkçülüğünü reddetmektedir. Bir gün Gökalp, onun Osmanlı tarih ve kültürüne düşkünlüğünü ima ederek şu beyti söyler: “Harâbîsin harâbâtî değilsin / Gözün mâzîdedir âtî değilsin.” Y ahya Kemâl ise “irticâl dedikleri nâdir tesadüfün şevkiyle” şöyle cevap verir: “Ne harâbî ne harâbâtîyim / Kökü mâzîde olan âtîyim ” [8]
Yahya Kemâl’in Ziya Gökalp ile olan bu zoraki beraberliği bir Enver Paşa tartışması ile nihayet bulur.
Nâmık Kemâl, Yahya Kemâl’in saygı duyduğu çok yönlü bir şahsiyettir. Kendisi ile yapılan bir mülakatta Namık Kemâl’e dair fikirlerini şu şekilde ortaya koyar: “Bütün millî tarihimizin bizim milliyetimizi, tam bir ayarda temsil etmiş beş on şahsiyeti varsa biri Namık Kemâl’dir. Bu temsil kabiliyeti onun hüviyetindendir. Şu veya bu eseriyle tefrik edilemez. Yekpâre milliyetimizdi.” (…)
Namık Kemâl milliyet fikirlerinin Avrupa’da çok çalkalandığı bir zamanda yaşadığı halde milliyet nazariyesini lâzım gelen vüs’atte anlamış sayılmazdı. Biz henüz ilmî anlayışın bu derecesine varmamıştık.”[9]
Ona göre şiirde Namık Kemâl’in sesi, bir Selçuk-Osmanlı Türkü olan Nef i’den farklı değildir. İkisi de aynı sestir.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yahya Kemâl’in özellikle Türk Ocağı merkezli sohbetlerinde yer alan en önemli dostlarından biridir. Hatta Hamdullah Suphi ile bir “Türk Evi” projeleri vardır.
Yahya Kemâl’in, Türkçülük fikrinin bir başka önemli ismi Yusuf Akçura ile olan münasebetleri ve ona dair kanaatleri de hayli ilginçtir: “Yahya Kemâl, “Eski Saltanat, Yeni Millet” başlıklı yazısında, Sorelin derslerinin cazibesiyle Türklükle yeni bir ufuk gören iki talebe çıktığını, birinin Yusuf Akçura, diğerininse Ahmed Ferid olduğunu, bu ikilinin Kahire’de çıkan Türk gazetesinde, “Üç Tarz-ı Siyaset” etrafında yaptıkları tartışmayla Jön Türklük âleminin fikir ufuklarını bir parça açtıklarını söyler. Yahya Kemâl, 1912 yılında İstanbul’a geldiğinde, Yusuf Akçura Türkçülük faaliyetlerinin ortasındadır ve Türk Yurdu mecmuasını yönetmektedir.
“Yusuf Akçura” portresinde son derece olumsuz kanaatler belirten Yahya Kemâl’in Akçura’yla yıldızının pek barışmadığı anlaşılıyor. Akçu- ra’nın da, onun Türk Ocağı’na gidip gelmesinden ve yaymaya çalıştığı Nev- Yunanilik fikrinden rahatsız olduğu, Türk Yurdunun 4 Mart 1915 tarihli nüshasında A.Y. rumuzuyla yayımladığı açık mektuptan anlaşılmakladır. Nazik, fakat hafifçe alaylı ve meydan okuyucu bir üslupla yazılan bu mektup şöyledir:
Muhterem efendim.
Birkaç arkadaşınızla beraber yeni bir mekteb-i edebî kurmaya çalıştığınızı sizden ve bazı dostlarınızdan işitmiş, hatta edebî nazariyeleri- nizden bazılarını dinlemek bahtiyarlığına da nail olmuştum. Nazariyele- rinizi parça parça dinlediğimden, zihnimde onları birbirine ekleyip âhenkdar bir meslek haline getiremedim. Mesela, lisanı, edebiyatı Türkçeleştirmek, millîleştirmek; hayata, medeniyete bakışımızı garplılaştırmak, muasırlaştırmak istiyorsunuz. Bunu biz Yurtçular da istiyoruz. Diğer taraftan “Havza Edebiyatı”, “Nev-Yunanîlik”, “Ritim meselesi” gibi mahiyetlerini hakkıyla anlayamadığım, künhlerine tamamen nüfuz edemediğim halde, bilmem neden, öbür maksatlarınıza pek de uygun gelmediğine zâhib olduğum bediî nazariyeleriniz var. Bazı fikirlerinizin bazılarımıza böyle mübhem, mütezâd hatta biraz garip gibi görünmesinin başlıca sebeplerinden biri, hiç şüphe etmiyorum ki nazariyelerinize muntazam, müteselsil ve mufassal bir suretle muttali olmayışımızdır. Mektebinizin edebî, bediî, içtimaî efkâr-ı esâsiyesini Türk Yurdu sahifelerinde bildirmek ve anlatmak lütfunu diriğ etmezseniz, Yurd müftehir olur. 15 Şubat 1330 A.Y.
Türk Yurdunda hiçbir yazısı çıkmadığına göre, Yahya Kemâl bu daveti kabul etmemiş demektir. Kazanlı düşünüre, Osmanlı Türklüğüne duyduğu düşmanlık dolayısıyla hayli öfkeli olduğu anlaşılan Yahya Kemâl, Ziya Gökalp’in de ona kin duyduğunu söylüyor. Gökalp, Akçura’dan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne giriş töreninde, yemin metnindeki “İslam” ve “Osmanlılık” gibi kelimelere itiraz ederek böyle “hâyîde ve avam-pesendâne mefhumlar uğrunda fedâ-yı can edemeyeceğini” söylediği için nefret etmektedir.
Yahya Kemâl’in asla bir idealist olarak görmediği Yusuf Akçura hakkında yazdıkları şaşırtıcıdır: “Yirmi beş seneden beri bir tek yazısıyla bir defa hafif bir hararet neşretmemiş, fakat daha şaşılacak şey, belirmiş bir fikir olsun söylememiş olan bu zat, ocak, dernek, kongre ictimalarında, riyaset masasının başında, Türkçülüğün âbâ-yı kenîsâ’sından bir havari gibi görünür, ilmî tasnif ıstılahlarıyla karışık, berbad şeyler söyler, köpürür, bu memleketin biz zavallı çocuklarına Bizans bakiyesi gibi sıfatlar savurur. Bizans dedim de, Yusuf Akçura Bizans düşmanıdır ve Osmanlılığı onun bakiyesi sayar, bizi Türk görmez. Rum devşirme piçleri gibi bir kemiyet bilir”.[10]
Falih Rıfkı, Yahya Kemâl’i yakinen tanıyan isimlerden biridir. Yahya Kemâl hakkındaki kanaatleri son derece olumsuzdur ve tam da Yahya Kemâl’in üzerinde durduğumuz yönüne dair Dünya gazetesinde söyledikleri çok ağır sözlerdir: “Yahya Kemâl, Osmanlı emperyalizminin destancısı idi. Yeni Türkiye’yi doğuşundan bu yana hiçbir tarafı ile benimsememiştir. Ne Türkçü, ne Türkçeci, ne de Cumhuriyetçi idi.”[11]
Edebiyat tarihçisi Nihat Sami Banarlı, deyim yerindeyse bir Yahya Kemâl hayranıdır. “Milliyet” konusundaki fikirleri şairle aynıdır. Banarlı, içinde Yahya Kemâl’in bu konu ile ilgili fikirlerini taşıyan onun “Ölülerin Yattığı Toprak” adlı sohbetinden şunları aktarıyor: “Ben Malazgirt’ten beri bütün ölenlerle beraber yaşıyorum. Bence biz on sekiz milyonluk bir millet değiliz. Malazgirt’ten beri bu vatan için ve bu vatanda ölenler biz yaşayanlarla birlikte yaşamaktadırlar. Bizi, bizim milliyeti, bizim yalnız kendimize benzeyen varlığımızı, velhasıl dünkü ve bugünkü Türkiye Türklüğünü vücuda getirenler onlardır. Demek ki biz on sekiz milyonluk değil, birkaç yüz milyonluk bir milletiz ve işte milliyetçilik budur, bu demektir.”[12]
Aslında Yahya Kemâl’in milliyetçiliği, Osmanlı unsurunun uzun asırlar boyunca içinde yaşadığı onurlu bir tarihi işaret eder. Bu tarih Orta Asya’ya kadar uzanan bir tarihtir. Ancak yine de o tarihimizin başarılarla dolu parlak zaferlerine sahip çıkar ve sürekli onlara atıflar yapar.
Romanın şarkını fethettiğin andan sonra
Yüce dağlar gibidir gördüğün iş Türkoğlu
Nurettin Topçu’nun bir bakıma “milliyetçilik” anlayışını ortaya koyan; “Milliyetçiliğimizin bayrağı Fatih tarafından Ayasofya ’ya çekildi.” sözü Yahya Kemâl’e en uygun düşecek milliyetçilik tanımı sayılabilir. Yahya Kemâl de İstanbul hayranıdır. Ama onun hayran olduğu İstanbul, Bizans’ın İstanbul’u değil, Osmanlı’nın İstanbul’udur. Yahya Kemâl’e göre iki İstanbul arasında çok fark vardır. Neredeyse tamamen bu düşüncelerin serdedildiği Aziz İstanbul adlı eseri bu açıdan dikkatle incelenmelidir. Çağdaş biyografi çalışmalarının artık neredeyse ayrılmaz bir parçası haline gelen “metinden yazarına gitme” düşüncesi bağlamında, meselâ onun söz konusu bu kitabında yer alan “Ezansız Semtler” adlı yazısı, Yahya Kemâl’in nasıl bir inanç atmosferi içinde bulunduğunu ve nasıl bir “milliyet” duygusuna sahip bulunduğunu çok net bir biçimde gözler önüne serer. Bu satırlar aynı zamanda bir milleti millet yapan unsurların neler olduğunu ya da neler olması gerektiğini de ortaya koyan ifadeler olarak görülmelidir:
Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib alabiliyorlar mı? O semtlerde -ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez- çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları, havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu. Evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamlarında bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler. Camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler. Dinin böyle bir merhalesinden geçtiler hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga yeni terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler. Yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.
Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi. Fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minâre, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi. Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman rûhundan ân, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar’a bakınız, bir de Kadıköyü’ne.. Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla’yı andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peydâ olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler, uzağı değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştanbaşa yenileşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan ârî değildirler. Artık Türk milletinin rûhu bir râyiha gibi uçtu mu? Hayır büyük kütlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihak edeceğiz, yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini mezcedip, bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufûnetten kurtaracak mürşidler, şairler, edibler, hatipler yetişmedi, fakat gayet tabii bir ilerleyişle büyük kafileye kendi kendimize döneceğiz.
Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücû hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamıyle iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanımayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı çok uzak düştük.
Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki tenhâ yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vazediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içlerine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben, içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim, vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı.
Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar!”[13]
Yahya Kemâl Beyatlı, Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş bir Türk çocuğudur. Balkanlardan kovulmuşluk psikolojisini de ömrünce ruhunun bir köşesinde sürekli olarak hissetmiş, taşımış ve bunu yaşamış biridir. Hiç şüphe yok ki yukarıdaki satırların biraz da bu çerçevede değerlendirilmesi herhalde daha doğru ve daha anlamlı olacaktır. Yahya Kemâl’in Aziz İstanbul adlı kitabında yer alan “Ezan ve Kur ’an”, “Topkapı Sarayı ’nda”, “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb”, “Saatler ve Manzaralar” başlıkları altında yer alan yazıları onun “milliyet” kavramından ne anladığını ayrıntıları ile verir.
Sonuç
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Yahya Kemâl’e göre, Türklük Anadolu’ya geçtikten sonra bambaşka bir tarihî macera yaşayarak farklılaşmıştı. Anadolu ve Rumeli coğrafyasının bin yılda kendine göre şekillendirdiği Türklük, Asya’daki akrabalarından farklı bir Türklüktü ve onun tarihini Malazgirt zaferiyle başlatmak, 1071 öncesini “kable’t-tarih” olarak kabul etmek gerekirdi. Vatan, soyut bir kavram değil, somut bir gerçekti, İstanbul’du, Üsküp’tü, Trabzon’du..vs.. Lamartine’in dediği gibi “cedlerin küllerinden yapılan” vatan, Maurice Barres’in dediği gibi, “ölülerin yattığı toprak”tı. Bu süreçte, coğrafya bizi kendine benzettiği gibi, biz de toprağına karışa karışa coğrafyayı kendimize benzetmiştik. Yani toprak kendine has bir renge ve milliyete kavuştuğu takdirde vatanlaşabi- lirdi. Yahya Kemâl, “Türk İstanbul” konferansında; “Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında halis ve tam bir ahenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür” şeklinde özetlediği bu görüşünü, “Koca Mustafa- paşa” şiirinde şöyle ifade eder:
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz
“Bir Tepeden” şiiri ise onun vatan ve milliyet fikrini en iyi ifade eden şiiridir:
Irkın seni iklimine benzer yaratırken Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış!
Tarihini aksettirebilsin diye çehren Kaç fâtihin altın kanı mermerle karışmış!
Yahya Kemâl’e, onun düşünce, his ve hayal dünyasına biraz da bu gözle bakmakta fayda var diye düşünüyorum.
KAYNAKÇA
Ayvazoğlu, Beşir, Yahya Kemâl – Ansiklopedik Biyografi, Korpus, Kültür Sanat Yay. İst. 2007.
Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Ülke Yay. Haber, Tic. Ltd. Şti. Ankara 1994.
Yahya Kemâl, Edebiyata Dair, Yahya Kemâl Enstitüsü Yay. İst. 1971.
Yahya Kemâl, Aziz İstanbul, Yahya Kemâl Enstitüsü Yay. İst. 1974.
Önemlidir:
Bu makaleye atıf yapılmak istendiğinde, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 8, Temmuz 2014, s. 45-57
[1] D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Ülke Yay. Haber, Tic. Ltd. Şti. Ankara 1994, s.774.
[2] Yahya Kemâl, Edebiyata Dair, Yahya Kemâl Enstitüsü Yay. İst. 1971, s. 139.
[3] Yahya Kemâl, agm. s. 139.
[4] Yahya Kemâl, “Bir Sual ve Cevabı”, Edebiyata Dair, Yahya Kemâl Enstitüsü Yay. İst.1971, s. 297-98.
[5] Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemâl – Ansiklopedik Biyografi, Korpus, Kültür Sanat Yay. İst. 2007, s.285-286.
[6] Beşir Ayvazoğlu, age., s.82.
[7] Beşir Ayvazoğlu, age., s.223.
[8] Beşir Ayvazoğlu; age, s.491.
[9] Yahya Kemâl, “Namık Kemâl’e Dair,”. Edebiyata Dair, Yahya Kemâl Enstitüsü Yay. İst. 1971, s. 282-83.
[10]Beşir Ayvazoğlu, age,, s.29-30.
[11] Beşir Ayvazoğlu, age., s.51.
[12] Beşir Ayvazoğlu, age., s.63.
[13] Yahya Kemâl, “Ezansız Semtler”, Aziz İstanbul, Yahya Kemâl Enstitüsü Yay. İst. 1974, s. 121-124.
[i] Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.