Asya’ma…
O sabah, uzak uzak durmamalıydın; her zamanki gibi yanıma oturmalıydın. Yakın olmalıydın bana. Sağımdaki koltuk boş kalmamalıydı. Gecenin kalbine düşen dolunay sendin. O efsunlu güzelliğinle yine beni kuşatmalıydın. Oturmalıydın yanıma! Omzundan aşağı bir şelale gibi akan uzun sarı saçlarını yine arkaya atmalı, gözlerinde benim için getirdiğin tebessümünle yavaşça bana dönmeliydin. Önce gözlerini gözlerimle buluşturmalı, yine yüreğimi titretmeliydin. Ben, küskün çocuklar gibi dönmemeliydim sana. Bakarsam mutlaka gözlerimin bulutlanacağını, gözyaşlarıma engel olamayacağımı bilmeliydin. Seni ne çok sevdiğimi, özlediğimi, dolu dolu olduğumu anlamalıydın. Sonra hiç bir şey demeden kolumdan tutup usulca senden yana çevirmeliydin. Belki dönmezdim. Naz yapardım sana. Bunu bana çok görmemeliydin.
– Bak eğer dönmezsen söz verdiğim o çok sevdiğin üzümlü keki yapmam sana! demeliydin. Bunu söylerken eminim çok tatlı olacaktın.
Sarsmalıydın beni. Şakadan tehdit etmeliydin:
– Eğer bir dakika içinde dönmezsen çığlık atıp bağıracağım!
Gülümser, dönerdim herhalde. Korktuğum için değil, dayanamazdım sana. Sonra gözlerinde yumuşak, fakat anlamlı bir ciddiyet:
– Bak koca bebek, demeliydin. Benim yüzümden acı çektiğini biliyorum. Hem kendini hem beni üzüyorsun. Bulut yüklü yeşil gözlerim, o ceylan gözlerine teslim, sen devam etmeliydin.“Anlıyorum seni. Benim için onur verici duygulardır bunlar. Ama umutlarını beslemek istemiyorum. Önemli olan, zaman okyanusuna rağmen dost yüreklerde yaşayabilmektir. Hep arkadaş kalalım seninle. Hadi bana söz ver.”
Anlardım seni.
Ayakuçlarıma düşen gözlerimle, yüreğime akan iki damla zehirle anlardım! O an, titreyen, kırılgan sesimle değil, belki yaralı yüreğimle konuşurdum:
– Elimde değil, bazı şeyler insan iradesinin dışında gelişiyor… Kendimle çok mücadele ettim, olmadı. Söz geçiremedim gönlüme.
Ama hiç biri olmadı.
Ne sen sordun, ne ben söyleyebildim. Kalbimi dolduran duygular kalbimde kaldı. Yüzüme bile bakmadın. Konuşmadın benimle. Bir teselliyi, bir çift sözü çok gördün. Son bir defa da olsa oturup dinlemeliydin beni. Kırk yerinden kırılmış yaralı yüreğimi göğsümden söküp bir kez de olsa göstermeliydim sana. Belki rahatlardım.
Şimdi sana mektup yazıyorum. Belki hiç ulaşmayacak ellerine. Aslında yüreğimi yazdım desem daha doğru olur.
Sen, ne mi yaptın?
O sabah fakültedeki tez hocamız Sadık Kemal Bey’in odasına buz gibi bir çehreyle girdin. Korktum, ürktüm senden. Bakmadın benden yana. O son telefondaki sesin kadar katı, soğuk ve mesafeliydin. Sadece ortalığa kuru, duygusuz bir “Günaydın” döküldü dudaklarından, hepsi o kadar. Hoca da şaşırmıştı. Sonra çıkıp, ‘pırr’ gittin. Bakakaldım arkandan. Sanki bir gün önceki sen, sen değildin. Etrafımda bana gölgem kadar yakın, cıvıl cıvıl dolaşan, neşeli-konuşkan o kız sen değildin. Bana farkında olmadan dokunan, safça gözlerimi arkadan kapatan, arkadaşça koluma girip kantinde çay ısmarlayan o “Mehlikâ Sultan” değildin.
O an kendimi aşağılanmış hissettim. Senden faydalanmak isteyen biriymişim gibi düşündüğünü hissettim. Öyle olmadığımı bilirdin. Belki de beni zayıf, duygusal, macera arayan şıpsevdi biri sandın. Kahroldum, sarsıldım! İçimden ne dedim biliyor musun? Hani hep seni suçlardım da bir türlü kabul etmezdin: “Vefasız!” Evet, ‘vefasız’ dedim. Başka şeyler söylemeye dilim varmadı. Kıyamazdım sana…
İtiraf etmesen de yargılandığımı düşündüm. Oysa anlamaya çalışmanı ne çok isterdim. Sen hiç gönlünde gurbeti yaşadın mı? Gök ekince biçilen duyguların oldu mu? Yüreğin hiç üşüdü mü? Üstüne kar yağan bir gül gördün mü? Sen hiç sevdin mi? Bazı zamanlarda konuşmak ne kadar zor. Beni üzen duygularımın bir kağıt tomarı gibi atılması değildi; belki ondan da çok, bir çırpıda aramıza koyduğun katı, soğuk mesafeli tavrındı.Tek kelime dahi konuşmadan iki ezeli küskün kalmaktı. Yalın bir bıçakla keser gibi bu dostluğu bitirmendi
Bilemezdim, yüreğim yüreğine değdiği zaman dünyanın en büyük suçunu işlediğimi!
Bilemezdim, yüreğimin Yusuf’ça zindana atılıp, bir ömür boyu tutuklu kalacağını.
Hatırlar mısın?
“… Kararlaştırdığımız üzere aynı saatte şiir şöleninin yapılacağı Çankaya’daki Atatürk Kültür Merkezi’nin konferans salonunda buluşacaktık. ‘Nüzhet ERMAN Şiir Yarışması’nda ikinci gelmiştin. Tez hocamız Sadık Kemal Bey, bir konuşma yapacaktı. Benim orada bulunmam ise sadece bir duyarlılıktı veya sana arkadaş olmak… Israrla “Sen de gel!” demiştin. “Yanımda ol. Okurken, tek başıma heyecandan ölürüm ben!” Bunu söylerken hiç bu kadar sevimli, hiç bu kadar çocuk olmamıştın. İçten ve naz doluydun.
Bütün koltuklar dolduğu, zaman kısaldığı halde sen yoktun. Arkamdan seslenince farkında oldum. Elinde dosyan, oturacak yer problemiyle ayaktaydın. Neyse ki kısa zamanda halledip yan yana oturabilmiştik. Hatta oturduğumuz yeri beğenmeyip ön sıradaki boş olan protokol koltuklarına geçmiştik. Kürsüyü daha rahat görebilecek, diğer şairleri yakından takip edebilecektik. Yakınlığımız, başkalarının dikkatini çekmiş miydi bilmiyorum. Nasıl olsa aynı fakültede, hatta aynı sınıfta okumuyor muyduk? İki iyi dost, arkadaş değil miydik?
Heyecanlıydın. Hatta okuma sırası sana yaklaştıkça heyecanın daha da artıyordu. Herhalde seni yüreklendiren sözler etmiştim. Böyle diyordum ya, sen kürsüye yürürken asıl elektrik yükünü bana taşıdığının farkında bile değildin. Şimdi okuyan sen, ama heyecanlanan bendim.
Kürsüye konmuş, zarif bir kelebek gibiydin. Herkesin gözü bu alımlı, zarif, ürkek kelebeğin üzerindeydi. Sesin duygulu, söyleyişin düzgündü. Dikkatli ve içten okumuştun.
O gün üzerinde krem renkli bir kazak, siyah bir etek vardı. Sadeydin. Aydınlık ve güzeldin. Omzundan aşağı bir ışık demeti gibi savrulan uzun sarı saçlarınla masallardan çıkıp dünyamıza gelmiş gibiydin.
Sen kürsüdeyken inanamayacağın bir şey oldu. O ana kadar aklımın ucundan dahi geçmeyen, beni dehşete düşüren, hayretler içinde bırakan bir şey! Kıskandım seni! Bilinmeyen korkularım, keşfedemediğim heyecanlarımla kıskandım. Hiç olacak iş miydi bu? Arkadaştık biz! İki ay sonra mezun olacaktık. Belki de hiç görmeyecektim seni. Ayrılacaktık. Yüreğim, aklım sende kalsın istemiyordum; acı çekmek istemiyordum. Aşk, Ağrı Dağı’nın altına girmekti; aşk Sûr-ı İsrafil’in sesine koşmaktı… “Hayır!” dedim kendi kendime. “Olamaz!” Bu bir güneş tutulmasıydı veya bir ay kararması! Hiç kalıcı olabilir miydi? Öyleyse yüreğim niye çarpıyor? Evet, kıskandım seni! Ve sen her şeyden habersizdin.
İlk defa yüzünle rahat buluşan gözlerimi, aldım senden. Şakaklarım iki avucumun arasında. İsmi belli olmayan yakınlıklar hep zordur. Bazen gerçek şeylerin farkına yanlış zamanlarda varılıyor: Gül mevsimine uyanan yüreğim… İçimde çiçeğe duran kıpırtılar… Bu ben miyim? Ben bu kadar zayıf mıyım? Hayır, hayır olmamalı! Yabancısı olmadığım o ‘çetin sualin’ cevabını içimin zifiri derinliklerine gömmeliyim. Senin yüreğine uğramaya ne hakkım vardı?
Sen bütün bunlardan habersiz kürsüdeydin. Gözlerimi içimdeki yangın suretine çevirdiğimde yüreğimin yüreğine değdiğini hissettim. Sen yanıma çoktan oturmuş, gözlerin ışıl ışıl, bir çocuk masumiyeti içinde ‘Nasıl okuduğunu?” soruyordun. Biçilmiş ekin gibi kollarıma, omuzlarıma dağılan saçlarının farkında bile değildin. O yumuşak ışıltıların ilk defa içimi titrettiğini bilemezdin.”
* *
Nazik, kibar, dikkatli bir dostluk vardı aramızda. Sana olan hissi yakınlığımı belli etmemek için yoğun bir gayret, bir telkin içindeydim. Bir garip işkenceydi bu. İnsan ne kadar çırpınırsa çırpınsın, nereye kaçarsa kaçsın, irade aklın kontrolünden çıkıp da gönlün emrine girdi mi, her şey bir yanılsama içinde renk, şekil ve yer değiştiriyor; yepyeni bir dünya kuruluyor. Hareketler, diyaloglar, seçilen kelimeler farklılaşıyor; farkında olmadan başkalaşıp güzelleşiyor; bazen de en olmadık zamanlarda insanı ele veriyor. Belki ben de öyleydim. Kapıldım gidiyordum; engel olamıyordum kendime. Her saat değil; her dakika, her saniye aklımda, kalbimde, gözlerimde, hayalimde sen vardın.Uykularım kırk yamalı bohça, sabahı zor ediyordum. Artık dersler yıl kadar uzun, teneffüsler saniyeler kadar kısaydı. Seni görmek, seni duymak, hissetmek, ruhumda dizginlenmeyen bir coşkuydu!
Ya sen?
Bütün bunlardan ne kadar habersizdin!
* *
*
“… Nergisleri çok severdin. Neden bilmiyorum ama bütün nergis kokuları bana hep seni hatırlatırdı. Eminim çağlayan gibi akan uzun saçların da nergis kokardı. Öyle düşünürdüm. Sırf sana bir demet nergis verebilmek için ta Çankaya’daki Kuğulu Park’a gittiğimi bilmiyordun. Önündeki leğende demet demet nergis satan gözleri hüzün yüklü o kadını her zamanki yerinde bulamayınca ne kadar üzüldüğümü tahmin edemezdin. Mendil satan solgun çocuklar vermişti haberi: “Nergisler henüz açmadı ağabey. Belki haftaya…” Yüzümün nasıl da buruştuğunu, canımın sıkıldığını anlayamazdın. Senin için, sen sevdiğin için iki hafta çiçeğe durmalarını beklemiştim. Koskoca iki hafta… Bilmiyordun.
Kantindeki masada yalnız başıma oturuyordum. “Burası bizim masamız” dediğin o en uçtaki yerde. Yine yumuşak kızıl ışıklar düşmüştü. Nergisler ders notlarımın üzerindeydi. Sonra elimde. Tekrar kitaplarımın üzerinde… Nihayet gelebilmiştin. Sınavdan henüz çıkmıştın. Nefes nefeseydin. Sanki nergisleri görmemiştin. Anlatıyor anlatıyordun. Oysa ben hep başka yerlerdeydim. Ben hep sendeydim.
Bir çiçek nasıl verilir, ben pek beceremem. Kimseye de şimdiye kadar bu duygularla hiç çiçek vermedim. Keşke diyordum içimden, ben demeden kendi istese. Mesela, “Nergislerin çok güzelmiş!” dese. Kalbim bütün şiddetiyle çarpıyordu. İnanmayacaksın belki ama tam bir acemiydim. Hâlbuki o nergisleri sırf sana verebilmek için sabırla iki hafta açmalarını bekleyen; o soğukta Çankaya yokuşunu tırmanan ben değil miydim? Galiba elim fena halde titriyordu. İçimde ikili bir savaş:
– Al, dedim bir çırpıda. “Bunlar senin için…”
Şaşırdın önce. O anki duruşunla donmuştun. Nergisler hâlâ elimde. Bilmezdim saniyelerin bu kadar uzun olduğunu. Nihayet ince bir ay müjdesi, yeni bir gül şavkı düştü gözlerine, sonra dudaklarına.
– Aa! Nergisleri çok sevdiğimi nereden bildin?
– İnsan, değer verdiği kişiyi bilmeli. Sadece nergisleri değil, menekşeleri sevdiğini de!
– Ay sen yok musun? Çok teşekkür ederim! Çok…
Bunu söylerken farkında olmadan-birkaç saniye de olsa elini elimin üzerine koymuştun.
Dilimin ucuna kadar gelen o iki esrarlı kelimeyi söylemeyi çok isterdim. Nerde bende o cesaret? Tabi elimden nergisleri alırken içimdeki okyanusların nasıl dalgalandığını bilmiyordun. O kahverengi ceylan gözlerin gözlerime değdiğinde yüreğimde nasıl fırtınalar koptuğunu belki de hiç anlamıyordun. Ya ellerin: Bir Şeyma ceylan yüreği… Bir Yusuf rüyası… Ne olur, hiç alma ellerini ellerimden!
Şiirden söz açtık. Galiba şiirlerinden birini kendi sesimden okumuş ve eklemiştim:
– Sana nispet olsun diye bir şiir de ben yazacağım (!) Kahkahalarla gülmüştün. Gülmek en çok sana yakışıyordu.
– Yani bana rakip ha?
– Evet!
– Tamam. Yaz, onu da bana ithaf et!
Hâlbuki o şiiri sana ta şölen akşamı yazmıştım. Bir gün okumayı ne çok isterdim.
Zil çaldı. Az sonra derslere girecektik.
– Hep dar vakitlerde konuşuyoruz seninle, dedim. Uzun konuşmak isterdim.
Sanki aynı şeyleri hissetmişiz gibi,
– Ben de… dedin.
Aramıza kısa, anlamlı bir sessizlik düştü. Fakat konuyu değiştiren sen oldun:
– Sahi dün yoktun…
Sana nergis alabilmek için ta Kuğulu Park’a gittim, diyemedim.
– Hayret, yokluğumu nasıl fark ettin?
– Aa! Fark etmem mi seni?
– Belki de etmezsin.
– Hayır, hoca görevlendirmiştir diye düşündüm.
– !
Kalktık.
* *
*
“ … O gün okulda yoktun. Gelmemiştin. İnanmazsın belki ama koca okul sensiz bomboştu. Bir anda kendimi yapayalnız hissettim. Boşlukta hissettim. Eksik olan bir şeyler vardı. O sendin! Her an şu köşeden çıkacakmışsın gibi; koridorun öbür ucunda belirecekmişsin gibi; bir anda kapıdan içeri girecekmişsin gibi… Gözlerimde hep sen! Meğer bütün gemileri yakmışım da haberim yok!
Eve geldim.
Hasretimi, özlemimi, bilinmeyen korkularımı, yürek çarpıntılarımı karşı tarafa taşıyacak olan telefonun ahizesi elimde. İçimde bin bir tereddüt: Sorsam, “Neredeydin?” desem, ilgimden rahatsız olur muydu acaba? Kafamda yumak yumak sorular, çelişkiler… Tanımlanmamış sevdalara engel ne? Gönlüme söz dinletemiyorum. Bütün bunlardan sen habersizsin. Parmaklarım usulca tuşlara gidiyor. Sesini duymak mutlu etmeye yetecek beni.
– Bugün okulda yoktun. Merak ettim seni.
–Sağolasın. Grip oldum galiba?
“Eğer mümkün olsaydı, senin yerine ben hasta olmak isterdim.”
Hayır, böyle diyemedim sana. Demeyi çok isterdim. Sadece kuru bir “Geçmiş olsun.” döküldü dudaklarımdan hepsi o kadar. Sen şuur altımı okumuşçasına alevli sözler ettin:
– Arayacağın aklıma gelmişti. Mutlaka arar beni, dedim. Yani aramanı bekliyordum.
– Öyle mi? Yanımda çok kıymetlisin!
– Biliyorum. Ben de bugün hep seni düşündüm. Oda arkadaşım Pelin’e “Ne yaptı? Beni sordu mu?” dedim.
– Anlıyorum…
– Sana o kadar alışmışım ki, sesini duymak bana moral verdi.
Bu sözlerle yüreğim çiçekleniverdi. Sesini duymak asıl benim ruhumda bir gül gibi patladı; filizlenen bir yeşile hayat usaresi sundu. Canlandım! Gerçek hasta benmişim de haberim yokmuş!
Demek aramamı bekliyordu. Bugün hep beni düşünmüştü. Bir günlük ayrılığın sonunda beni sormuştu, merak etmişti. Öyle ya verdiğim nergisleri kabul etmemiş miydi? Hatta “yokluğunu fark etmem mi senin?” diyen o değil miydi? Ya sesimi özlemesi?
Bütün bunlar ne idi?
Şakaklarım avuçlarımda. Ümit, içimde bazen karanlık bir uçurum; bazen yıldız yıldız yanıp sönen gece böcekleri… Sanki her an bir dolunay sökün edecek. Ne olur sevmiyorsan böyle güzel ümitlerle besleme beni?!
Sürekli kelimelerin arkasına gizlenmek… Nereye kadar? Sahi yapabilir miyim? Açabilir miyim gönlümü? Açık açık “Seni seviyorum!” diyebilir miyim? Cesaret edebilir miyim buna?
* *
*
Okul çıkışı durağa kadar birlikte yürüdük. Tam ayrılırken,
– Biliyor musun, dedim. Bu cumartesi-pazarları hiç sevmiyorum.
– Neden?
– Sence neden olabilir?
– Bilmem…
– Seni benden çaldığı için.
– Bir garip baktın gözlerime.
– Öyle mi? Ih…
Reddetmeyen, hoşlanan; ama hep ‘Tecahül-i Arif’te, hep gride kalan bir sessizlik. Neden bilmiyorum ama konuyu değiştiriverdin. Galiba mayınlı bir tarlaya girdiğimizi apaçık anlamıştın:
– Şiirlerimi nasıl buluyorsun?
– Kuşatıcı. Sanki bir tür bağımlılık yapıyor. Öznesi olmaktan kurtaramıyorum kendimi.
– Bazen beni şaşırtıyorsun. Peki, şiirlerim bitince ne yapacaksın?
– Belki de o zaman sana bağlanırım.
“Hayır!” demedin. “Bu ne demek oluyor şimdi?” demedin. Hafiften sarardın.
O an aramızdaki söylenmemiş, adı konmamış sevgiye engel, bir tülden daha şeffaf bir nesneydi. Hiç konuşmadan kendini ilk gelen dolmuşa atıverdin… Aslında en güzel itirafını, en büyük sükûta saklamıştın. Kelâmı değil, sevdalarda hakikatin dili mecazı tercih etmiştin. Susmuş fakat asırlık sohbetini gözlerine yüklemiştin. Kalbimde bir gül yağmuru… Arkandan, “Seni seviyorum!” diye haykırmamak için kendimi zor tuttum.
Sesim kısılıncaya dek gökyüzünün duman renkli boşluğuna haykırmak istiyordum: “Ey dağlar, taşlar, kelebekler, ağaçlar, martılar, çiçekler, arabalar, insanlar, kırlangıçlar duyduk duymadık demeyin, ben Nevin’i çok seviyoruuum!” Oysa sen çoktan gitmiştin. Galiba dünyanın en yalnız insanı bendim.
Bazı şeyler vardır söylenmez, söylenemez fakat düştüğü yeri bir kor gibi yakar. Küçük bir ümit ışığı almaya görsün, tıpkı kayaları çatlatan yeşil sürgünler gibi göverir. Benim sana olan duygularım da böyleydi: Sen içimde yıkılmayan surum, düşmeyen kalem, fethedilmeyen ülkemdin! Yarın güneş bir başka doğacak, bütün ağaçlar çiçeğe duracak, insanlar bir başka güzel olacak! İlk karşılaşmamızda ruhumda sevdaların en asili, ellerimi uzatıp “Hoş geldin yüreğimin şehrine!” diyeceğim. Gözlerini gözlerimle buluşturacak, başını yavaşça göğsüme yaslayacaksın. Hayır, gözlerinden öpmeyeceğim senin! Bir defasında sen söylemiştin: “Ayrılık” demekti gözlerden öpmek. Kelebek dokunuşunda güneş rengi, nergis kokulu saçlarından öpeceğim!
Gecenin o geç saatinde…
Gökte yıldızlar gülümsediğinde…
Uykular gözlerimden sürgün edildiğinde…
Gecenin kanayan kalbi benim!
Az sonra şafak çatlayacak. Telefonun ahizesi elimde. Sanki durakta yarım kalan bir besteyi tamamlayacağım. Yaprakta gülümseyen jale gibi gül mevsimine uyanacağım. Gönlümü açacağım. İçimde bir kördüğüm, bir fırtına. Seni solumak ne güzel, seni hissetmek ne büyülü!
– Uyandırdım galiba?
– Önemli değil. Bir şey mi vardı?
Sesin soğuk ve kırılgandı.
– Yo… Şey…
– Buyurun sizi dinliyorum.
Sanki dönüşü olmayan bir yoldaydım.
– Hani beni hiç uyku tutmadı da… Sesini özledim. Seni çok özlediğimi anladım!
– ?
Bir sessizlik düştü aramıza. Saniyeler süren asırlık bir sessizlik. Aynı soğuk, katı, kırılgan ses devam etti:
– Hiç sordun mu? Ya benim de yüreğimin bir özlediği varsa?
Dondum. Sanki iki damla yılan ağusu düştü içime. Birden her şey anlamsızlaştı, renklerini yitirdi. Zihnim yıldızsız bir gece kadar karanlıktı. Kelimeler ruhunu kaybetti, soğuk madeni tınılara dönüştü: “Hiç sordun mu? Ya benim de yüreğimin bir özlediği varsa?” Böyle anlarda gönülden gönüle yol mu aranırdı? Üşüyen sevdalardan mı bahsedilirdi? Ayağımın altından sanki bir dünya kayıyordu. Ne diyeceğimi şaşırdım. Beni en hassas yerimden vurmuştun. Bildiğim, inandığım tek gerçeği kırık, dökük yeniden ifade ettim:
– Yüreğimin sesi bu. Elimde değil!
Cevap vermedin. Telefonu nasıl kapattığımızı hatırlamıyorum. Gözlerimi yumdum: “Allah’ım, bunun bir rüya olmasını ne çok isterdim!”
Yer demir, gök bakırdı!
Zihnimde ölü siluetler halinde uçuşan hep aynı cümleler:
“ … Ya benim de yüreğimin bir özlediği varsa?”
Ateşim kırk derece. Artık beni bu şehre, bu fakülteye bağlayan ne kaldı?
* *
*
Dedim ya, çok isterdim: O sabah bir teselliyi, bir çift sözü çok görmemeliydin. Senden hatıra olarak saklayacağım en azından bir güzel cümlen kalmalıydı bende. Ne bileyim, “Üzülme!” demeliydin. “Benim de üzülmemi ister misin? Sen bir genç kızın bir erkekte bulabileceği güzelliklere sahip iyi bir insansın. Kaderin seni farklı şartlarda karşıma çıkarmasını isterdim. İki iyi dost, arkadaş kalalım. Anlamalısın beni!”
Anlardım seni. Demedin.
Şimdi aramızdan yorgun rüzgârlar geçer. Artık gözlerim deniz yeşili değil. Kalbimin sesi, dört duvar arasında tutuklu. Uykuları gözlerimden sürgün ettim. Yüreğimle bir yol ayrımındayım.
Elimde değil.
Yine de,
Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde.
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar.
Seni düşünürken
Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
Deliler gibi dönmeye başlar
Döndükçe yumak yumak çözülür
Çözüldükçe ufalır küçülür.*
* *
*
Bugün okulun son günü. Arkadaşlar bir birleriyle vedalaşma içinde. Herkes memleketine gidiyor. Ya ben? Akşam saat sekiz otobüsüne bilet aldım. İçimde devrilen bir dağ, otogarın bekleme salonundayım. Valizim ayak uçlarımda.
Birden salona girdin. Hayır, rüya görmüyordum, Hayal görmüyordum. Bu sendin. Kalbim bütün şiddetiyle çarpıyordu. Omzunda çantan, elinde valizin vardı. Demek bu akşam sen de gidiyordun. Başka yerlerde boş kanepeler olduğu halde, gelip karşıma oturdun. Beni görmemiş olamazdın. Neden böyle yaptın bilmiyorum. Belki de vedalaşacaktın. “Seninle güzel günlerimiz oldu; kırgın ayrılmayalım.” diyecektin. Vicdan azabı çekmiştin. Gönlümü alacaktın. Hiç tahmin edemediğim çok özel bir şey söyleyecektin.” Gözlerim kucağımdaki dergide. Hayır, aslında içimdeki yangın suretinde. Başımı kaldırsam göz göze geleceğiz. Gururuma engel olup da kaldırmıyorum başımı. Böylesi anlarda hiç kalbinizin acıdığı oldu mu? Eliniz farkında olmadan hiç sol göğsünüze gitti mi? Kendinizi sürekli iç kanama geçiren bir hasta gibi hissettiniz mi? Bir demet nergis gördüğünüzde hiç gözleriniz buğulandı mı?
Hiç bir şey demeden, elinde valizin çıkıp gittin.
Biz, böyle mi olmalıydık; böyle mi ayrılmalıydık?
Hani yalancı baharlar vardır: Erguvan renkli güz ürpertileri içinde ılık, müjdeli… Badem ağaçları bilirim; gülümseyen bir yudum güneşe aldanır da, bir anda tepeden tırnağa çiçeğe durur. Bir de bakarsınız ki, o sessiz, yumuşak, beyaz ışıltılar acı bir poyrazla savrulup gitmiştir.
Ey, uzun sarı saçları nergis kokan Peri kızı! Yoksa sen de mi gönlümü çalan, yüreğimi çiçeklendiren bir yalancı bahardın? Mısraların kanadında bir demet gülle gelmiştin. Şimdi soğudukça acı veren bir kurşun yarasıyla gidiyorsun. Sana verecek bir tek şeyim vardı: Kalbim! Onu da verdim.
Söylesene, suçun hepsi bende mi?
Şimdi acı çekiyorum. Alışırım, alışırım herhalde!
İnsanlar gider, şarkıları kalır,
Şarkılar var, uzun, yüzyılları dolanır
Şarkılar var, kısa, söylendiği yerde kalır
Şarkılar var, benim şarkılarım
Söyleyemem, içimde kalır.**
* (Bedri R. Eyüpoğlu)
**(Aziz NESİN)