DİLLERİN DOĞUŞU
BIRTH OF LANGUAGES
Mustafa ERGÜN[1]
İzmir; Ocak 2025
ÖZ
Dil araştırması insan düşünce dizgesinin de anahtarıdır. Dillerin ortaya çıkışıyla ilgili olarak farklı kuramlar ve yaklaşımlar bulunmaktadır. Buzul çağlarında, dünyanın büyük bölümleri yaşanamaz ve sert iklim koşulları vardı. Kuzey bölgeleri buzul ve tundralar ile kaplıydı. Bunun yanı sıra dünyanın geri kalan bölümü çöl koşullarına sahip olup hem kuru ve hem de soğuk bir iklim koşulları altındaydı. Yaşam çok dar bir alana sıkışmış olan ekvator kuşağındaydı. Çöl ile buzul/tundra sınırı coğrafyanın topoğrafik koşullarına bağlı olarak 35º-40° K enlemleri arasındaydı. Bu kuşak buzul çağlarında yaşama en uygun koşulları altındaydı. İnsanlık tarihindeki belgelenmiş dil kullanımı, Sümerlerin çivi yazısının icadı ile başlamış ve bu yazının MÖ 3500 civarındaki bir tablette görüldüğü bilinmektedir. Ancak, insanlığın varoluşu çok daha eski bir tarihe dayanmakta olup, bu nedenle dillerin doğuşu ile ilgili kesin bir tarih belirlemek zordur. Dilin evrimi konusundaki kuramlar arasında en çok bilinenlerden biri, bütün dillerin tek bir ana dilden türediğini savunan tek köken kuramıdır. Bu kuram, dilin evrimini ortak bir ataya dayandırarak dil ailelerinin birbirinden türediğini savunur. Diğer bir yaklaşım ise çok köken kuramıdır, bu kurama göre ise farklı dillerin farklı kaynaklardan, farklı bölgelerden ya da farklı topluluklardan geliştiği düşünülmektedir. Dil biliminin öncülerinden biri olan Noam Chomsky, ilginç bir benzetmeyle ifade eder ki; eğer başka bir gezegenden gelen ziyaretçiler dünyayı ziyaret etseydi, bütün insan dillerini tek bir dil gibi algılayabilirlerdi. Dil doğuştan edinilen bir yetidir. Dilci Chomsky’ye göre, dilin dört temel davranışı (konuşma, yazma, anlama, okuma), beyinsel bir fonksiyonun neticesinde ortaya çıkar ve her insan bu dilsel yeteneklerle doğar. Bu kuram, dilin evrimini bireylerin doğuştan gelen dil yetenekleriyle ilişkilendirir. Diller, aralarındaki farklılıklara rağmen dil bilgisi, anlam ve ses gibi temel noktalarda bazı ortaklıkları paylaşırlar.
ANAHTAR SÖZCÜKLER: Dil; Yaşam Kuşakları; Sümerler; Köken
ABSTRACT
The study of language is the key to history and to the human system of thought. There are different theories and approaches to the emergence of languages. During ice ages, large parts of the world were uninhabitable and had harsh climatic conditions. The northern regions were covered with glaciers and tundra. In addition, the rest of the world had desert conditions and had both a dry and cold climate. Life existed in the equatorial belt, which was squeezed into a very narrow space. The desert and glacial/tundra boundary was between latitudes 35º-40° N, depending on the topographic conditions of the geography. This belt had the most favorable conditions for life during ice ages. The documented use of language in human history began with the invention of cuneiform by the Sumerians, and it is known that this writing was seen on a tablet around 3500 BC. However, the existence of humanity dates back to a much earlier date, so it is difficult to determine an exact date for the birth of languages. One of the most well-known theories on the evolution of language is the single origin theory, which holds that all languages are derived from a single mother tongue. This theory argues that language families are descended from each other by basing the evolution of language on a common ancestor. Another approach is the multi-origin theory, according to which different languages are thought to have developed from different sources, different regions or different communities. Noam Chomsky, one of the pioneers of linguistics, expresses with an interesting analogy that; If visitors from another planet visited Earth, they would perceive all human languages as a single language. Language is an innate ability. According to the linguist Chomsky, the four basic behaviors of language (speaking, writing, comprehension, reading) arise as a result of a brain function, and every human being is born with these linguistic abilities. This theory relates the evolution of language to the innate language abilities of individuals. Despite the differences between them, languages share some commonalities in basic points such as grammar, meaning, and sound.
KEYWORDS: Language; Living Zones; Sumerians; Origin
GİRİŞ
Thomas Young 1813’te dil ailesinin Batı Avrupa’dan Kuzeydoğu Hindistan’a uzanan coğrafi büyüklüğü nedeniyle “Hint-Avrupa” terimini Hint + Avrupa’dan türetmiştir. Hint-Avrupa dil ailesi, yüzlerce dil ve lehçe içeren dünyanın en büyük dil ailesi olarak tanımlanmaktadır. Dünyada 3,2 milyarı aşkın kişinin anadili bu aileye ait bir dil olup, bu değer dünya nüfusunun %46’sını oluşturmaktadır (Şekil 1).
Hint-Avrupa dillerinin oluşumu ile ilgili hiçbir yazılı kaynak bulunmamaktadır. Fakat Batılılar tarafında bir ön kabül şeklinde ele alınmaktadır. Avrupalı arkeologlar uzunca süre Batı Uygarlığının Doğuşunu MÖ 776’daki Olimpiyat’la ve Homeros destanlarının derlenmesiyle eş zamanlı gördüler ve böyle bir algı yarattılar. Sonra üstüne Mısır ve Sümer ve birazda hint uygarlıklarını eklemlediler. Batı Avrupa merkezli düşünceye göre, Uzun yıllar boyunca Anadolu Yarımadası, Neolitik yaşam biçiminin çekirdek bölgesinin dışında tutulmuş ve oluşum sürecinde Anadolu’nun yalnızca bu yeni yaşam biçimini Batı’ya, Avrupa’ya aktaran bir köprü rolü oynadığı öngörülmekteydi. Aynı zamanda nutulan Turan uygarlığının tam ortaya çıkarıldığı (Pumpelly, 1908; Anau) zaman sonrası Birinci Dünya Savaşı çıkmış ve kurulan Sovyet rejimi tüm bu çalışmaları durdurmuştur.
Sir William Mathew Flinders Petrie 1920’lerde antik Mısır ile güney Rusya özellikle de Kafkaslarla belirgin bir bağlantı var olduğunu gözlemlemiştir (Petrie, 1925). Geçmişimizin kökenlerini araştırırken, Kanadalı bilim insanı Profesör Reginald Fessenden ile iletişim içinde, Flinders Petrie, Mısır Ölünün Kitabını inceleyerek olabilecek coğrafik kökenleri belirlemiştir. “Ölünün Kitabının Kökeni” adlı yayınında, Ptolemi tarafından belirtildiği üzere Mısır mitolojik manzarası doğrudan Kafkas coğrafyası ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Bu kadar bilgi ve felsefi kanıt üzerine Petrie şu sonuca varmıştır
“En erken Mısırlıların kültürel bağları ve aynı zamanda mitolojilerdeki fiziki tanımları, Kafkas bölgesini işaret etmektedir. Göreceli konumlarına göre mitolojideki temel yerlerin adları göz önüne alındığında, Kafkas bölgesi Mısırlıların en erken uygarlığının anayurdu olduğu izlenimini vermektedir (Ancient Egypt, June 1926).
Ne yazık ki, Bolşevik Devrim ve Rusya bölgesinin kapatılması nedeniyle, batılı bilim insanı hanedanlık öncesi Mısır’ın Kafkas bağlantılarının araştırılması olanaksız kılınmıştır. Fakat buna ek olarak, Nazizm’in Avrupa’da yükselmesiyle, daha üstün ve veya ırkın Nil vadisini istila ettiğini kabul etmek politik olarak doğru olmayacağı olgusu yerleşmişti. Bu gerçekler ve özünde olan önyargı arkeoloji topluluğu (daha önce Gordon Childe için olduğu gibi) Petrie’nin geçmişe ait Kafkas bağlantıları kuramına karşı tavır almışlardır.
Troya ile ilgili her şey konusunda duyulan bu coşku ve heyecan kademeli bir şekilde ilk önce Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesiyle (MS. 1453), sonra da Viyana kuşatmasıyla (MS. 1683) tamamıyla ortadan kayboldu. O tarihlerden itibaren Orta Avrupa’nın entelektüel seçkinleri Troialılar’ın soyundan geldiklerine inanmaktan vazgeçip kendilerine yeni tarihsel modeller aramaya başladılar. Antik Grek ve Roma kültürlerinin seçilmesinin nedeni, muhtemelen bu kültürlerin Doğu Akdeniz çevresindeki büyük bölgelere hâkim olmuş olmalarıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan sonra, ırksal önyargılara dayanan değerlendirmeler tasvip edilmemeye başlandı. Ancak bu tür düşüncelerin bilinçaltında var olmaya devam ettiği ve Anadolu uygarlıkları konusundaki araştırmaların gecikmesine neden olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bunun neticesinde oluşan bilgi deformasyonu ve eksiklikleri yavaş yavaş kapanmaya başlamıştır (Zangger ve Mutlu, 2016).
Günümüzde dünyadaki diller ve dil topluluklarının dağılımı yalnızca toplulukların yeryüzündeki dağılımının basit bir sonucu değildir. Eğer öyle olmuş olsaydı, diller aile ağacının, Darwin tarafından ileri sürülen dağılımlar ve gelişigüzel mutasyonların basit benzeşimi olurdu. Bununla beraber, belirli bir bölgede konuşulan dil bir diğeri tarafından değiştirildiğinde, dilin değiştirilmesi olgusu çoğunlukla kısmi olarak toplulukların da değişimini kapsar. Dünyanın en büyük dil aileleri çiftçiliğin yayılmasıyla ilişkili dil değişimi işlevlerinin mevcut coğrafik dağılımlarına borçludurlar. Bu bağlamda uygarlığın tetiğini çeken tahıl (buğday) tarımı ile ilişkilidir.
Küçük bir grubun gelişmiş bir topluma üstünlük sağlamasıyla egemenlik kuran bir üstün sınıf yaratması ve tedrici olarak kendi dilini onlara zorlaması sonucu, dil haritaları oldukça karmaşıklaşmıştır. Gelen grubun çok küçük olması nedeniyle, moleküler genetik etkileri saptamak oldukça zordur. Dil haritası iki grup tarafından konuşulan dillerin birbirleri ile iç içe olması dolayısıyla ortak özellikler paylaşmaya başlaması sonucunda çakışma işlevleriyle daha fazla karmaşıklaşır.
Doğa “Evrim Yasası’na uymasına karşın, yalnız “Değişen Koşullara ve Çevreye Uyum Sağlama” yeteneğine sahip olanlar ayakta kalabilmişlerdir. Buzul arası çağlarda ekvator kuşağını terk etmiş insanlar yalnızca dar 35º-40° K enlemleri arası kuşakta var olabilmişlerdir. Neandertal ya da Neandertal insanı, günümüzden yaklaşık 200 bin ila 28 bin yıl önce yaşamış insan türüdür. İkili adlandırmada Homo neanderthalensis’dir. Onlar 28 bin yıl önce çok sert iklim koşullarına kendilerine uyarlayamadıkları için yok olmuşlardır. Ekvatorda hem buzul ve hem de buzul arası dönemlerde yaşam devam etmesine karşın, insanoğlu bu ekvatoral bölgelerde ileri bir uygarlık yaratamamışlardır. Fakat Buzul/Tundra ve Çöl sınırında çok zor yaşam koşullarında uygarlık hemen Buzul Çağının sonunda uygun yerlerde gelişmeye başlamıştır. Zor iklim koşulları insanları daha yaratıcı yapmıştır. Son Buzul Çağının en yoğun olduğu 20 bin yıl öncesinde tüm Dünya’da yaşayan insan nüfusu yalnızca 5 milyon civarındaydı bunların çok büyük çoğunluğu Hazar-Turan bölgesindeydi.
Lorenzo Burge “Pre-Glacial Man and The Aryan Race” (1887) adlı eserinde Aryanların atalarının MÖ 15.000 dolayında Orta Asya’da ortaya çıktığını ve burada büyük bir uygarlık yarattıklarını iddia etmiştir. Buzul Çağının sona ermeye başlamasıyla da Aryanlar Orta Asya’dan yeryüzüne yayılarak yeryüzüne uygarlığı yaymışlardır. Adji (2019) Orta Asya’da yaşayan insanları “HOMO SAPIENS ALTAENSIS” (ALTAY AKILLI İNSANI) olarak tanımlamıştır.
Nick Brooks; Uygarlık, insanlığa karmaşık ve “KENTLİ” toplumlar içinde bir yaşam için tercih yapabilmesine olanak sağlayan elverişli bir çevrenin ürünü olarak ortaya çıkmadı. Tersine, bugün “UYGARLIK” diye değerlendirdiğimiz şey, büyük ölçüde, felaket boyutlarında bir iklim değişikliğine kazara ve planlı olmayan bir biçimde uyum sağlanmasının sonucudur. Toynbee; “Uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği YANIT, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu” ileri sürer. İnsanoğlunun ilk uygarlığının yaşadığı felaket boyutlardaki ani taşkınlar (TUFAN) sonucunda TURAN uygarlığı doğmuştur (Ergün, 2024).
ANAU bölgesi (Türkmenistan) Aşgabat şehrinin hemen doğusunda yer almaktadır. Amerikaıı arkeolog Raphael Pumpelly (1837-1923) Türkmenistan’da Aşgabat yakınlarındaki ANAU (ANEV) ve Mari (Merv)’de kazılar yapmıştır (Pumpelly, 1908). Anau uygarlığının başlıca bulunduğu yerler, dağ çaylarının düzlüğe çıktığı yamaçlardır. Pumpelly buradaki arkeolojik malzeme ile insanoğlunun ilk tarımsal faaliyetleri ile ilgili olarak “VAHA, TATLI GÖL (OASIS)” adlı kuramını ortaya atmıştır. Fakat bu çalışmalar Birinci Dünya Savaşının başlaması ve arkasında Rusya’da Sovyet rejimin gelmesi bu bölgenin dünya ile ilişkisini koparmıştır.
Kentleşme sürecinin Bakterya’daki Ceyhun ve Marganya’daki Murghab Irmağı deltasının bulunduğu kuzey Afganistan, doğu Türkmenistan, güney Özbekistan ve batı Tajikistan’ı kapsamaktadır (Sarianidi, 1995). Bu bölge Pamir ve Hindukuş dağları arasındadır. Bakterya-Margiana Arkeolojik Kompleks (The Bactria–Margiana Archaeological Complex; BMAC), aynı zamanda Ceyhun uygarlığı olarakta bilinir, yaklaşık olarak MÖ 2400-1900 olarak tarihlenen Orta Asya Tunç Çağı için modern arkeolojik tanımlamadır. Hem Sümer ve hem de İndüs uygarlıklarını kaynağı olan Turan bölgesi (Batılılara göre Bakterya veya Oxus) hem Hazar Denizi su seviyesinin son 15 bin yıldır daha önce kuzeyden gelen su miktarının hızlı bir şekilde azalmasıyla birlikte bölge çölleşmeye (Karakum ve Kızılkum Çölleri) başlamıştır. Buzul çağının bitiminden sonra ilk uygarlığı yaratan insanlar daha suyu bol yerlere göç etmişlerdir. Bu da uygarlığın daha geniş bir coğrafyaya yayılması demektir.
Son 15 bin yıl için Hazar Denizi bölgesindeki önemli olaylar:
- 15 bin yıl öncesi Khvalyan Yükselimi;
- 12 bin yıl öncesi buzul çağının sonu;
- 5-6 bin yıl öncesi günümüze yakın uygun değer deniz seviyesine ulaşım ve deltaların oluşmasına neden olmuştur.
Dünya uygarlıkları aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
- Buzul çağından sonra: Harran (10.000 MÖ, GD Türkiye); Anau (8-9.000 MÖ, Türkmenistan): Konya (7.000 MÖ. Orta Anadolu); Filistin (7,000 BC); Mehrgarh (7.000 MÖ; Belücistan, Pakistan)
- Deltaların oluşmasından sonra: Mezopotamya (4.000 MÖ); Mısır (3.500 MÖ); Harappa (3.300 BC, Pakistan); Troya (4.000 MÖ, KB Türkiye); Mohenjo-daro (3.300 MÖ, Güney Pakistan)
Buzul çağının sona ermesiyle bu uygarlıklar (deltalar oluşuncaya kadar) başta Harran, Aran ve Turan olmak üzere Hazar çevresinde oluşmuştur. Erken uygarlıkların, Buzul Çağında Hazar Denizi bölgesi ile sıkı bir şekilde ilişkili olduğu bilinmektedir. Buzul çağında Toros Dağları buzdan bir duvar örmüşler ve Kuzeyinde kalan Anadolu ve tüm Avrupa’daki aşırı buzul koşulları canlı yaşamına uygun yerler değillerdi.
Belücistan’daki Mehrgarh (MÖ 7.000), Harappa (Kuzey Penjab; MÖ 3.300) ve Mohando-jaro (Sind bölgesi, Pakistan; MÖ 2.500) uygarlık merkezleri oluşmuştur. Bunlardan daha eski olanı Mehgarh Pakistan, Doğu İran ve Afganistan arasındaki dağlık bölgedir. Bu uygarlık Anau (Türkmenistan; MÖ 8-9.000) uygarlığından daha sonra oluşmuştur. Buzul çağı sonrasında dağ eteklerindeki sulak alanıdır (VAHA KURAMI). Diğer ikisi (Harappa ve Mohendo-jaro) daha yeni ve İndüs deltaları oluştuktan sonradır.
Turan bölgesinde iklim değiştikçe Hindukuş Dağlarını aşarak İndüs vadisine inmişlerdir. Önce Belücistan’ın kuzeyinde Mehrgarh (MÖ 7 binler)’ta uygarlık oluşturmuşlardır. Daha sonra da İndüs üzerinde Harappa (MÖ 5300)’ta uygarlık gelişmiştir. İndüs’ün güneyinde ise delta uygarlığı olarak Mohenjo-daro (MÖ 2500)’da uygarlık gelişmiştir.
Batıda ise, Uygarlık Hazar Denizi çevresinden başlayarak ARAN ülkesi ve URMU’ya (Kuzeybatı İran; güney Azerbaycan) ulaşmıştır. ARYAN uygarlığının kökeni de büyük bir olasılıkla budur (Childe, 1926). Buradan da Toros ve Zağros Dağlarındaki geçitlerden ilerleyerek, dünyanın ilk uygarlığının (yaklaşık 12 bin yıl önce) oluştuğu Harran Ovasına ulaşılmıştır. Buzul çağı sonunda Harran bölgesi en uygun iklim koşulları ve coğrafyaya sahipti. Dünya uygarlığında asıl sıçrama, bundan 5-6 bin yıl önceki sıcak iklim koşullarında buzulların hızla erimesi ve deniz seviyesinin hızla yükselmesi sonucunda deltaların oluşmasından sonradır. Sümer uygarlığı da Turan, Aran ve Harran’dan güneye ve batıya doğru Mezopotamya’ya ilerlemiştir. Ayrıca, Harran uygarlığı Torosları aşarak önce Konya Ovası’na (MÖ 7000) ve batıya doğru ilerleyerek Ege Denizi kıyısında Troya uygarlığını (MÖ 4000) meydana getirmişlerdir. Uygarlık buradan batıya Trakya’ya geçmiş ve Avrupa uygarlığının temelleri atılmıştır (Şekil 2).
Buradan da şu anlaşılmaktadır, daha önce 35º-40°K enlemlerindeki uygarlıklar, deltalar oluştuktan sonra, daha güneye 30º-45°K enlemlerine kaymıştır. Burada MISIR uygarlığı bir istisna teşkil etmektedir. Çünkü Nil Irmağı güneyden kuzeye doğrudur. Nil ekvatordaki tropik yağışlardan beslenmektedir. MISIR Uygarlığı daha gençtir (MÖ 3500) ve Hazar bölgesinden etkilendiği söylenmektedir (Petri 1920’ler). SARI IRMAK Uygarlığı doğuda kendiliğinden oluşmuştur. Uygarlık SARI IRMAK bölgesinde daha geç başlamıştır.
KONUŞMANIN DOĞUŞU
Yuhanna İncili şöyle başlar: ÖNCE SÖZ VARDI…
Demek ki insanlığın oluşumunda “SÖZ” önemli bir yer tutar.
Diyelim ki hiç konuşma bilmeyen insansınız. Ağzınızı açın ve ses çıkarmayı deneyin; Doğaçlama ilk ses olarak Aaaa… dersiniz! A harfinin önüne abc’deki tüm sessiz harfleri koyup okuyun: İlk sözcük “AB”dır. Bu da Türkçe’de “SU” demektir. Canlıların için olmazsa olmazıdır. Sümerce’de “ABSU” içilebilir yeraltı suyu demektir. Şimdi 8 tane sesli harfi arkasına tüm sessizleri (Türkçede 20 tane) ekleyelim (Tablo 1).
Tablo 1. Sekiz sesli harfin arkasına sessizleri ekleyerek Türkçe kök sözcüklerin elde edilmesi.
A | E | I | İ | O | Ö | U | Ü | |
B | AB | EB | IB | İB | OB | ÖB | UB | ÜB |
C | AC | EC | IC | İC | OC | ÖC | UC | ÜC |
Ç | AÇ | EÇ | IÇ | İÇ | OÇ | ÖÇ | UÇ | ÜÇ |
D | AD | ED | ID | İD | OD | ÖD | UD | ÜD |
F | AF | EF | IF | İF | OF | ÖF | UF | ÜF |
G | AG | EG | IG | İG | OG | ÖG | UG | ÜG |
Ğ | AĞ | EĞ | IĞ | İĞ | OĞ | ÖĞ | UĞ | ÜĞ |
H | AH | EH | IH | İH | OH | ÖH | UH | ÜH |
K | AK | EK | IK | İK | OK | ÖK | UK | ÜK |
L | AL | EL | IL | İL | OL | ÖL | UL | ÜL |
M | AM | EM | IM | İM | OM | ÖM | UM | ÜM |
N | AN | EN | IN | İN | ON | ÖN | UN | ÜN |
P | AP | EP | IP | İP | OP | ÖP | UP | ÜP |
R | AR | ER | IR | İR | OR | ÖR | UR | ÜR |
S | AS | ES | IS | İS | OS | ÖS | US | ÜS |
Ş | AŞ | EŞ | IŞ | İŞ | OŞ | ÖŞ | UŞ | ÜŞ |
T | AT | ET | IT | İT | OT | ÖT | UT | ÜT |
V | AV | EC | IV | İV | OV | ÖV | UV | ÜV |
Y | AY | EY | IY | İY | OY | ÖY | UY | ÜY |
Z | AZ | EZ | IZ | İZ | OZ | ÖZ | UZ | ÜZ |
Bu yolla kök sözcüğe başka kök sözcük veya ekler ekleyerek yeni sözcükler üretme esnekliği yaratır. Böylece, bir tek sözcükle birçok konuyu anlatma olanağı vardır. Bu EKLEMLİ dilin özelliğidir. Sümercede bir EKLEMLİ dildir. 1880’lü yıllardan itibaren Sümer yazısının ve dilinin çözülmesine yönelik çalışmalar başlamıştır. 1869’da Jule Opert, bu dile Sümerce adını verdi. Ve bu dilin Türk, Fin ve Macar dillerine akraba olduğunu söyledi. 1887’de Francoise Leonerment’ta bu dili Ural-Altay dil grubuna koydu. Joseph Halevy ise bu görüşlere tamamıyla karşı çıkarak, bu dili Sami Akatların özel amaçla uydurdukları dil olarak tanımladı. Bu görüş günümüze kadar geçerliliğini korumuştur (Çiğ, 2013). Sümer dilinde Türk dilinde olduğu gibi kelimeler kök halindedir onlara ekler yapılarak yeni kelimeler oluşturuluyor. Sümer dilinde Türk dilinde olduğu gibi, fiil bakımından çok zengin. Ses uyumu vardır. Erkek, dişi ayrımı yoktur. Türkçede olduğu gibi kısa anlatımla geniş anlam veriliyor. Türkçe ile çok daha az sözcük kullanarak kendini ifade edilebilir.
Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb.) sıralaması da rasgele değildir. Türkçe cümleler bir tür “crescendo” (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaştıkça önem artar. Yine matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir.
“Dil düşüncenin bir âletidir”
H.G. WELLS
Dil araştırması tarihin de, insan düşünce dizgesinin de anahtarıdır. Biz bu yolla geçmişin gizemlerine daha bir yaklaşabilir, insanın akıl yürütme şifrelerini daha bir çözebiliriz. Merak güdümüz dışında başat amacımız da bundan başka bir şey değildir. İnsanın en büyük entelektüel korkusu kafasındaki yargı kalıplarının zarar görmesidir. En alttan en üste hiçbir eğitim düzeyinde sonuç değişmiyor: Büyük çoğunluk algı ve yorum alışkanlıklarına anasına, yavrusuna sarıldığı gibi sıkı sıkı sarılıyor, hiç değişmesin istiyor. O yüzden yeni bilgi ve öğretilere, eğer bunlar onun ilkel güdülerine karşılık gelmiyorsa direniyor. Ne ki, bilgi ve bilimi ilerletmek isteyenler elde çekiç, kemikleşmiş yargıları kırmak zorundadır.
DİLLERİN YAYILMASI
Dillerin dar bir alandan geniş bir çevreye yayılmasında tarım da önemli bir yer tutmaktadır. Çıkan ilk insan uygarlığına ait dilin, bu bölgenin de köken dilini oluşturmuş olması gerekir. Dillerin yayılmasında tarımın yayılmasının önemli bir yer tutmakta olduğu hususu göz önüne alındığında, tüm bu bölgenin köken dilinin Sümerce olduğunu kabul edebiliriz.
Dilin kökeni hakkında bilinen ilk bilgi Keng-Yir (Sümer) metinlerinde vardır. ‘’Bütün evren, Enlil’e bir dilde söylerlerdi’’ (Tarih Sümer’de Başlar, Samuel Noah Kramer, TTK Yayını, 1995, S.289). Buna benzer bir ifade Tevrat’ta da vardır ki kaynağının Sümer olduğu kuşku götürmez. Avrupa, 18. yüzyıla kadar inançta ve felsefede Tevrat merkezlidir. Dile bakışı teokratiktir. Avrupa, ekonomik palazlanmasını sürdürürken bir yandan da, artık ”Tevrat merkezciliği” yavaş yavaş terk etmeye başlar. İbraniceden ”daha önemli” olan bir ”Hint-Avrupa” dilini keşfedilmiştir. ”Aryan-Ari ırkı en soylu ırktır, onun dili olan Hint-Avrupa dili de en önemli dildir”. Yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa artık ırkçı bir maceranın içindedir ve dile bakışı da ”teokratik” olmaktan çıkıp ”ırkçı” olmuştur. 19. yüzyılda Batı, dilin kökeni meselesinin kurcalanmaması tembihlerine rağmen, buna uyulmadığını görür ve bu yasağı deldirmemek için yasaklara başvurmaya başlar ve zor kullanır. ”Bu nedenlerden ötürü, 19. Yüzyılın ikinci yarısındaki araştırmacılar, dilin kökeninin araştırılmasıyla alay ettiler, konuyu ihmal ettiler ve hatta yasakladılar. 1886 yılında Paris Dil Kurumu ”dilin kökeninin araştırılması” ile ilgili makalelerin yayınına yasak getirdi.
Günümüz dünyasındaki dağılım ve saçılımlar çok basit değillerdir. Eğer öyle olmuş olsaydı, diller aile ağacı, Darwin tarafından ileri sürülen dağılımlar ve gelişigüzel mutasyonların basit benzeşimi olamazdı. Bununla beraber, belirli bir bölgede konuşulan dil bir diğeri tarafından değiştirildiğinde, dilin değiştirilmesi olgusu çoğunlukla kısmi olarak toplulukların da değişimini kapsar. Dünyanın en büyük dil aileleri çiftçiliğin yayılmasıyla ilişkili dil değişimi işlevlerinin mevcut coğrafik dağılımlarına borçludurlar. Bu bağlamda uygarlığın tetiğini çeken tahıl (buğday) tarımı ile ilişkilidir.
Küçük bir grubun gelişmiş bir topluma üstünlük sağlamasıyla egemenlik kuran bir üstün sınıf yaratması ve geçici olarak kendi dilini onlara zorlaması sonucu, dil haritaları oldukça karmaşıklaşmıştır. Gelen grubun çok küçük olması nedeniyle, moleküler jenetik etkileri saptamak oldukça zordur. Dil haritası iki grup tarafından konuşulan dillerin birbirleri ile iç içe olması dolayısıyla ortak özellikler paylaşmaya başlaması sonucunda çakışma işlevleriyle daha fazla karmaşıklaşır.
Dar bir alandan dillerinde yayılmasında tarım önemli bir yer tutmaktadır. Çıkan ilk insan uygarlığına ait dil, bu bölgenin köken dilini oluşturmuş olması gerekir. Dillerinde yayılmasında tarımın yayılması önemli bir yer tutmakta olduğu hususu göz önüne alındığında tüm bu bölgenin köken dilinin Sümerce olduğunu kabul edebiliriz.
Doğu Hazar Denizi bölgesinde uygarlığın başladığı yer olan Anau’da buğday tarımı ve hayvan evcilleştirmelerinin en aşağı 10-11 bin yıl önce başladığı vurgulanmıştır. Uygarlık buradan Mehrgarh bölgesine 9 bin yıl önce ulaşmış ve buradan da Penjab bölgesindeki Harappa’ya 5.300 yıl önce
Şekil 3. Uygarlığın Hazar-Turan bölgesinden yayılımı.
Aslında bu bölgenin önemli olduğu daha 19’ncu yüzyılı ortalarından beri biliniyordu. Bu bağlamda Ari ırk kuramının kurucularından Fransız aristokratı Kont Arthur de Gobineau’ya (1816–1882) göre Arilerin anavatanı Soğdanya (Özbekistan) ve Orta Asya tüm uygarlığın beşiği olduğu tezini ileri sürmüştü. Zamanla bu görüş benimsenerek Aryanların anayurdunun Orta Asya ve Bakterya (Hazar-Turan) civarında olduğu kabulü yaygınlık kazanmıştır. Lorenzo Burge’da “Pre-Glacial Man and The Aryan Race (1887) adlı eserinde Aryanların atalarının MÖ 15.000 dolayında Orta Asya’da ortaya çıktığını ve burada büyük bir uygarlık yarattıklarını iddia etmiştir. Buzul Çağının sona ermeye başlamasıyla da aryanlar Orta Asya’dan yeryüzüne yayılarak yeryüzüne uygarlık yaymışlardır (Şekil 3). Alman hukukçu Rudolp von Jhering de “The Evolution of the Aryan” adlı eserinde Aryan anavatanını Orta Asya/Baktrerya (Hazar-Turan) olarak kabul etmiştir. Aryan kuramcılarına göre Ariler bütün diğer halklardan üstün, sakin ve sağlam karakterli, sürekli çabalayan, düşünsel açıdan parlak, uzun boylu, açık tenli sarışın bir ırktılar. Orta Asya’dan dünyaya yayılan Arilerin diğer halkları kolayca yönetimleri altına almaları bu şekilde açıklanmıştır. Ari sözcüğü Türkçe ve Sümerce Ara (İyi, saf) sözcüğünden türemedir. Diker (2000) “Anadolu’da On Bin Yıl; Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı kitabına şu şekilde başlanmıştır: Ve tüm Dünya tek bir dilden oluşuyordu. Bu “tek dil”, Sümerce ve Etrüsk, İskit, Ahameniş, Aramice ve Elamca ve Partca’yı da içerecek şekilde diğer birçok benzer “kayıp” diller deşifre edilmelidir.
Bu noktada, biz ilk insanlık uygarlığı hakkındaki görüşlerimize geri dönmekte yarar olduğunu düşünüyoruz. Buğday hem karbonhidrat hem de proteince zengindir. Protein beynin gelişmesi için çok önemlidir. Harran’da oluşan ilk uygarlık Lübnan dağlarını takip ederek 9 bin yıl önce Filistin’e ulaşmıştır. Yine aynı şekilde buğday tarımı 10 bin yıl önce Toros dağlarını aşarak Konya ovasına ulaşmıştır. İklimin yumuşaması sonucunda Konya ovasından batıya ve kuzeye yayılmalar başlamıştır. Boğazları (o devirde daha su örtüsü yoktu) aşarak buğday tarımı 8 bin yıl önce Trakya bölgesine ve bin yıl sonra da Avrupa’nın en batısına ulaşmıştır.
Buradan da şu anlaşılmaktadır, daha önce 35º-40°K enlemlerindeki uygarlıklar, deltalar oluştuktan sonra, daha güneye 30º-25°K enlemlerine kaymıştır. Burada MISIR uygarlığı bir istisna teşkil etmektedir. Çünkü Nil Irmağı güneyden kuzeye doğrudur. Nil ekvatordaki tropik yağışlardan beslenmektedir. MISIR Uygarlığı daha gençtir (MÖ 3500) ve Hazar bölgesinden etkilendiği söylenmektedir (Petri 1920’ler). SARI IRMAK Uygarlığı doğuda kendiliğinden oluşmuştur. Uygarlık SARI IRMAK bölgesinde daha geç başlamıştır.
Afrika, Asya ve Avrupa’daki dünya dilleri aşağıdaki şekilde kabaca sınıflanabilinir (Şekil 3):
- Ekvator bölgesinden:
- Nil vadisi boyunca Etopya’da Sami Dilleri,
- Sri Lanka ve Güney Hindistan’da Dravidce,
- Polinezya dilleri (Malay yarımadası ve Endonezya adaları),
- Hazar bölgesinden:
- Sümerce,
- Sanskritçe.
Dünyanın yazılı dilleri:
SÜMERCE: 3500 MÖ (ÖN TÜRKÇE)
DRAVIDCE: 2500 MÖ
MISIRCA: 2500 MÖ (KOPTİK)
SANSKRİTÇE: 1200 MÖ
İBRANİCE: 1000 MÖ
YUNANCA: 700 MÖ
ARAPÇA: 400 MS
FRANSIZCA: 900 MS
İNGİLİZCE: 1600 MS
Sümerler dünyada ilk çivi yazısını MÖ 3.500’lerde bulanlardır ve gerçek anlamda yazılı tarih onlarla başlamıştır. Sümercenin dil grubu tam olarak hiçbir yere konmamıştır. Baştan Turani (Ural-Altay) olarak tanımlanmış, fakat daha sonra üstü örtülmüştür (Çiğ, 2013; Gerey, 2003; Tosun ve Yalvaç, 1981; Tuna, 1997). Sümerce kesin olarak bitişken bir dildir ve kökünü koruyarak ön ve arka ekler alabilir. Birçok bakımdan hem İndo-Avrupa ve hem de Sami dillerine benzemez. Fakat yapı olarak Türkçe’ye çok benzemektedir. Gerey (2003)’in yaptığı çalışmalarda Türkçe ile Sümerce arasında 400’den fazla ortak sözcük vardır (Tablo 2).
Tablo 2. Sümerce ile Türkçe arasındaki ortak sözcükler.
İNGİLİZCE | SÜMERCE | TÜRKÇE |
FATHER | ADA | ATA |
FOOT | ADAKUR | AYAK |
HOW | KAŞ | KAÇ |
PURE | ARA | ARI |
INTELLEGENCE | USU | US |
HANDLE | SAB | SAP |
RIGHT | SAG | SAĞ |
I | MEN | BEN |
LAYER | KAD | KAT |
WATER | SU | SU |
WHAT | NE | NE |
“ARA” sözcüğü hem Sümerce ‘de ve hem de Türkçe ‘de aynı anlamda “SAF, ARI” olmaktadır. Sami ırkından gelen Akadların etkisi altında kalmasına rağmen, Sümerce takip eden tüm dilleri etkilemiştir. Hemen Azerbaycan eski adı “ARAN” (daha önce ARYAN sözcüğünün kökü olduğu belirtilmiştir) ve hem de Ağrı Dağı (ARARAT)’nın yanından geçen “ARAS” (ARA SU) Irmağı sözcüklerinde “ARA” sözcüğü vardır. Ayrıca “ARA” sözcüğü “ARAMCA”’da da vardır.
Oldukça ileri seviyeye ulaşmış Sümer uygarlığına karşın, onları takip eden Akad, Babil ve Asur devletlerinde uygarlık fazla ilerlememiştir. Hatta bazı konularda geriye bile gitmiştir. Akad, Babil ve Asur alfabeleri Sümer alfabesinin çivi yazısından türemiştir. Aynı zamanda Mısır hiyogrifleri, belki de ondan etkilenerek, daha sonra gündeme gelmiştir. Kelime olarak yazının ifadesi tamamen Sümer çivi yazısı etkisi nedeniyledir. Mezopotamya’da dil evrişerek Aramca (Süryanice) olmuştur ve bu bölgede kurulan Asur ve Pers imparatorluklarının da resmi dili olmuştur. Yunan ve Yahudi alfabeleri çivi yazısını geliştiren Finikelilerden alınmıştır. Latin ve Kiril alfabeleri çok daha sonra gündeme gelmiştir.
Tablo 3. Sanskritçe ve Türkçe arasındaki sözcükler.
İNGİLİZCE | SANSKRİTÇE | TÜRKÇE |
Mother | Abba; Amba; Annas, Ma | Ana |
Tree | Agacca, Aga, Gaccha | Ağaç |
Child | Bala, Balaka | Bala, Çocuk |
Father | Tata | Ata |
Thick | Ghana, Gadha | Kalın, Katı |
Dry | Krud | Kuru |
Thin | Dhara | Dar |
Tarihçiler Sanskritçeyi ilk konuşanların Hindistan, Hazar Denizi ve Ortadoğu’ya kadar yayılan çok geniş bir topluluk olduğunu öne sürer; bazıları da bu dilin hiçbir zaman dini ve ilmi çevre sınırlarını aşıp, halk tarafından kullanılmadığını iddia etmektedirler. Sanskritçe eski bir İndo-Aryan dildir. Kuzeybatıdan gelen en aşağı 3,500 yıllık bir Aryan dilidir. Bu dil Hintlilerin edebiyat dilidir. Ayrıca Hinduizm, Budizm ve Jainizmin felsefi/edebi ve dini kitaplarının dilidir. Eski Hindistan’ın birçok diyalekti için Sanskritçe bir “lingua franca” olarak kalmıştır. Buradan da Sanskritçe ve Sümerce arasındaki bağı algılayabiliriz. Bu bağlamda bu iki ayrı dünyayı birleştiren köprü Hazar’dır. Sanskritçe ve Türkçe arasında birçok ortak sözcük vardır (Tablo 3).
Yukarı Penjab vadisinde Sanskritçenin en eski şekli olan Veda lisanı ortaya çıkmıştır. M.Ö. 2. bin yılın ilk yarısına karşılık gelen dönemde, Veda dili gelişmiş, esneklik kazanmıştır. M.Ö. 1. bin yılda, Ganj Vadisine kadar yayılan Hint-Ari topluluğu bu dili iyice benimsemiş ve daha sonra da Prakrit denilen dil ortaya çıkmıştır. Bu arada komşu kültürlerden birçok sözcük ve kullanılış şekli de Sanskritçe ’ye karışmıştır. İlk gramer çalışmalarını ise M.Ö. 5. yüzyılında yapılmıştır.
551 temel sözcük-kavram üstünden Türkçe-Sanskritçe uyumlu 139 (yüzde 25), İngilizce-Sanskritçe uyumlu 109 (yüzde 20), Türkçe-İngilizce uyumlu 73 (yüzde 13), üç dilin ortak uyumlu olduğu 81 madde (yüzde 15) saptandı. Türkçe-Sanskritçe hafif uyum gösterenleri değerlendirmeye almasak bile güçlü uyum gösteren 100 kadar kavram vardır ki, bu çok önemlidir. Bu da en az yüzde 18 yapar. Bu sonuçlar, bu üç dilin ortak kökene sahip olduğunu, en azından binlerce yıl önce birlikte geliştiğini doğrulamaktadır.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki temel dilleri şu şekilde sınıflandırabiliriz: Arapça, Farsça, Türkçe, Hintçe, Yunanca ve Avrupa dilleri (Şekil 4). “Hint-Avrupa Ari Irkı” ve buna bağlı “Hint-Avrupa Dil Ailesi” “bilimsel” efsanesinin en önemli dayanak noktası Sanskritçedir. Çünkü Sanskritçe yazılı belgeler bundan dört bin yıl öncesine kadar dayanır. Batılı hâkim dil-tarih kuramı, değişik nedenlerle Hintçeyi, bir kök dil olarak Yunan-Latin dilleri kadar önemser. Kurama göre Arap-Sami dilleri gibi, geniş coğrafyada yer alan eski ve yeni pek çok dil ve bu arada Turani diller de ailenin dışında kalır. Bunlar “barbar” kavimler, kültürlerdir.
”Türk” aslında bir ırk değil de üst tanımlamadır. Yani büyük bir aileyi kapsayan koca bir şemsiyedir. Türk adı altında iki ana grup bulunur; biri Oğuz diğeri Kıpçak. Kıpçak Türkleri: Kazak, Özbek, Kırgız dediğimiz doğu Türkleridir. Kıpçaklar, Seyhun, İdil ve Don arasında, Kafkas ve Kırım dağlarında, Hazar’ın Kuzey düzlüğü ile bugünkü Kazakistan’ın orta ve kuzeybatı kısmında yaşayıp pek çok Türk kavmi ile karışmışlardır. Oğuz Türkleri ise Orta Asya’nın Turan bölgesinden çıkmadır. Turan, Orta Asya’da, Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında kalan tarihi bölgedir. Bugün bu bölge Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan arasında bölünmüştür. Günümüzün Anadolu Türkleri’nin soydaşları esasen Orta Asya’daki Kazaklar ve Kırgızlar değil, Türkmenistan, Azerbaycan Türkleridir (Şekil 5). Ayrıca Macarca ve Fince dil yapısı bakımdan Türkçe ile benzerliği vardır. Macarca ile Sümercenin benzerliği vardır.
Daha önceki bölümlerde açıkladığı gibi buzul çağı ve hemen sonrasında dünyada yaşam en uygun topoğrafyaya bağlı olarak 35º-40°K enlemleri arasındaki bölgede gelişmiştir (Harran, MÖ 10 bin ve Anau, MÖ 9 bin). Bu yerler Hazar’ın batısı ve doğusundadır. Aslında Luckwert (2015)’in belirttiği gibi GÖBEKLİ TEPE (12 bin yıl öncesi)’nin adı bu bölgede diller ve dinler değişmesine karşın aynı adını korumuştur. Ayrıca, hem Sümer ve hem de Sanskritçenin kökeninde Hazar havzası izler vardır ve köken olarak ta aynıdırlar.
Dil çalışmaları tarihin ve insanoğlunun zekâsının gelişmesini anlamakta anahtar rolü oynamaktadır. Bu yolla biz geçmişin bilinmeyenlerine daha iyi ulaşabiliriz ve insanoğlunun ve zihinsel akılcı kodlarını ve şifrelerini doğru olarak çözebiliriz. “Sanskritçe” “İndo-Avrupa Aryan Irkı” kuramının ve bununla ilişkili dil ailesinin başlangıç noktasıdır. Bazı batılı düşün adamları Sanskritçenin en aşağı 4 bin yıl öncelerine gitmekte olduğunu ileri sürmüşlerdir. Günümüzde bu dil Hindistan’da birçok dilin doğmasına neden olmuş olmasına karşın ortadan kalkmış ölü bir dildir. Batılıların bu kuramına göre, Yunanca ve Latin dilleri (tüm Avrupa dilleri) uygarlığın temeli olduğuna inanmaktadırlar. Bu nedenle, bunun dışında kalan tüm diğer dilleri (başta Arap-Sami ve Turani diller) “barbarik” uygarlıklar olarak tanımlamışlardır.
Sümerler öyle bir kavimdi ki, dilleri Tevrata göre “bütün dünyanın dili” olarak dünyanın ilk dili (Tevrat) idi.
“VE DÜNYANIN DİLİ AYNIYDI, KELİMELER BENZERSIZDİ. VE OLDUĞU GİBİ, ONLAR [NUH VE OĞULLARI] DOĞUYA GİTTİKLERİNDE ŞİNAR (SÜMER) ADINDA BIR OVA BULDULAR; VE ORAYA YERLEŞTİLER… VE TANRI EMRETTİ; BURADA! ONLAR TEK KABİLEYDİLER VE HEPSİ AYNIYDI…
(TEVRAT-TEKVİN 11.1-2; 11-6)
KAYIP DİLLER
Yukarıda söz konusu edilen olguya eklenecek ikinci konu ise “kayıp diller” olgusudur. Bu da “tarihi süreklilik” açısından kabul edilemez bir durumdur. Sanskritçe (türev dilleri), Yunanca, Latince, Anglo-Cermen dilleri, Farsça, İbranice, Türkçe gibi büyük diller ve hatta Arnavutça, Gürcüce ve Ermenice gibi küçük diller makul bir devamlılık gösterirler. Hepsi eski dil karakterlerini ve ana yapılarını korumuşlar, ancak kelime hazneleri değişikliğe uğramış, dost veya düşman birçok milletlerden aldıkları sözcüklerle dillerde bazı değişikler olmuştur. Eski çağın kayıp dillerin sahiplerinden olan Sümerliler, Elamlılar, Medler, İskitler, Hititler, Frigler, Lidyalılar, Troyalılar, Etrüskler, Partlar ve Aramiler dünya tarihinde uygarlığın ortaya çıkmasında ve yaratılmasında önemli roller almışlar ve oynamışlar, sanat ve kültürde yaptıkları atılımlarla eski Yunan Rönesans’ının temellerini atmışlar ve dolayısıyla da bugünkü modern uygarlıklarımızın oluşumunu sağlamışlardır. Bu milletlerin dilleri Strabon zamanında (MS 1’nci yüzyıl) bile yaşıyorlardı. Doğada geçerli olan şu kuralı hatırlamakta yarar vardır:
NATURA NON FACIT SALTUM
(DOĞA SIÇRAMALAR YAPMAZ)
Doğada görülen sürekli “EVRİM” kuramı insanoğlunun yaşamı, tarihi ve dili ile de ilişkilidir. Öyleyse niçin bu büyük milletlerin dilleri kayboluyor. Fakat bugün yaşayan küçük milletlerin bile dilleri yok olmuyor ki bu küçük milletler daima o eski büyük milletlerin idareleri altında yaşamışlar, her türlü esarete ve yok oluşun etkisinde kalmıştır. Öte yandan, örneğin koca bir Sümer uygarlığı ve milleti ile beraber dili de yok olmuştur. İbranice Tevrat’a göre bu dil “bütün dünyanın konuştuğu dil idi”. Sümerce, Sümerlerin Güney Mezopotamya’da M.Ö. 4. binyıldan itibaren konuştukları dildir. Bilinen ilk yazılı dildir. M.Ö. 2000 yıllarında Akad’ca bölgede konuşma dili olarak Sümercenin yerini almış, Sümerce ise bilimsel ve dinsel bir dil olarak M.S. 1.yy’a kadar varlığını sürdürmüştür. Sümercede eril-dişil ayırımı yoktur. Bu dil, heceli bir dildir ve yapısal olarak diğer birçoğuna (örneğin Türkçeye ) benzemektedir. Fakat ses değeri, fonetik bakımdan ölü veya yaşayan hiçbir benzeri yoktur.”
Böylece mantık yine gösteriyor ki, eğer normal tarihi gelişme ve devamlılık korunacaksa bu eski dillerin kaybolmamaları gerekiyordu. Bazen de kaybolma diye bir şey olmadığı diller evrimleşerek yeni diller oluşmasına neden olmaktadır. Hint yarımadasında iki koldan gelen (kuzeyden Sanskritçe ve güneyden Dravidce) ve hatta doğudan gelen Polenezya dilleri karışımından günümüzde 88’den fazla konuşulan dil oluşmuştur.
Burada oluşan bu farklılıkların tarihte düzeltilmesi gerektiği konusu gündeme gelmektedir. Dünya tarihi egemen güçler tarafından yazıldığı gerçeğinden hareketle, düşünce ufkumuzu genişletmeliyiz. Bu bağlamda Sami ve Hint-Avrupa dilleri dışında kalan bitişken bir dil grubu vardır. Kayıp diller arasında bulunan Sümerce, Elamca, Etrüsk’çe, Urartu’ca ve Hurice gibi dillerin hepsi bitişken dillerdir. Ural-Altay dil grubuna atılan Türkçe ‘de bitişken bir dildir. Bu dillerin Ural-Altay grubuna bağlanması gerekiyordu, çünkü bu grubun Avrasya’daki tek temsilcisi Türkçe’dir. Hem tarihten ve hem de dil hususundaki bu aykırılıkların ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Selahi Diker (2000) yıllar süren araştırmalar sonucu (kendisi Türkiye’nin ilk jeofizikçilerinden, yani tarihçi veya dil bilimci değil), o kayıp dillerin üç büyük dil grubundan birisi olan Turan yani Türkçe (bitişken dil) ile ilişkili olması gerektiğini ortaya koymuştur. Bu yoldan hareket ederek kayıp dillerin sırrını çözmeyi başarmış, insanlık tarihinin son 5 bin yılı boyunca Türk dilinin küresel yayılışı ve gelişimini araştırmış ve Türk tarihini oluşturan ve bugün bazılarınca Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti devletine kadar 16 halkasının bilindiği, uzun zincirin kayıp halkalarını ortaya koymuştur.
SON SÖZLER
Hazar Denizi’ni çevreleyen Türk halklarının her birinde Tufan ile ilgili mitler vardır. Bunlardan en akla yatkın olanı Kazak Tufan Efsanesidir (Çığ, 2008). Turan ovasında yerleşen TÜRÜ-İLKLER (belki de TÜRK sözcüğü kökeni olabilir mi?) mutlu yaşarken insanoğlunun bazıları işledikleri günahlar yüzünden buraları su basıyor. Buna göre Nuh, Aral Denizi’nin doğusundaki Kemi-Salgan (Gemi yapım yeri) denilen yerde gemisini yaptırarak halkın arasında kendisine inanlaralar ve hayvanlardan birer çift alıp denize açılır.
Son 15 bin yılda ise Hazar Denizi’nde su seviyesi +50 metrelerden günümüz -28 metrelere düşmüştür. Bunun asıl nedeni Kuzeydeki buzullarda gelen su miktarının azalmasıdır. Bu doğrusal bir iniş değildir. Her 500-600 yılda bir inip çıkmıştır. Nuh Tufanı (15 bin yıl önce) oluşan Hazar Taşkınları sonrasında Hazar-Turan Uygarlığı oluşmuştur. Bu bölgeye kuzeyden gelen suyun azalmasıyla kuraklaşması ve çölleşmesi (Karakum ve Kızılkum Çölleri) nedeniyle Aryanlar (Childe, 1926) batıya doğru Harran ve Mezopotamya’ya ve güneye doğru İndüs vadisine inmişlerdir. Buralardan da tüm Dünyaya uygarlığın (doğal olarakta dillerin) taşıyıcıları olmuşlardır.
Türklerin tarihin derinliklerindeki ata yurdunun neresi olduğu konusu, Batılı akademisyenler tarafından özellikle tartışmaya açılmaz ve Ural-Altay etekleri Türk ata yurdu olarak kabul edilir. Nuh Tufanı olayında belirtilen görüşler doğrultusunda şunu kolaylıkla belirtebiliriz: Biz Ural-Altay’dan gelmedik fakat Ural-Altay’a gittik. Bu da ancak, Tanrının dünya yaratıldığından beri sanki Türkleri eliyle Ural-Altay eteklerine koymuş gibi gösterilerek, bu halkın gittiği her yerde “işgalci” sayılmasını sağlama amacına yöneliktir. Nitekim Batı dünyası şu anda Türkleri Anadolu’da işgalci bir halk olarak görmekte ve ata yurdumuza dönüp gitmemiz gerektiği görüşünü ileri sürmektedir.
Bu coğrafyada yaşayan insanlar kendi uygarlığına, geçmişine (Turan) ve Anadolu’nun yalnız geçiş yolu üzerinde bir köprü olmayıp bizzat kendisi UYGARLIĞIN beşiğidir. 35-40° enlemleri kalan coğrafik kuşak insanoğlunun ilk uygarlığını yarattığı bölgedir. Son yıllardaki tarihi karmaşıklığı yumağında bu bölge hakkında objektif düşünceler üretilememiştir. Tüm dini, ırksal ve milliyetçilik akımlarından soyutlanmış bir biçimde bazı bilgilerin yeniden yorumlanması ve açıklanması gerekmektedir. Biz kendi geçmişimizi başkalarından değil, geçmişimize sahip çıkarak bütünleşik bir anlayışla (DİL VE TARİH COĞRAFYA FAKÜLTESİ) olgunları ile birlikte ele almalıyız. Değişmez olan Tarih; Coğrafyanın yazdığı tarihtir.
Or/Ur, dilimizdeki macerasının başlarında hendek anlamına gelirken, zamanla kale hendeği, siper derken kale ve şehir anlamını kazanır. Dahası, örgütlenmeye ilişkin sözcükler Türkçede Or/Ur kökünden gelmektedir. Bu bağlamda basit bir sözcük ile durumu açıklık getirebiliriz. “UR” sözcüğü Türkçede bir araya gelerek topluluk oluşturma demektir. Ayrıca “ŞEHİR” anlamına da gelmektedir. Örneğin doğudan batıya: Urumçi, Urmu, Ur, Uruk ve Urfa bilinen şehir adlarıdır. Batı Anadolu’da İzmir (SMURNA) büyük şehir) ve URLA ise Şehir Yavrusu demektir. Bu sözcük Egenin batısına geçerek Atina’nın Plato öncesi UR ATİNA’dır. Zaten bu sözcük Roma’ya geçerek URBIS olmuştur. Batı dillerindeki URBAN sözcüğünün kökenidir. Ab urbe condita (anno urbis conditae; kısaca anlamı “Kentin (Roma) kuruluşundan bu yana olan” Latince bir deyiştir ki burada şehrin kuruluşu MÖ 753‘tür. Bunun yanında Sümer UR kentinin kuruluşu MÖ 4 binlere gider.
Ur kökünün hendekten kaleye ve kente uzanan macerası, uygarlaşma sürecinin dildeki izlerini gösteriyor. Yalnız Türkçede değil, diğer dillerde de kent sözcüğü ile uygarlık sözcüğünün aynı kökten (UR) gelmesi anlamlıdır.
Nick Brooks; Uygarlık, insanlığa karmaşık ve “KENTLİ” toplumlar içinde bir yaşam için tercih yapabilmesine olanak sağlayan elverişli bir çevrenin ürünü olarak ortaya çıkmadı. Tersine, bugün “UYGARLIK” diye değerlendirdiğimiz şey, büyük ölçüde, felaket boyutlarında bir iklim değişikliğine kazara ve planlı olmayan bir biçimde uyum sağlanmasının sonucudur. Nuh Tufanı insanoğlunun gördüğü en büyük felakettir. Bu bölgeden dünyaya yayılırken insanlar yeni gittikleri yerlere götürmüşlerdir. Bu arada Toynbee (1947) şu görüşü ileri sürülmüştür; “Uygarlıkların gelişmesinde rol oynayan temel etmenin, bir toplumun karşılaştığı sorunlara verdiği YANIT, daha doğrusu, ortaya çıkan sorunla ona verilen karşılık arasındaki diyalektik ilişki olduğunu”. İşten Hazar havzasındaki felaket boyutlarındaki su baskını uygarlığın gelişmesinin işaret fişeği olmuştur. Bu bölgede Toplayıcı-Avcı düzeyinden daha ileri bir uygarlık yüzeyinde idiler.
Buna ek olarak Avrupa ve Altay runik yazılarının aynı şekilde okunduğunu belirtmekte yarar var. Bu da muhtemelen apaçık belli olan dil ortaklığı hakkında derin derin düşünmek için yeni bir fırsat doğuracaktır. Bunun böyle olduğunu, 19. yüzyılda kadim runik metinleri ilk olarak okuyan Danimarkalı Profesör V. Thomsen kanıtlamıştı. Thomsen bunu Türkçe dilbilgisi sayesinde başarmıştı.
Dünyanın gerçek tarihi Sümerlerin yazıyı bulmaları (3.500 MÖ) ile başlamaktadır. Onun için, bundan önceki tüm süreç ÖNTARİH (PREHISTORY) olarak bilinir. Arkeolojinin ilk günlerinde, eski yerleşim yerleri ve mezarlarda yapılan kazılar tarihi belgelerde şu anda bilinenleri göstermek amacıyla kullanılmıştır (Renfrew, 2008). “Ön Tarih” kavramı on dokuzuncu yüzyılda bilimsel düşüncedeki hızlı gelişim ile ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi jeolojideki gelişmeydi. Günümüzde devam eden olguların geçmiş değişimleri açıklayan, Hutton, Lyell ve Prestwich’in jeolojisinin altında yatan ilkeler ile yaşayan dünya ve gelişmeleri bağlayan Darwin’in “Doğal Seçim Yoluyla Türlerin Kaynağı” üzerine yeni kapılar açmıştır. Açıklamanın görüntüsündeki tekdüzelik ilkesi, Hutton ve Lyell tarafından yerkürenin jeolojik tabakalamasında olduğu gibi şimdi yaşayan dünyaya da uygulanabilinir.
Bu konuyla ilgili Adji (2019) uzun bir irdeleme yapar ve der ki: “Avrupa dilleri içinden, ortaçağda yaygın şekilde “tektanrıcı”, yani “Hanif” anlamında kullanılan bir tek “Türük-Türk” sözcüğü öne çıkıyordu. Sözcük, etnik bir anlam taşımaktan çok dini çağrışım taşıyordu. Sonradan eski anlamını tamamen kaybetmiş bir şekilde “Trok-Türk”, yani “Türkiye’de yaşayan Türkler” şeklinde değiştirdiler. Yeni sözcük eski derin anlamı vermez, çünkü kavram sınırlanmıştır. Türkler -yeni şeklinde söylenirse- Türk dünyasının sonsuz okyanusunda bir zerre olarak anlaşılır. “Hanifler” kavramının üzerine sünger çekilip unutulmaya bırakılması birçok şeyi açığa kavuşturmaktadır. Türkler Batı’yı rahatsız ediyordu, onlar, kendi tarihleriyle Roma’nın bu dünyada birinci olmadığını gösteriyorlardı. Papanın kendisini İsa’nın vekili ilan ettiği Hıristiyan Kilisesi havari Petrus’tan gelmemiştir. Hiçbir şey, içlerinde ziyadesiyle “beyaz lekeler” olan ve “karanlık yüzyılları” hayli uzun tutan ders kitaplarında yazıldığı gibi değildir.”
Gamalı Haç (Svastika)’ın dört kolu, dört kozmik gücü (ateş, su, hava, toprak) simgelemektedir. Yalnız bunlar ayrı ayrı değil de hep birlikte hareket eden tek bir güç oldukları görüşü etmendir. Kimi iddialara göre OZ Damgası, Gamalı Haç, Svastika, adlarıyla anılan bu işaret Ön-Türk göçleriyle Hindistan’a gitmiş, Nazilerin Hint-Cermen ırkı teorilerinin amblemi halinde ortaya çıkmıştır. Bu simge Troya ve Sümerlerde de vardır.
Bu simge, Ön-Türklerde OZ’laşarak tanrıya erişmeyi temsil eder. Orta Asya uygarlık anıtları üzerinde bulunan çok sayıda kaya resmi, işaret ve damga yüzyıllardan günümüze ulaşmıştır. Bunlardan en gizemli ve en çok kullanılan işaretlerden biri de “OZ” damgası/çarkı felektir.
“OZ Damgası”, öbür dünyaya geçerek orada şekil değiştirerek (metamorfoz) yeniden oluşum şeklindeki düşünceyi kapsar. Mevlevi ve Bektaşilerde, insanların grup halinde eksenleri etrafında dönerek “göğe” yükselme inancı yaygındır. Saz şairleri de sazları ile canları “OZ”laştırır. Tanrıya eriştirirler. Bu nedenle saz şairlerine OZ/AN denilmektedir. “OZ”laşma kavramının, ateş kültünden geldiği düşünülmektedir. Bu kavram, güneş kültüne ait kutsama töreninde görülmektedir. Kutsama Töreni de, Tanrı Boğanın boynuzlarıyla güneşe erişilen yeryüzünün iyilik ve bereketini, güneş vasıtasıyla ışık ve enerji halinde yeryüzüne yılan şeklinde ulaşmasını temsil etmektedir. M.Ö. 8 binlere ait kaya resimlerinde gördüğümüz dünya görüşü, gelenek halinde günümüze gelmiştir. “OZ”laşarak Tanrıya ulaşma fikri, Mevlana’ları, Yunus Emre’leri Anadolu’ya gönderen Ahmet Yesevi’nin temel felsefesi idi. Türk dünyasının önemli önderlerinde Kazakistan‘ın Türkistan kentindedir. Burada hem Lacivert Taş (Lapis Lazuli) hem de Firuze bezemeleri vardır. Ayrıca Türbe duvarlarında Gamalı Haç (Svastika) OZ tamgaları vardır (Şekil 7). Alevi ve Mevlevilerdeki dönme hareketi dönerek Tanrıya ulaşmadır.
Murat Adji (2019) der ki; Görüldüğü gibi, tarih tuvalinde yer ve zamanın izi her zaman mevcuttur. Onu fark etmek de mümkündür, fark etmemek de, ama o vardır. Bu dünyada hiçbir şey iz bırakmadan geçmez; çünkü hakikat ebedidir ve onu hiçbir kuvvet silemez. Pagan Roma’nın Attila’ya -onun yenilmez ruhu karşısında titreyerek- “Tanrı’nın kırbacı” adını vermesi bir rastlantı değildir. Kıpçaklar, bu dünyayı yarattığını düşündükleri Gök Tanrı’ya inanıyorlardı. Manevi dünyaları, tektanrıcı inançları ve bir merkezden çıkıp dört bir yanı aydınlatan ilahi rahmet ışınlarının sembolü eşit kollu haçla ayırt ediliyordu. Tevhit dini ve onun ya da “Hanif inancının” sembolleridir bu haç şekline bürünmüş çizgiler. Türk kültürünün neden az tanındığına ve yüzyıllarca ondan kalan anıların neden yok edildiğine dair cevaplar onlarda gizlidir. O, Hıristiyanlığın ve İslam’ın başlangıcıdır. Batı’nın kötü niyetli güçleri, önceleri 4. yüzyılda (312) Hıristiyan olmayan, sonradan Hıristiyanlaşan Avrupa’da duaların Türkçe okunduğunu unutturmaya çalıştılar. 8. yüzyıla kadar kendi ikonaları yoktu ve Türklerin ikonalarına dua edilirdi. İlk piskopos ve papazlar Türk din adamlarından (Tengricilerden ve kamlardan) derece ve icazet alırlardı; bundan dolayı 4. yüzyılda Kafkasya’da Derbent’te Hıristiyan kiliselerinin patriklik merkezi kurulmuştu. Burada, yeni uygarlığın merkezinde Avrupalılar, Gök Tanrı’ya inancı, ona ibadet usullerini öğreniyorlardı. Dini törenleri de Türklerden, yani “Haniflerden” aldılar. Dünyada onlardan başka inanç öğretmenleri yoktu.
Buna ek olarak Avrupa ve Altay runik yazılarının aynı şekilde okunduğunu belirtmekte yarar var. Bu da muhtemelen apaçık belli olan dil ortaklığı hakkında derin derin düşünmek için yeni bir fırsat doğuracaktır. Bunun böyle olduğunu, 19. yüzyılda kadim runik metinleri ilk olarak okuyan Danimarkalı Profesör V. Thomsen kanıtlamıştı. Thomsen bunu Türkçe dilbilgisi sayesinde başarmıştı.
Tengri, Türk dili konuşan halkları tek bir bütün olarak birleştiren terim haline gelmiş olan yaratıcının adıydı (Adji, 2019). Zamanla, diğer halkların Türklerle olan ilişkileri Taoculuk, Budizm, Zerdüştlük, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın yaratılmasına veya yenilenmesine yol açtı. Bu hipoteze göre, eski Türk dili bu dinlerin temsilcileri arasında bir iletişim aracıydı ve kutsaldı. Biz Türkler, yani “semavi ruhla dolu insanlar” olarak bu dünyaya gönderdiği için Tanrı’ya şükrediyoruz. Sema (gök) derken “Büyük Mavi Gökyüzü” yani Tengri kastedilmektedir. Semavi ruhla dolu insanlar: “Türkler” sözcüğü yakın geçmişte bu anlama geliyordu. Bu da bilinen “HANEFLİK” olgusudur. Yani putlara değil “YARATICI”ya inanmak demektir. Tengri inancında insanlar GÜNEŞE dönük olarak dua ederlerdi. Zerdüştlerde aynı şeyi yaptılar daha sonra Hristiyanlar da bunu takip ettiler. Yahudiler belki de önce böyle yaptılar daha sonra bunu Kudüs’e çevirdiler. Ayrıca Müslümanlar önce doğuya dönerek dua ettiler ve zamanla Mekke’ye değiştirdiler.
Daha önce de belirtildiği gibi:
DOĞUDA: BRAHMAN (BRAHİMİNİ) (EŞİ: SERAİVATİ)
BATIDA: ABRAHAM (İBRAHİM) (EŞİ: SERA)
Bu sözcüğün kökeninde yer alan “ABA” (Şimdi Türkçe’de ABLA fakat aslında bu Kutsal Kadın) demektir. Ayrıca bu sözcük Anadolu’ya doğru ise “AMA” olmuştur. “ABRAHAM” ise (ABA RAHMAN yani Kutsal Kadının Çocuğu) anlamındadır. Ayrıca diğer dikkat çekici konu ise eşlerinin adları olan SERA ve SERAİVATİ benzer olmasıdır. Bu da batıdaki “SEMAVİ” ve doğudaki “Brahmanizm’in temelidir.
“Hanifler” kavramının üzerine sünger çekilip unutulmaya bırakılması birçok şeyi açığa kavuşturmaktadır. Türkler Batı’yı rahatsız ediyordu, onlar, kendi tarihleriyle Roma’nın bu dünyada birinci olmadığını gösteriyorlardı. Papanın kendisini İsa’nın vekili ilan ettiği Hıristiyan Kilisesi havari Petrus’tan gelmemiştir. Hiçbir şey, içlerinde ziyadesiyle “beyaz lekeler” olan ve “karanlık yüzyılları” hayli uzun tutan ders kitaplarında yazıldığı gibi değildir. Murat Adji (2019) der ki:
Tarih tuvalinde yer ve zamanın izi her zaman mevcuttur. Onu fark etmek de mümkündür, fark etmemek de, ama o vardır. Bu dünyada hiçbir şey iz bırakmadan geçmez; çünkü GERÇEK ebedidir ve onu hiçbir kuvvet silemez.
Ancak geçmişi karartılmış, akrabalık bağları kopmuş, köklerini unutmuş bir milletin anayurdunu, inancını ve insanlığa kazandırdığı değerleri konu alırken, tarih hırsızlarının Türk’ten çaldıklarını da ifşa eden uzun, dertli, ama görkemli bir öykü bulacağımız kesindir. Asırlardır sömürgeci siyaset güden Batı’nın, neden böyle olduğunu, tarihi süreç içinde nasıl bu hale geldiğini ortaya konması gerekmektedir. Atatürk’ün dediği gibi:
“Uyuyan milletler ya kaybolup giderler ya da köle olarak uyanırlar.”
Oysa tüm bilim dallarında olduğu gibi, antik tarih kaynaklarının da tarafsız ve ön yargısız olarak araştırıp, incelenmesi gerekmektedir. Çünkü gün ışığına çıkarılan bilimsel bilgi ve bulgular mevcut antik tarihin Türkler aleyhine saptırıldığını ortaya koymaktadır. Batılıların, yüzyıllardır Türkler aleyhine geliştirmiş oldukları düşünce ve tutumları, onların antik tarih ve yazımına da fazlasıyla yansımıştır. Çünkü Türklerin antik tarihini ortaya koymak ve miras haklarını teslim etmek bir yana, Türk adının ya da ilişkilendirilebilecek diğer adların bilimsel metinlerde özellikle kullanılmamasına ve bazı durumlarda bu adların ustaca gizlenmesine bilhassa dikkat edilmiştir. Aslında bu yanlı çalışmaları yapanlar açısından bakıldığında, bu davranışlar gayet doğaldır. Çünkü Türklerin tarihini ortaya koymak ve miras haklarını Türklere teslim etmek, batılıların çıkarlarına ters düşmektedir. Diğer yandan, Türkleri ilgilendiren tarihi ortaya çıkarmak onların görevi değildir.
Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü başlamak istiyorum:
ACİZLER İÇİN İMKÂNSIZ, KORKAKLAR İÇİN İNANILMAZ GÖZÜKEN ŞEYLER
KAHRAMANLAR İÇİN İDEALDİR.
Yine aynı doğrultuda Murad Eskenderoviç Adjiyev (09.12.1944. Moskova – 07.03.2018 Moskova) (Yazar, coğrafyacı, araştırmacı) sözleriyle devam etmek isterim:
Kahramanca davranış nedir? Herkesin yapamadığı eylemdir, kahraman olmak herkese nasip değildir. Bilimsel kahramanlık, bilim adamının işidir. Yılların çabasıyla çoğalan bilgiler, meydan okuyacak ve haklılığını kanıtlayacak tek bir kahramanı beklemekteler. Varsın çağdaşları onu anlamasınlar, gelecek nesiller anlayacaktırlar.
Büyük Atatürk büyük bir öngörü ile Türkler’in Anadolu’ya binlerce yıl önce geldiği tezi ve Sümerler’in Türk olma olasılığının araştırılmasını istemiştir. Türk’ten çok Türkçü olan Ermeni Agop Martayan (soyadı kanunu ile MARTAYAN, DİLAÇAR olacaktır) dilin Orta Asya kökenini ileri sürerek Sümer’in Türkçe ile İndo-Avrupa dilleri arasındaki kayıp halka olduğunu da bulmuş oldu. Bu konuda Muazzez İlmiye Çığ (2013) çalışmış ve bu konuya açıklık getirmiştir. Anadolu bizim kaderimizdir. Bu kader bizim için çok değerli bir hazinedir. Bu bağlamda Anadolu, Harran, Urmu ve Anau bağlantısı uygarlığın bu 35-40° enlemeli arasında oluşup birbirlerini etkilemişlerdir. Harran, Aran (Azerbeycan) ve Turan kuşağında oluşan ilk uygarlıklar batıya doğru Ege Denizi ve Balkanlara, güneye doğru Filistin ve daha sonra da deltaların oluşmasıyla Nil ve Mezopotamya deltalarına ulaşmıştır. Ayrıca Turan’da oluşan uygarlık Afganistan dağ eteklerini takip ederek güneye inmiş ve Hint uygarlığının öncüleri olmuştur (Mehrgarh) ve İndüs deltasının oluşmasıyla da Harappa ve Mohendero Jaro uygarlıkları meydana gelmiştir. Demek ki Arnold Joseph Toynbee’nin görüşleri doğrultusunda bu en eski uygarlığın izleri bu bölgede halen devam etmektedir.
KAYNAKLAR
Adji, M., 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.
Burge, L., 1887. Pre-Glacial Man and the Aryan Race, published by Lee and Shephard, Boston.
Childe, V.G., 1936, Man Makes Himself, The New American Library.
Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.
Çığ, M.İ., 2008, Sümerlilerde Tufan-Tufanda Türkler; Kaynak Yayinlari (Istanbul, Turkey); pp168.
Çığ, M.İ., 2013, Sümerler Türklerin bir koludur; Sümer-Türk bağları, Kaynak Yayınları No: 654; İstanbul.
Diker, S., 2000, Anadolu’da On Bin Yıl; Türk Dili’nin Beş Bin Yılı; Oral Matbası, İzmir, 538 p.
Ergün, M., 2024, Nuh Tufanı nedir, nerede olmuştur ve dünya uygarlıklarına etkis, Kırmızılılar Yayınevi, Eskişehir.
Gerey, B., 2003, 5000 Yıllık Sumer-Türkmen bağları, Berlin.
Luckwert, W.L., 2015, Göbekli Tepe, Alfa Printing, Istanbul (420 pp).
Lyonnet, B. and Dubova, N.A.(eds.), 2021, The World of the Oxus Civilization. Taylor&Francis, London and New York.
Parlak, T., 2005, Tufan’dan “Turan Denizi”ne Turan Denizi’nden Günümüze Aral’ın Sırları, Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi.
Petrie, Sir William Flinders, 1924, The Caucasian Atlantis and Egypt, (Ancient Egypt, December).
Pumpelly, R., 1908, Exploration in Turkistan: Expedition 1904, Carniege Institution of Washington.
Renfrew, C., 2008, Prehistory: The Making of the Human Mind, Weidenfield&Nicolson, UK.
Sarianidi, V. I., 1995), Soviet excavations in bactria: The bronze age. In G. Ligabue, & S. B. Salvatori (Eds.), An ancient oasis civilization from the sands of Afghanistan. Venice: Erizzo.
Tosun, M. and Yalvaç, K., 1981, Sumer Dili ve Grameri, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Tuna, O.N., 1997, Sümer ve Türk Dillerinin Tarihinin İlgisi ve Türk Dilinin Yaşı Meselesi, Türk Dil Kurumu, Ankara.
***
[1] Prof.Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Jeofizik Mühendisliği Bölümü Uygulamalı Jeofizik Anabilim Dalı (E.) Öğretim Üyesi