İbrahim MARAŞ[i]
Birkaç gün önce bir televizyon kanalında Dücane Cündioğlu’nun katıldığı programdaki konuşmalarının epey tartışıldığını görünce merak ettim ve bugün dinleme imkânım oldu. Doğal olarak herkes kendi bakış açısından haklı haksız birçok eleştiri yapmışlar. Nihayetinde Cündioğlu’nun sarfettiği sözler kendi bakış açısıdır ve bunu ilk kez de söylememektedir. Ama bazı “İslamcı yazarlar” var ki, her zaman olduğu gibi saçma sapan ve insana yakışmayan tepkiler verdiler ve onu “karşı mahalleye yaranmak” ve “hiç” olmakla suçladılar. Biz de kendi bakış açımızdan, hak verdiklerimizden fazla bahsetmeden, onun bazı söylemlerini eleştireceğiz. Genel olarak konuşmasının birçok bölümünde itiraz edilebilecek fazla bir şey yoktur. Özellikle de çağa sırtını tamamen dönmüş, zamanı asla anlayamamış, ideolojik kamplaşmalara ayrılmış, kapanarak, bedevileşerek sözde dini bilinci artırmak isteyen evrensel üretimden yoksun bir İslam dünyasından ve Türkiye’den bahsetmesi ve en önemlisi de İslam dünyasının Batı tarafından “İslamlaştırıldığını” söylemesi tamamen doğrudur. Ancak onun konuşmasının bazı noktalarında, bize göre, birtakım felsefi problemler vardır.
İlk olarak Cündioğlu’nun söyleminde dinin “düş”e ve rüyaya indirgeniyor gibi görülmesi meselesinden bahsedeceğiz. Bize göre, yeterli açıklama ve temellendirme yapmadan, dini tek başına muhayyileye ve aklı bir kenara bırakıp sadece inanma temelli rüyaya, düşe bağlamak doğru değildir. Elbette Cündioğu’nun “düş” demesinden sadece uyku “düş”ü anlamı çıkaramadığımız gibi, aklı bir kenara bıraktığını da söyleyemeyiz. Ama onun, söyleminde, “düş”ü daha çok öne çıkarması böyle bir izlenim ortaya çıkarmaktadır, hâlbuki Vahyin temeli sadece düş değil, aynı zamanda akıldır. Hatta “düş”, Vahyin temeli değil aracısıdır demek daha doğrudur. Bunu düşünce tarihinde sistemli olarak bilginin temellerinden birisi şeklinde değerlendiren ilk düşünürler Farabi ve İbn Sina’dır. Bu düşünürler, meseleyi vahyin/nübüvvetin ispatı açısından değerlendirmişlerdir. “Düş”ün zemini olan muhayyile, hayal etme gücü, hem duyulardan ve vehimden hem de tümel bir güç olan melekî güçten etkiler alır. Bu güç, akıldan ne kadar çok beslenirse o kadar soyut ve arınmış bir bilgi haline gelir. Akıl, düşü, yani muhayyileyi de içine alan daha geniş bir anlam çerçevesine sahiptir. Bu yüzden Farabi, muhayyile gücüne dayalı tahayyülü (iradeyi dâhil ederek) daha genel kabul ederken teemmül’ü, yani akletmeyi daha özel, iradenin yanında ihtiyarın da, seçmenin de dâhil olduğu rafine bir bilgi olarak görür. Buradan bakılacak olursa muhayyile daha geneldir ama aklî ihtiyarı içermez. Bu noktada ikinci bir konu da şudur: Vahiy, “sadece düştür” dediğinizde lafza bürünmüş çelişkisiz ve insanların mantığına seslenen sözlerin, yani lafzî vahyin bir anlamı kalmaz. Kur’an’ın muhataplarının çoğunluğunun sadece muhayyileye dayalı bir zihin dünyasına sahip oldukları kesindir. Ama bu, din dilinin aklı temele almadığını göstermez. Nahl suresi 125. Ayete baktığımızda insanlara hakikatin anlatımında, esas olarak, hikmetin, metotlu felsefi akletmenin temele alındığını, ama önemli bir çoğunluğun muhayyileye dayanan hitabet ehli olduğu gerçeğinin de unutulmaması gerektiği üzerinde durulur. Ayette sıralama oldukça önemlidir. Birinci sırada, azınlıkta da olsa, ideal olan, hikmet, ikinci sırada çoğunluğu teşkil eden muhayyileye dayalı hitabet ve nihayet üçüncü sırada, yine azınlık olan, basit akli temellendirme ve iknaya dayalı cedel metodu zikredilir.
Cündioğlu’nun muhayyileyi tamamlanmamış akletme olarak görmesi ve inancı da insani olarak değerlendirmesi tabii ki mantıklıdır. Onun; “akıl gelişmiş muhayyiledir, muhayyile gelişmemiş akıldır” demesi de buna işaret eder. Din dili, zaten, bu yüzden kuşatıcıdır ve bize göre sadece imgesel, tahayyüle dayalı değil aynı zamanda aklîdir de. Bu, aslında İslam filozoflarının temel görüşüdür. Ama şu bir gerçektir ki, çoğunluğun bu tabiatta olması ideal olan akletmenin, teemmül ve tefekkürün hakikiliğini engellemez. Üstelik teemmül ve tefekkürde de her zaman muhayyilenin payı zaten vardır. Bu açıdan, toplumsal yapıyı mümkün olduğu kadar akletmeye yaklaştırmak gereklidir. Hatta filozoflar ve sufiler, ilginçtir, tıpkı Kur’an gibi, soyut aklî gerçekleri ifade etmek için insanların tahayyül güçlerini kullanırlar. Hatta bu, insanları yönetmek için yöneticinin çok önemli bir yeteneği olarak Farabi tarafından zikredilir. Bu metot, Kur’an’ın da metodudur. Bir taraftan çoğunluğun muhayyile gücüne neredeyse somut bir Tanrı kavramını işleyen Kur’an, diğer taraftan da Allah’ın evrene nasıl nüfuz ettiğine yer vererek insanların muhayyile güçlerini yükselterek akletmeye doğru yaklaştırır. Dolayısıyla akletmek, dinin gerçek hedefidir. Duyular, tahayyül ve vehim, akletmenin yardımcılarıdır. Tahayyül gücü insani olsa da aynı güç ve vehim gücü, hayvanlarda da vardır. Onun için insanın esas olarak yorumlaması, düşünmesi, vahiy alması, ilhamı hep akıl gücü temellidir. Filozoflarımızın vahyin temeline saf muhayyileyi koymasının en önemli sebebi, vahiy sürecine Peygamberin herhangi bir müdahalesi olmadığını ispat etmek ve aynı zamanda da insanın bütün bilgi kazanımlarının aslında metafizik tabiatlı olduğunu göstermek içindir. Filozoflar, bu yüzden Peygamberin vahiy dışında alığı ilhamı farklı statüde, yani tamamen insani karakterde değerlendirmektedir. Biz bununla, yani dinin esas olarak muhayyileyi de içine alan akıl temelli olmasını, aynı zamanda, insanlığın toplumsal ve akli evrimi ile de bağlantılı görmekteyiz. Bize göre, insanlığın aklî evrimi ile peygamberliğin bitmesi arasında doğrusal bir ilişki vardır ve bu da göstermektedir ki, tahayyülü dışlamadan aklî temellendirme din için kaçınılmazdır.
Cündioğlu, konuşmasının bir yerinde dinde çelişki aranmaz demektedir, doğrudur ama aranmaması dinin çelişki içerdiğini veya çelişkili görünen şeylere olduğu gibi inanılması gerektiğini göstermez, çünkü gerçekte dinde de vahiyde de çelişki olmaz. Önemli olan tahayyül gücünü akla yaklaştırmak ve mümkün olduğu kadar çelişkisiz bir dini inanca sahip olmaktır. Ayrıca onun, “bilim bütünü kuramaz, din kurar” demesi de bize göre tam olarak doğru değildir. Çünkü bilimin içerisinde de hayal gücü zaten yer alır. Bilim ne kadar analitik olsa da, illaki dinin hakikatiyle çatışması ve bütünü dışlaması ve parçayı esas alması gerekmez. İnsan muhayyilesini dışlamayan bir bilimsel yaklaşım her zaman mümkündür ve tarihte de bu, en azından bir dönem bizzat İslam filozoflarınca gerçekleştirilmiştir. Üstelik, dinin kurduğunu söylediği bütünlükçü yapı da sadece görüntüde bütünlükçü gibidir. Gerçekte inananlar, çözemedikleri hususları, çözüyormuş gibi, bütüne dâhil eder. Yine Cündioğlu’nun, aynı çerçevede, “muhayyile doyar ama us doymaz” demesi de kanaatimizce doğru değildir. Her ikisi de doymaz, hatta duyular da doymaz tabiatları müsait değildir, çünkü doyabilmeleri için mutlak hakikate erişmeleri gerekir ki, bu imkânsızdır. Ayrıca bunun insanda fıtri olarak mevcut olan ebedilik duygusuyla da alakası vardır.
Son olarak, Cündioğlu’nun, Kelamcıların irade sahibi olma ve tercih yapma sıfatını Tanrı’ya layık görmedikleri ifadesi doğru değildir, bunu söyleyen İslam filozoflarıdır. Kelamcılara göre Tanrı, her ne kadar insanın seçmesi (tercihi) gibi olmasa da, evrenin varlığını yokluğuna tercih eden “kadir-i muhtar” iken filozoflarımız açısından kadir-i mutlaktır, yani Tanrı varsa her şey vardır, zorunlu olarak yaratılmıştır.
Cündioğlu’na en çok saldırılan konu, bize göre, İslamcılar ve İslam dünyasındaki din algısı üzerine söylediği olumsuz sözlerin ve İslamcıların düşman olduğu modernleşme, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili söylediği olumlu ifadelerin birilerini, özellikle de İslamcıları aşırı derecede rahatsız etmiş olmasıdır. Hâlbuki, onun İslamcıların sporu, sanatı ve müziği, kısacası, gerçek anlamda dünyayı, medeniyeti ve şehirliliği bir yaşam tarzı haline getiremeyeceğini ve bunlarla aralarında bir mesafe olduğunu söylemesi son derece haklıdır. Bu bir zihin meselesidir. Yüzlerce yıl önce Fransız kralının III. Selim’e söylediği gibi, İslam dünyasının dönüşümü için toptan zihnî bir dönüşüm gereklidir. Cündioğlu’nun, bu çerçevede, konuşmasında Mevlevilerle İsmail Ağa’yı kıyaslaması oldukça önemlidir. Onu anlamak istemeyen bazı İslamcıların olayı onun örnek verdiği tarhana çorbasına bağlayıp ona saldırmaları bu meseleleri hiç anlamadıklarını veya anlamak istemediklerini göstermektedir, hâlbuki teşbihte hata olmaz. Bizim görüşlerimiz bunlar, doğrusunu Allah bilir.
[i]Prof.Dr., Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi