Din ve Devlet

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof.Dr. Sait YILMAZ

“Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlarla mücadele kapısını açtığı için,

hakiki dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir[1].”

Mustafa Kemal Atatürk (1930)

Giriş

Doğaüstü güçlere dayandırılan dinler, toplumlar için kutsallık atfedilen ahlaki ilke ve ibadetler öngörürler. Din, sadece yaşadığımız hayat için değil ölümden sonraki hayat ve ilahi sistem hakkında bir iman ve inanç öğretisidir. Dünyanın genel gidişinde düşünen insan genellikle açlık, sefalet, esaret gibi zor şartlar altında mutsuz bir ortamda idi. Dünya ancak iyi bir ahret yaşamı umudu ile çekilebilir hale gelebilirdi. İşte din bugün de olduğu gibi binlerce yıl hep bu boşluğu doldurdu[2]. Dinler ilk anlardan itibaren doğrudan “sürü” halinde yaşayan insanların toplum haline gelmesi, üretimin sürekliliğinin sağlanması ve yaşamın güvence altına alınması için ortaya çıkmışlardır. İnsanın düşünce yapısı, her zaman toplumsal ilişkileri temel alan çıkarımlarda bulunur fakat bu çıkarımlar çoğunlukla maddi hayatın çok çok ötesinde varlık gösteren daha karmaşık ilişkilerden hareket eder. Din, bilimin toplumsal sorunlara yanıt veremediği (kuşkusuz koşulların olgunlaşması ve maddi imkânların artmasıyla bu durum değişecektir) koşullarda, bir bakıma bilimin çaresiz kaldığı ortamlarda devreye girmekte ve ruhsal açıdan boşluğa düşen insanlara yüce güçlere dayanan açıklamalar sunmakta, çıkmazlarda umut vermekte, karamsarlıkta teselli etmekte, onları ahlaken uyarmakta ve dizginlemektedir. Öte yandan, her dinin bin bir ayrıntı etrafında çekişmelere sahne olması şaşırtıcı değildir. Zaman zaman eften püften veya akademik gözükse de, ayrıntılar her dinde önemlidir. Bu yüzden dinler, pek çok kilise, mezhep, tarikat ya da cemaate bölünmüştür.

Din, aynı zamanda pek çok devletin işgal ve yayılmacılık ideolojisinin ve saltanatların meşruiyet ve güç kaynağı oldu. Tarih boyunca siyasiler ve devlet tarafından din, sosyal kontrol sağlamak için entegre edici bir kuvvet ve mekanizma olarak görülmüştür. Plato, Farabi ve Machiavelli‟nin eserlerinde bu düşünce izlenebilir. Nitekim Roma‟nın Hıristiyanlığı kabulüne ve dünya dini haline gelmesine yol açan asıl düşünce, din vasıtası ile toplumu kontrol etmek kadar orduya asker bulmak olmuştu. Roma İmparatorluğu tüm uygar dünyayı tek bir yasa sistemi altında birleştirmeye çalışmış, Hıristiyanlık ve İslam da dünyaya Tanrı‟nın evrensel egemenliğini yerleştirmeyi amaçlamıştı. Din adına pek çok insan din adamlarının buyrukları ile öldürüldü. Hatta en çok mezhep ayrılıkları nedeni ile aynı dinden olanlar katledildi, işkence gördü, hapislerde çürüdü. Ancak, Avrupa‟da yaşanan Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma Çağı sonrası Batı dünyasında “akıl” dine üstün geldi, laik devlet modeli ortaya çıktı. 20. Yüzyılda ise 1979 yılında ki İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan‟ı işgali ile din, uluslararası ilişkilere hızlı bir giriş yaptı. ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından insani yardım, demokratik normların geliştirilmesi, çatışmayı önleme ve güvenlik çalışmaları kapsamında dini liderlere angaje olmak bir strateji haline getirildi[3]. Ancak, bunun arkasında ABD‟nin özel çıkarları kapsamında din çevrelemesi denilen yeni bir angajman politikası

vardı[4]. Komünizmi çevrelemek için geliştirilen Yeşil (Müslüman) Kuşak Projesi‟nden kullanılan radikal (silahlı) İslam’dan sonra Ortadoğu‟yu demokrasi getirmek görüntüsü altında “Ilımlı İslam” modeli için Büyük Ortadoğu Projesi kurgulandı. Bu kurgunun arkasında “milliyetçi” ve Batıya itiraz eden laik rejimleri devirmek için pazarlık yapılan Siyasal İslam ile işbirliği vardı.

Bugün dünyamızda Kuzey Kore gibi ateistliği seçmiş birkaç istisna dışında bütün ülkelerin dini mirası siyasi sistemlerinde bazı izler taşır[5]. Bu izler daha çok fiziksel sanat, ulusal takvim ve resmi tatil günlerinde belirgin hale gelir. Fransa‟da laiklik ulusal kimliğin ve siyasi kültürün bir parçasıdır. Bismarck‟ın bulduğu laik çözüm yüzyıl içinde tüm Avrupa laikliğin yaygınlaşmasının da örnek teşkil etti. Ancak, Avrupa‟da Müslüman nüfus arttıkça laik kimlik çözüm bulmak zorunda kaldı. Avrupalı liderlere göre bu Müslümanlar zaten kendi üstün yaşam tarzlarının bir parçası değildi ve onlarla çatışmaya girmeyecek kurumsal düzenlemelerle sorun bertaraf edilmeliydi[6]. Bununla beraber, Hıristiyanlarla Müslümanların birlikte yaşadığı ve 170 milyon nüfusu olan Nijerya gibi ülkelerde sorunun çözümü bu kadar basit değil. Kuzeydeki Müslümanlar ile güneydeki Hıristiyanlar arasındaki gerilim laik politikalara rağmen, Boko Haram gibi bir terör örgütünün doğmasına yol açtı. Sudan‟da ve Doğu Timor‟da Hıristiyanlar Batının yardımı ile kendi devletlerini kurdular. Kıbrıs‟ta ise tam tersi Türk tarafı asimile edilmeye çalışılıyor. Tıpkı Boşnakların bin yıllık toprakları üzerinde önce Hırvat ile federasyona sonra Sırplar ile konfederasyona mecbur bırakılması gibi. Sorun sadece Hıristiyanlar ile Müslümanların nasıl birlikte hoşgörü içinde yaşayacağı ile de sınırlı değil. Müslüman ülkeler içindeki farklı dini eğilimler de gittikçe daha büyük gerilimler içine giriyorlar.

Din, bir zamanlar devletlerin stratejik düşüncesinin ve kültürel çıkarlarının ana unsuru idi[7] ancak çok seyrek olarak devlet politikasının bilinçli geleneği oldu. Devletin ana önceliği askeri ve ekonomik kabiliyetlerine göre diğerleri üzerinde kendi vizyonunu kabul ettirecek ideolojik faktörler olageldi[8]. Ancak, dış politikada devletlerin geleneksel motivasyonları içinde din-kültür unsuru da önemli olmaya devam ediyor. Son yıllarda uluslararası ilişkiler alanında bazı bilim adamları bu eğilime post-seküler tanımlaması getirdiler[9]. Uluslararası politikada dinin rolü ile ilgili çeşitli ve karmaşık durumlar ortaya çıktı. Öncelikle yumuşak güç diplomasisi ile bazı durumlarda din konusu da görüşme masasında kendisine yer buldu[10]. Üçüncü Dünya ülkeleri ülke inşasında ekonomi yanında din için de bir kurucu rol aradılar[11]. Dini NGO‟lar kalkınma ve yardım işlerinde kendilerine daha fazla çalışma imkânı buldular. Küresel güvenlik tartışmaları medeniyetler ve stratejik kültür içinde dine daha çok gönderme yapmaya başladı. Müslüman çoğunluğun yerlerde çoğulculuk gibi modernite konuları ile ilgili tartışmalar yaşanıyor. Batıda örneğin İngiltere‟de dinin binlerce yıllık tortusunun nereye süpürüleceği tartışılırken, İslam dünyasında din tehlikeli bir yükseliş içinde kendi yok oluşunu hazırlıyor. Bu makalede, din ve devlet ilişkilerini incelerken laik modelleri ve din kapsamında yaşanan bunalımları sorgulayacak ve elbette sözü Türkiye‟ye de getireceğiz.

Din & Devlet İlişkilerine Bakış

M.Ö. 3 binlerde dünyadaki en önemli uygarlık Mezopotamya‟da yaşıyordu ve nerede ise 500 yıl içinde burada hızlı bir insan evrimi yaşandı[12]. Bu uygarlık rotasının 800 yıl öncesinde Mısır ve bin yıl öncesinde İndus Vadisi‟nde de uygarlıklar doğmuştu[13]. Sümerler (M.Ö.3500-M.Ö.2000) gibi daha sonra gelen diğer Mezopotamya uygarlıkları da (Akadlar ve Babilliler gibi), kendilerinden önceki insanların hayal edemeyecekleri bir değişim hızı yarattılar. Tüm bu uygarlıkların efsane ve mitleri sonraki dinlere önemli etkiler etti. Ortadoğu’da çıkmış olan tektanrılı, hatta çoktanrılı dinlerin ana kaynakları arasında Sümer, Mısır ve Hint efsane ve mitleri bulunuyor. Efsaneler uzun çağlar içinde bir yerden diğerine, ağızdan ağza dolaşırken, insanlar onları kendi algılarına, düşüncelerine göre çeşitli şekilde anlatmışlar, yorumlamışlar ve yazmışlardır. Bütün bunlar gösteriyor ki, dinler, başta Mezopotamya olmak üzere, çeşitli kültürlerden gelen etkilerle bulundukları toplumun görüş, düşünüş, anlayış ve hayal gücüne göre şekillenmişlerdir. Bunların önemli bir kısmını son iki yüzyılda bulunan Sümer Tabletlerinden öğreniyoruz. Öte yandan, Mısır‟da Ra‟nın kitabı, Sümerlerde Ea/Enki‟nin kitabı, Tevrat‟ta geçen Hanok‟un (Hermes) kitabı, Mayaların kutsal el kitabı Popol-Vuh kaybolan kitaplar arasında ve içlerinde çok önemli sırlar saklamaktaydılar.

Yaratılış, tufan ve cennet gibi İbrani hikâyelerinin ya doğrudan Sümerlerden alındığı ya da Akkadlar ve Amoriler vasıtasıyla geçtiği anlaşılmıştır[14]. Ortadoğu coğrafyasındaki ülkelerde M.Ö. 3000‟li yıllara ait yaratılış, sapıklık ve Tufan hikâyelerine kaynak teşkil eden pek çok hikâye vardı. Muhtemelen Yahudiler bunlardan bazılarını Babillilerden almışlardı. Ancak, bu hikâyeler öncesinde eski Sami ve Sümer kaynaklarında vardı. Söz konusu hikâyeler; Mısır, Hindistan, Tibet, Babil, İran, Yunanistan, Meksika ve diğer ülkelerde yaygın olan cennet, cennet nimetleri, yasaklı ağaç, insanları sonsuzluktan mahrum eden veya cennete zehir saçan yılan hikâyeleridir. Bunlar içinde en yaygın olanı şüphesiz Tufan hikâyesidir[15].

Ne Musa Peygamber‟den, ne de İsa Peygamber‟den sonra geriye “din” olarak doğru dürüst pek fazla bir şey kalamamıştır. Şu anda yaygın olarak “din” diye anlatılan ne Tevrat‟taki Yahudilik‟tir, ne İncil‟deki Hıristiyanlıktır, ne de Kuran‟daki İslam‟dır. Mezhepler ve azizlerin, hahamların kitapları ne acıdır ki Allah‟ın kitaplarının önüne geçmiştir. Bu üç dinin yobazlıklarının temel sebebi de aynıdır; insani olana kutsal kılıfı giydirilmiş ve bunlar gerçek kutsal olan Allah‟ın kitabının yanına, hatta önüne konmuştur. Dinlerdeki temel bir istismar mekanizması, kutsal kitaplarda yazılan açık gerçeklerin yorumla, kelimelerin manası kaydırılarak gizlenmesi veya saptırılması olmuştur.

Hıristiyanlıkta, din ve devlet işlerinin ayrılmasını kökleri İsa‟nın sözlerine dayandırılır; “Sezar‟ın işleri Sezar’a, Tanrı’nınkiler Tanrı’yadır[16].” Nitekim 4. Yüzyılda Roma İmparatorluğu din ve devlet güçlerini siyasi olarak resmen ayırdı. Bununla beraber bu ayırım ve saf laiklik hiçbir zaman tam olarak uygulanmadı.

1648 yılında Westphalia anlaşmaları yapılırken dini bölünmelere şu şekilde bir çare bulunmuştu (cujus regio, eius religio prensibi); vatandaşlar hükümdarlarının dinin paylaşmalıdır. Bu anlaşmalar azınlık dinlerine de korumaya çalışmıştı.

Özgür düşüncenin Hıristiyan şeriatçılığı ve ilahiyatı ile yeni ve genel çarpışması, 18. yüzyılda Fransız devrimi ile başladı. Birçok çarpışma ve özellikle doğa bilimlerinde olağandışı başarılar sayesinde 18. ve 19. yüzyılda dini dünya görüşünün bir parça gerilmesi gerekti.1830 yılında Charles Lyell’in yazdığı “Principles of Geology” kitabı ile o zamana kadar din kitaplarının birkaç bin yıllık dünya tarihi inancı kırıldı ve dünya tarihi 4.5 milyar yıl geriye gitti. Darwin’in teorisi de din kitaplarına başka bir meydan okuma oldu.

19. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde Bismarck, Alman birliğini kurmaya çalışırken karşısında kendi hükümdarları olan pek çok küçük siyasi ve din grubu (Luterci, Kalvinist ve Katolik) bulmuştu. Bismarck, Katolikler hariç tüm bu grupları Alman milliyetçiliği ve kültürü içinde siyasi ve ekonomik çıkarlarını sağlamaya ikna edecek formülü bulmuştu. Bismarck’ın stratejisi okullardan dinin çıkarılması ve din adamı eğitim ve atamalarında devlet kontrolü idi. Ancak, Bavyera Katolikleri, laikliğe uzun süre direndiler[17].

Tabiat ve matematikle ilgili bilimlerin 19. ve 20 yüzyıldaki büyük başarıları, onların İncil’in dünya anlayışı ile uyuşmazlığını açıkça gösterdi[18]. Hıristiyan ilahiyatçı ve kiliseleri arasında Kitabı Mukaddes’i harfi harfine kavrayıştan yana olan ve bilime hiçbir taviz vermeyen Köktencilik (Fundamentalizm) akımı böylece yavaşladı.

1950 ve 60’larda devlet adamlarının sorunu yoksulluğun azaltılması, devlet destekli ekonomik kalkınma ve sosyal adaletti. Bunun için modernist ve ilerici bir vizyon ile devlet kurumlarının laik normlara göre çalışmasını istiyorlardı. Modernist anlayış siyasi hayatta dine (mezhep değil) ahlaki temelde bakıyordu. Modernite, laik ve ilerici idi. Laikler din işlerine tarafsızlık prensibi ile bakıyor, laik normlar ve kimlikler toplumun farklı kesimlerinin aynı siyasi çerçevede toplanması için gerekli görülüyordu[19]. Muhafazakâr sosyal güçler ve köktenci dini fikirler ise geçmişin reaksiyoner akımları olarak görülüyor, modern devletin ekonomik ve siyasi reformlarının önünde engel olarak kabul ediliyordu. Hoşgörüsüz veya köktenci din şekilleri (ve onları yayan örgütlenmeler) siyasi olarak marjinalize edildi ve genel olarak baskı altına alındı. Laik teze göre, böylece bu akımların önü kesilecekti.

Ancak, dinin bu farklı eğilimleri ile nasıl mücadele konusundaki yaklaşımlar 1970’ler ve 80’lerin başında değişti. Bazılarına göre bunun nedeni modernizasyon projesinin başarısız olması idi. Artık din siyasilerin elinde bir kaplan olmuştu[20]. Din politikacılar için hem iyi hem de kötü yönde kullanılabilecek bir potansiyeldi. Sosyal hayata nüfuz etme ve şovenizme uygun bir platformdu. Bu dönemde ana akım siyasi aktörler dini köktenciliği sosyalizme karşı kullanılacak bir vasıta olarak görmeye başladı ve bir tehdit olmaktan çıkardılar. Ancak, Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte sol önemini kaybederken bu gruplar bulundukları toplumlarda güçlenmişlerdi. Soğuk Savaş sonrasında canlanan milliyetçiliğe din konusu da ilham veriyor ve din bir siyasi olgu haline geliyor[21].

Musevilik, Yahudilik ve İsrail

Yahudi kimdir? M.Ö. 6. Yüzyılda Babilliler tarafından Yehuda Devleti’nin yıkılması sonrası bugünkü Irak topraklarına sürgüne götürülen kişilerdir. Onlara Yehuda Devleti’nin artığı anlamında onlara “Yahudi” denmiştir. Bu Yahudiler, M.S. 6. Yüzyıla kadar devam eden bir süreçte Tevrat’a ilave bölümler eklemek dışında, Museviliğin Ezoterizmi kabul edilen Kabala ve Talmud ile yeni öğretiler eklemiş ve Musevilik orijinalliğini kaybetmiştir.

Yahudilerin tarihi ile ilgili üç ana dönemden bahsedilebilir;

Birinci dönem; İbrahim, İshak ve Yakup devridir ve M.Ö.19-18. Yüzyılda geçer. Bu dönemde olanların Musa, Yahudiler ve Tevrat ile alakası yoktur.

İkinci dönem; Mısırlı peygamber Musa’nın cemaati ile Filistin’e göçüdür. M.Ö. 13. Yüzyılda meydana gelen bu olayların Yahudilerle alakası yoktur.

Üçüncü dönem; M.Ö. 6. Yüzyılda başlayan Yahudi devridir. Bu dönemde, Tevrat’a entegre edilmeye çalışılan Yahveci akım, Kenan orijinli Elohimci akımla çatışma halindedir.

M.Ö. 17. Yüzyılda yetmiş kişilik bir aile efradıyla Mısır’a göç eden İsrailoğulları (Yakup oğulları) ile M.Ö. 13. Yüzyılda Filistin’e gelen Musa kavmini birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü İsrail’in ailesi zaman içinde Mısır toplumu arasında kaynayıp erimiştir. Musa ile göç edenler ise büyük çoğunluğu ile Heksos Krallığı bakiyeleri olan kaçak askerlerden oluşuyordu[22].

M.Ö. 6 Yüzyıldan itibaren Tevrat’ı yeniden yazmaya kalkan ve yeni bölümler ilave eden Yahudiler, bu yeniden yazım aşamasında şunları yapmışlardır;

  • Kendi soylarını 1300 yıl önce yaşamış Hz. İbrahim’e ve torunu İsrail’e bağlayarak, kendilerine kutsal bir millet unvanı edinmiş,
  • Aynı şekilde 800 yıl önce yaşamış Hz. Musa’nın kitabını sahiplenerek ve kendilerinin onunla Mısır’dan geldiğini iddia ederek, “seçilmiş millet” ve “kutsal topraklar” vizyonunu ortaya koymuşlardır.

Bugün, İsrail topraklarında yaşayan nüfusun üst kimliği için birbiri ile iç içe gibi gözüken üç parametreden bahsedilebilir; kutsal bir millet anlamında “İsrail”, Hz. Musa”nın getirdiği bir din olarak „Musevilik” ve nihayet etnik bir kimlik tanımı için “Yahudilik”. Bununla beraber, bu üç parametrenin hepsinin gerçekten bu nüfusu temsil ettiği tartışmalıdır.

Özetle, İbrahim ve Musa’nınkiler ile Yahudiler ayrı ayrı cemaatlerdir. Yahudilerin devlet olamaması, gettolar halinde yaşaması ve ezilmişlik dinin gelişimini etkiler; gücü ele geçirmek. Güç oluşturma ve dünyevileşme çizgisi izler. Tanrı’nın hükümranlığı ile Yahudilerin hükümranlığı gibi anlaşılır. Ahiret inancını metinlerde bulamayız. Din, sembolizme kaymıştır. Semboller ile konuşur. Tevrat ve İncil’de metinlerin fazla anlamı yoktur. Tanrı’dan geldiğine dair de bir kanıt bulamazsınız. Metin analizlerine Hermetik okumalar etki etmiştir.

Hıristiyanlığın Kurumsallaşması

Kurtarıcı Mesih beklentisinin yüksek olduğu bir dönemde, Yahudi Krallığını kurmak için çarmıha gerilen İsa aslında bir din kurgulamamıştı. Bu işi, sonradan kendini havarilere katan, önceleri Tarsus’ta çadırcılık yapan ve halisinasyonlar gördüğü kesin olan Aziz Paul üstlenmişti. Yeni Ahit’i (İncil) oluşturan 27 metin, semitik ve Helenistik benzeri kültürlerin ürünüdür. Bu inanç, Batı’ya doğru yayıldıkça yeni sorunlar ortaya çıktı. Söz konusu metinlerde ölüme ve öbür dünyaya dair anlaşılır şekilde beyan edilmiş bir öğretinin veya belirli bir tarihsel bağlamı aşan herhangi bir düşünce birliği yoktu[23]. Aslında Hıristiyanlıkta ölüm konusunu ilk defa doğrudan doğruya ele alan kişi, İsa’nın idamından epey bir sonra dine katılan Aziz Pavlus idi.

Aziz Pavlus’un yazdıkları, dünyevi bir krallığın kurulması ve ölmüş kişinin yeni İsrail’in meyvelerini tatmak için tekrar canlanan bir bedenle döneceğini savunan başka bir teoriyle rekabet halindeydi[24]. Bu rakip teori, dünyanın sonunda Yahudi kıyamet düşüncesi ile himaye altında yeniden kurulacak bir devlet beklentisinin ürünüydü. Pavlus’un ortaya attığı ve daha sonra Vahiy Kitabı’nda Aziz Yuhanna tarafından da desteklenecek nokta, Yahudi olmayan bir kitleye hitap etmek amacıyla Hıristiyan düşüncesine yeniden yön vermek ve böylece ulusal bir yenileniş gibi önemsiz kaygılardan vazgeçilerek, göksel krallık ülküsü yönünde ilerlenmesini sağlamayı amaçlayan, daha geniş çaplı bir tasarımın parçasıydı.

Hıristiyanlıkta ruhbanlığın kökeni, Hıristiyan tebliğinin İsa tarafından havarilere devredilmesi geleneğine dayandırılmaktadır. Bu bağlamda Kilise, Mesih’in kendisi tarafından seçilen ve misyon için gönderilen havarilerin oluşturduğu temel üzerine kurulmuştur[25]. İsa, havarilerine “Baba beni gönderdiği gibi ben de sizi gönderiyorum. Bunu dediği zaman onlara üfürdü ve Ruhülkudüsü alın” (Yuhanna 20/21) demiştir. Yine bir başka metinde “İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edinin. Onları Baba Oğul ve Ruhülkudüs adına vaftiz edin; size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin; işte ben bütün günler dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim[26].” diyerek onları Hıristiyanlığı öğretmek, vaftiz etmek ve dinsel açıdan idare etmekle görevlendirmiştir. Böylece havariler kendilerine verilen bu görevle İsa adına iş yapma yetkisine sahip olmuştur. Havariler İsa’dan aldıkları bu yetkiyi sonraki nesillere devretmiş ve böylece Kilise içerisinde günümüze kadar devam eden ruhban teşkilatı oluşmuştur.

İsa, papalık görevini Petrus’a vermiş ve Petrus da onun göğe yükselmesinden (Uruc) itibaren bu görevi fiilen yapmıştır. Katolik Kilisesi’ne göre Papa, İsa Mesih’in vekili sıfatıyla onun yeryüzündeki temsilcisi, Kilisenin önderi kabul edilir. Petrus’un Roma’nın ilk piskoposu dolayısıyla ilk papa olduğu kabul edilmiş, tüm papaların da kırılmaz bir silsile ile Petrus’un halefi oldukları geleneği oluşturulmuştur[27]. Katolik Kilisesi, kilise çerçevesinde Petrus ve haleflerinin temsil ettiği en yüce makam olan Papalığın tanrısal bir kurum olduğunu iddia eder. Papa, Katolik Kilisesi’nin seçilmiş en yüksek ruhani lideri, Vatikan devletin başkanıdır. Vatikan, Roma’ya misyonerlik amacı ile giden havari Petrus’un öldürüldüğü yerdir. Papa’nın üstünlüğü, İsa’nın, Petrus’a evrensel kilise üzerinde verdiği yetkiye dayandırılır.

Çöken Roma İmparatorluğu’ndan Doğu’daki topluluklara aktarılan Hıristiyan dininde üç öğe vardı[28];

  • Platon ve Yeni Platoncular ile kısmen de Stoacılardan aktarılan felsefi inançlar.
  • Yahudilerden türeyen ahlak ve tarih (sünnet, domuz eti yememek ) anlayışı.
  • Hıristiyanlıkta yeni olan kurtuluşa ilişkin (Mesihci)

Hıristiyanlık Avrupa’da yayılırken mahalli dinleri de içine sindirdi.

Kilise, bin yıl boyunca güçlü ve kişisel çıkarları için her şeyi yapmaya hazır kişilerce yönetildi[29]. Ortaçağ’da krallar, Kilisenin oğlu değil kendi özel krallıklarının hükümdarıydılar.

“Meşru iktidar” yani “tanrının adamı” olmak, Papa’nın onayını almakla mümkündü. Yoksa Papa, kralı aforoz edebilir, onun Kilise’den, ayinler ve kurtarıcı güçlerden çıktığını ilan edebilirdi. Hatta ülkeyi tümüyle enterdi (yasaklanmış) kabul edebilirdi. O zaman kiliseler kapanır, haçlar siyah kumaşlar ile örtülür, ölüler kutsanmamış toprağa gömülür; mas, evlilik ve çan olmazdı[30].

Ortaçağ boyunca bugünkü İtalyan yarımadasının kuzeyi Kutsal Roma İmparatorluğu, merkezi Batı’daki Hıristiyan Kilisesi’nin başı Papa’nın denetimindeydi. Avrupa’nın her yerinde Haçlı seferleri ya da Hıristiyanlığa hizmet etmek görüntüsü altında Papa ile pazarlık içinde iktidar peşinde olan pek çok fırsatçı kont ve prens vardı[31]. Pek çok kralın da Papa’nın dediğini yapmadığı için birikmiş günahları ya bir hesaplaşma ya da yeni bir pazarlığı bekliyordu.

Son iki bin yıldır Hıristiyanlık öğretisi pek çok dönüşümden geçti. Bu dini yozlaştıranlar Cennetten toprak sattı, cehenneme gitmemeleri için bir zamanlar para karşılığı günahlar affedildi. Aydınlanma ile birlikte bilime ve akla yenilen Hıristiyanlık, pek çok konseptini gözden geçirmek zorunda kaldı ve bu süreç devam ediyor.

Vatikan Ruhani Meclisi, 1870 yılında çıkarttığı bir kanunla papanın din onaylarken yanılmaz olduğu ilkesini kabul etmiştir. Buna göre, Papa; Kutsal Ruh’un denetiminde olduğundan kilise sinodlarında kilisenin başı vasfıyla “yanılmaz” kabul edilmiştir. Bir Katolik olarak günahkâr olup günah itiraf etmesi, her Katolik için gerekli olduğu gibi O’nun için de gereklidir. Katolik Kilisesi inanç sistemine göre; Roma Kilisesi Kutsal Ruh tarafından idare edilir ve evrenseldir. Azizler şefaatte bulunabilirler.

Özetle, Pavlus’un yorumu; dini, siyasetin emrine vermiştir. Yaşanmış olandan farklı yeni bir İsa yaratılır; üretilen İsa. İncillerin ortak özelliği; mucizeler yaratan İsa’dır; bu hali ile kurtarıcıdır. Bu hali ile tabiatı/varlığı nasıl okumamız gerektiğini etkilemiştir; mucize. Pavlus’tan sonra yeni İnciller ile yeni bir Hıristiyanlık kurumsallaşır. Ancak, Orta Çağ boyunca Pavlus Hıristiyanlığı vardır. Aydınlanma ile Pavlus’a başkaldırı başlar. Aydınlanmacılara göre, Pavlus ile kirlenmiş Tanrı yıkanır ama öfke duyduklarından aynı su ile Tanrı’da atılır. Onun yerine; Modernizm, akıl ve Hümanizm gelir. Hümanizm’den anlaşılması gereken; ilerleme, evrim ve laiklik gibi ilkelerdir. Daha sonra Post-Modern paradigma başlar. Hümanizm, insanı merkezli olmakla birlikte insanın kendisini ilahlaştırır.

Hıristiyan dogması çoktan beridir bilimle uzlaşmaya çabası içindedir. Bu özellikle esas olarak İncil metinlerinin mecazen yorumlanması yardımı ile yapılmaktadır. Katolik ve Protestan ilahiyatçıları çevresinde geniş yaygınlığı olan “Modernizm” böyle doğmuştur. Buna rağmen, Hıristiyan ideolojisi, köktendinci İslamcı akımlara göre çok daha az derecede de olsa gerici bir güç olmaya devam etmektedir.

İslam ve Saltanat

Hz. Muhammed 632 yılında öldüğünde henüz İslam inancı şekillenmemişti. Müslümanların çoğu tarafından kabul edilen bir hadise göre, Muhammed yerine kimin geçeceğini belirlememişti. Peygamber daha mezarına indirilmeden kavga başlamış, dört ihtiyar cenazenin yan odasında önce kimin halife olacağını tartışıyordu. Aradan henüz 15 yıl geçmeden halife kanı dökülmüş ve yarım asır geçmeden iki peygamber torunu, biri zehirlenerek (Hasan), diğeri ise başı kesilerek (Hüseyin) katledilmişlerdir. Ve bütün bunlar İslam adına, Müslümanlığın çekirdek nesli tarafından gerçekleştirilmiştir.

İslam, insanları dinsel ortalık temelinde belli derecede kaynaştırdı ise de kabilesel ve sınıfsal çelişkiler kaybolmadı, yavaş yavaş gittikçe şiddetlendi. Bu İslam dinindeki çeşitli akımlarda bölünmelerde ve mezheplerde yansımasını buldu. Sünni Müslümanların çoğu, peygamberin karısının babası Ebu Bekir’i destekledi. Şiiler ise kuzeni ve damadı Ali’yi seçti. Bu iki İslam geleneği anlaşamadı. Sünnilerle (sünnete bağlı olanlar) ve Şiiler (ilk gerçek halife olarak Ali’yi kabul edenler) arasındaki kopuşun ardından ümmetin birliği yok olmuştu. Ayrıca çok erken bir dönemden başlayarak İslam, şaşırtıcı bir mezhep ya da fıkıh okulu bolluğuyla bölündü. Sünnilik, Müslümanlar arasındaki ana eğilim oldu ve hala da öyledir.

İslam dini ortaya çıktığı dönemde Arapların içinde bulunduğu şartlar yeni dinin yayılmasını kolaylaştırdı. Yeni din, savaşçı bedevilere zenginleşmenin, krizden çıkmanın basit ve aydınlık yolunu işaret etti; yeni toprakların fethedilmesi. Başlangıçta Müslüman harekete karşı çıkan Kureyş ileri gelenleri yeni durumda nimet sayarak ona kaynadılar ve hatta başkanlık ettiler[32] Böylece ekonomik krizden ıstırap çeken ve İslam’ın savaşçı gücünü teşkil eden göçer kabileler, Hz. Muhammed’in ilk taraftarlarının derlendiği kentliler ve harekete başkanlık eden tüccarlar ile birleşip kaynaştı.

İslam, inananların imparatorluğu idi ama dini yaymak yerine Hıristiyanlık gibi kendi içinde bölünmeye başladı. Siyaset ve güç çekişmeleri ayrışmaları artırdı. İslam, köle sahibi ve köle ticaretiyle uğraşan bir toplum oldu[33]. Hz. Muhammed’in ardılları (Halife Ebu-Bekir, Ömer, Osman) kısa sürede komşu toprakları, sonra da Akdeniz’in ve Ön Asya’nın daha uzak ülkelerini zapt ettiler. Müslümanların etkisi Persleri kırdı, Çin’i değiştirdi ve Batı Hıristiyanlığı’nı Asya’nın mistik Hıristiyan geleneğinden ayırdı ve Batı’yı da çarpıcı bir biçimde değiştirdi.

Emevi dönemine kadar ne saltanata dönüştürülmüş halifelik vardı, ne de Kuran dışında bir dini kaynak. Bu devirde, peygamber ve dört halife dönemindeki sade yaşantı saray ihtişamlarına, debdebeye, şölenlere dönüştü, dini liderlik paraya ve güce çevrildi. Halifelik aile içi saltanata dönüştürüldü. Abbasi döneminin sonuna gelmeden Sünnilik, karşı görüşleri tasfiye ederek, uzun yıllar sürecek olan saltanatını kurmuştur. Emevilerden alınan miras, bu fikir yapısında en önemli kaynaktır. Fakat uydurmacılık burada önemli bir seviyeye gelse de bitmiş değildir. Sonraki devirlerde yaygınlaşacak olan tarikatlarda, Hint mistik kültürüyle ve diğer kültürlerin etkisiyle gelen çilecilik, sufilik, tarikatçılık, kendi kendine azap çektirme ve bunlardan medet umma da Kuran’ın verdiği zihniyeti tahrif etmekte rol oynamıştır.

7. Yüzyıldan itibaren üç kıtaya yayılmaya başlayan İslam’ın evrensel düzen modeli, tüm dünyayı Peygamber Hz. Muhammed’in mesajıyla uyum içine sokulmuş üniter bir sistemde birleşene dek, inançsızların yaşadığı tüm bölgelere verilen ad ile “Darülharb”a yayılmayı hedefliyordu. Arap süvarileri, karşılaştıkları halklara aynı seçenekleri sunuyorlardı; din değiştirme, hamiliği kabul etme ya da fetih (savaş). Tüm insanlığı birleştirip barış getireceği inancıyla İslam aynı anda hem bir din, hem çok-uluslu bir devlet, hem de yeni bir dünya düzeniydi[34]. İslam’ın fethettiği ya da haraç ödeyen gayri Müslimler üzerinde egemenlik kurduğu yerler tek bir siyasi birim olarak görülürdü; “Darülislam (İslam’ın Evi)” yani barış alemi. Burası Peygamber’in dünyevi siyasi otoritesinin meşru ardılı olarak tanımlanan halifelik kurumuyla yönetilirdi. Bunun dışındaki topraklar “Darülharp” yani savaş âlemiydi; İslam’ın misyonu bu bölgeleri kendi dünya düzeni içine almak ve böylece evrensel barışı sağlamaktı. Bu evrensel sistemi oluşturma stratejisi “cihat” olarak adlandırıldı ama cihat sadece savaş değildi. İnançlı kişiler, şartlara bağlı olarak, yüreği, elleri, ya da kılıcıyla cihat yapabilirdi.

İslam dininde, Hıristiyanlıktaki gibi din adamı sınıfı ya da kilise, Tanrı ile kişi arasında bir kurum yoktur. Fakat kişi ile Allah arasına giren din âlimliği sınıfı doğmuştur. Bu âlimler, her alanda Kuran’dan ve Hadislerden tutarlı sistemler ortaya koymaya çalıştılar. Daha sonra “fıkıh” adı verilecek olan ilim alanı içerisinde, Allah adına, bir kişinin dünya ve ahiret hayatının bütün alanlarını düzenleyen kuralları belirlemişlerdir. Sonrasında İslam, arkasında siyasi bir kurum olarak Halifeliğin olduğu oluşturulmuş İslam’a dönüştürülmüştür.

Özellikle Abbasi hanedanının yükselişinden sonra hem medreseler hem de ulema iktidar nesnesi haline geldiler. Osmanlı İmparatorluğu’nda ulema, merkez ve taşra ulema gibi ikili bir görünüme sahipti. Sünni dünyasına kıyasla Safevi sonrası dönemde Şii ulema ve eğitim kurumları iktidara karşı görece özerkliklerini korudular. Dolayısıyla genel olarak geleneksel İslam dünyasında medreselerin ve ulema sınıfının siyasal iktidarın ana meşrulaştırma aracı, hatta organı haline geldiği söylenebilir.

Bugünkü İran’da Humeyni için 1 Nisan 1979, İran’da gerçek bir İslami sistemin kuruluşu, “Allah”ın Yönetiminin İlk Günü’ idi. Seyid Kutub’un fikirleri, İran’ın siyasi Ayetullahlarının öne sürdükleri fikirlerle aynıdır[35]. İran Anayasası, tüm Müslümanların birleşmesini ulusal yükümlülük ilan etmiştir. İlk adım, Müslüman dünyadaki tüm yönetimlerin devrilmesi ve yerlerine İslami yönetimin getirilmesi olacaktı.

Ortadoğu’da Sünni-Şii ayırımının iki tarafındaki cihatçılar toplumları ayrıştırıp, devletleri parçalamakla meşguller. Devletlerin meşruiyetini reddeden küresel terör örgütleri tıpkı bazı Siyasi İslamcı liderler gibi halifelik peşindeler.

Devletin Meşruiyet Kaynağı Olarak Din

Eski zamanlarda düzen içinde, hanedanlar değişir, yeni gelen meşru bir sistemi kurma iddiasında olurdu. Anarşi döneminde kabileler, hanedanlıklar, imparatorluklar sürekli güç ve yeni kaynak arayışı peşinde kendilerine yeni düşmanlar bulmuş, yeni yerler işgal etmişti. Geleneksel meşruiyet anlayışında temel unsur “kutsallık” oldu.

Teokrasi tanrı rehberliğinde, resmi yetkililerin tanrıyı referans göstererek dini bir doktrin uyguladıkları bir yönetim şeklidir. Teokrasi ile tanrı devletin başı olarak tanınır ve ülke tanrının yönetiminde görülür. Devlet yönetiminde dine uygun bir hiyerarşi izlenir, bazen devlet yönetimi din hiyerarşisine tabi olmak üzere iki ayrı kol bulunabilir. Katı teokraside sivil liderin Tanrı ile kişisel ilişkisi olduğuna inanılır. Dini liderlerin devlet yönetiminde lider görevi aldığı ama tanrı ile ilişkide olmadığı yönetim şekli ise Eklesiokrasi (ecclesiocracy) olarak adlandırılır. Bunun örneği gününüzdeki Vatikan’dır.

Machiavelli, devletlerin meşruiyetini incelerken din’e açıkça karşı bir tavır alır; “Dinsizliğimizin ve kötülüklerimizin sorumlusu Kilise ve onun rahipleridir” der. Din (ruhban) devletlerinin de dünyevi devletler gibi davrandığını; olayların akışından ilkesizce kendine pay çıkarmaların, hile, yasasız şiddet kullanımının din devletinde de olduğunu söyler.

Erken dönem modern siyasal kuramcılar, farklı devletlerin hükümdarlarını Tanrı korkusu dışında neyin birleştirebileceğine kafa yordular. Siyasetin belirleyici temel öğesi anarşi idi ve hala da öyledir; yani uluslar toplumunun üyelerini, kendi tebaalarından bekledikleri itaate zorlayacak tek bir yetkenin yokluğu. Böylece iki tür (meşruiyet) geçerlilik teorisi ortaya çıktı;

  • Teokratik (yönetme gücünün meşruluğunun kaynağını, Tanrı ve kutsal kaynaklarda görmektedir).
  • Toplum sözleşmesi

Hugo Grotius ve Thomas Hobbes, yönetilenlerin onaylarının (rızalarının) toplum sözleşmesi ile alındığını iddia ederek totaliter rejime meşruluk sağlamaya çalışırken, John Locke ve Jean Jacques Rousseu ise demokratik yönetimlerle meşruluğu savunmaktadır.

Karl Marx (1818-1883), dini bağımlı bir değişken olarak tanımlamıştır, yani din, toplumsal analizin yapıtaşını oluşturan sosyal ve ekonomik ilişkilere bağlıdır. Hiçbir şey ekonomik düzenden ve kapitalistin ve işçinin üretim ilişkileriyle olan ilişkilerinden bağımsız düşünülemez. İkinci nokta da buradan hareketle açıklanır; ancak daha değerlendirmeye dayalı bir boyut içerir. Din, bir yabancılaşma biçimidir. Aslında din, kapitalist toplumdaki sömürü ilişkilerini gizlemeye yönelik bir toplumsal sakatlık/hastalık belirtisidir. Din, insanları bu tür ilişkilerin doğal, hatta bu yüzden de kabul edilebilir olduğuna razı eder. Marx’a göre din, kapitalist sistemin adaletsizliğini görebilmek adına bir kenara itilmediği sürece toplumdaki acının asıl nedeni anlaşılamaz; bunun dışındaki her şey bir çarpıtmadan ibarettir. Ancak Marx hiçbir zaman, Marxist rejimlerin savunduğu gibi, toplumdaki tüm adaletsizlikleri açığa çıkarmanın yegâne yolu olarak toplumdaki dini öğeleri yok etmeyi savunmamıştır[36]. Marx çok daha uzun vadeli bir bakış açışıyla, sınıfsız topluma geçildikçe dinin kendiliğinden son bulacağını öngörmüştür; basitçe dine ihtiyaç kalmayacaktır.

Max Weber (1864-1920), Marx’ı basitçe çürütmek yerine ondan ödünç alarak teori üretmiştir. Weber, toplumsal fenomenin çok çeşitliliğini vurgular; yalnızca dine bakmaz. Böyle yaparak, toplumsal yaşamın dini boyutlarını basitçe maddeciliğe dayandıran “refleksif materyalizm”i reddeder. Weber’in din anlayışının merkezinde yer alan şey şudur[37]; İnsan yaşamının bu öğesi, toplumdan ve hatta dünyadan başka veya ayrı olarak oluşturulabilir. Buradan ise üç nokta elde edilir. Öncelikle, din ve bu dünya arasındaki ilişki şartlı ve bağımlıdır; belirli bir dini inancın, onu çevreleyen ortamla olan ilişkisi zamana ve mekâna göre farklılık gösterir. İkincisi, bu ilişki ancak ve ancak tarihsel ve kültürel kesinliği içinden incelenebilir. İşte din sosyologunun yapması gereken de bu ilişkileri (örneğin seçici eğilimleri) tüm detaylarıyla belgelemektir. Üçüncüsü, bu ilişki belli bir yöne doğru gelişmeye eğilimlidir. İki alan, din ve toplum, arasındaki uzaklık modern toplumlarda gittikçe aşınmaktadır. Dinin artık toplumda etkili bir faktör olma özelliğini kaybetmesine kadar ulaşan bu erozyon, sekülerleşme olarak bilinen bu sürecin tam ortasında yatar -bu süreçle birlikte dünya giderek “büyüsü bozulmuş” hale gelmektedir. Bu üç varsayım Weber’in bu alandaki başyapıtını desteklemektedir.

Weber’in çağdaşı olan Emile Durkheim’ın (1858-1917) ise bambaşka bir başlangıç noktası vardır. Avustralya Yerlileri üzerine yaptığı totemik dini inanç araştırmasının ardından, dinin gerçekten de bağlayıcı bir etken olduğuna ikna olmuştur. Durkheim’e göre dinin yaptığı şey insanları bir arada tutmaktır[38].

Marks ve Engels için din, sosyal değişimi önlemek için bir afyondu. Durkheim ise dini, kolektif eylem için sosyal uyum olgusu olarak görmüştü. Tarihsel örnekler, dinin diğerleri hakkında ön yargılar üretme, otoriter rejime ve emperyal heveslere temel teşkil etmek için kullanıldığını gösteriyor. Bugün bu eğilimler hala devam ediyor.

Günümüzde devlet yönetiminin dini kurallara göre yapıldığı laik olmayan yönetim şekline teokrasi denilmektedir. İsrail gibi dini ve laik yönetimin iç içe olduğu ülkeler de vardır. ABD’de başta Utah olmak üzere bazı eyaletlerin teokrasi uyguladıkları eleştirisi yapılmaktadır. İslam dünyasında ise sıkı İslam hukuku (Şeriat) uygulayan ülkeler arasında Yemen, Afganistan, Somali, Sudan, Suudi Arabistan, Moritanya, Umman ve İran bulunmaktadır. Nijerya’da ise anayasa ile şeriatı seçmek bir seçenek olarak bırakılmıştır. Suudi Arabistan ve İran’da dini polis teşkilatı bulunmaktadır.

Teokratik teoriler, yönetme gücünün meşruluğunun kaynağını, Tanrı ve kutsal kaynaklarda görmektedir. Kendi inanç sisteminin mükemmel olduğuna inanan sistem, akla dayalı eleştirileri devre dışı bırakmakta, kendi inanç sisteminin kapsadığı her şeyi doğru, dışındakileri yanlış kabul etmektedir. Büyük inanç sistemlerinin geliştirdikleri hukuk düzenleri ve kurallar, ortaya çıktığı zamanın şartlarına göre, o zamanın sorunlarını çözmek üzere geliştirilmiş olan düzenlemelerdir. Hukuk sistemi inanca bağlı olduğunda kutsallaşıp, tabulaşmakta, eleştirilememekte ve değişen şartlara ayak uyduramamaktadır.

Dinin Dinamikleri

Tam anlamıyla küresel bir “dünya düzeni” hiç olmadı. Günümüzde düzen olarak kabul edilen sistem, yaklaşık dört yüzyıl önce Batı Avrupa’da, Almanya’nın Westphalia bölgesinde öteki kıtaların çoğu katılmadan gerçekleştirilen bir barış konferansında tasarlandı. Bu esnada dünyanın diğer ucu olan Çin’de imparator, insanlığın tamamına yayılan mutlak ve evrensel bir siyasi ve kültürel hiyerarşinin zirvesinde kendini görüyordu. Avrupa ile Çin arasındaki bölgenin büyük bölümünde ise, dünyayı birleştirip barışa kavuşturacak tek bir ilahi onaylı devlet yönetimi vizyonuyla, İslam’ın farklı evrensel dünya düzeni kavramı egemendi[39].

Avrupa, kendi çok devletli düzenini kurarken, Osmanlı İmparatorluğu bunu bir düzen değil, batıya doğru yayılmak için istifade edilecek bir bölünme kaynağı sayıyordu. Bugün ise Avrupa kendi tasarladığı devlet sisteminden uzaklaşmaya ve ortak bir havuzda toplanmış egemenlik (Avrupa Birliği) kavramıyla onu aşmaya koyulmuştur.

Westphalia düzenine uygun, tarihsel kökleri olmayan modern devletler oluşmaya çalışırken, Ortadoğu toplumları Darülislam kavramı açmaza düşmüştü. Pan-Arapçıların amaçladıkları devlet, birleşik bir Arap ulusu, tek bir etnik, dilsel ve kültürel bir yapıydı. İslamcılık yani Siyasal İslam ise modern Arap kimliği olarak ortak bir din anlayışında dayanılmasında ısrar ediyordu. Ortadoğu’daki laik ve milliyeti liderler, Batının İslamcıları daha pratik bulması nedeni ile Arap sosyalizmi ve Sovyetlere yakınlaştılar. Bu bölünmenin temelinde İslam vizyonu değil, ulusal çıkarlar vardı.

Devlet adamları stratejik çıkarlarının olduğu ülkeler ve bölgelerdeki dini özellikleri anlamak için düzenli olarak gayret sarf etmelidir. Küresel seviyede dini dinamikler dört kategoride ele alınabilir.

  • Çarpışma dinamiği; Modern siyasi düzende laik ve dini kesimler resmi olarak ayrılmıştır. Kökleri kilise ve devletin ayrıldığı Westphalian döneme kadar geri giden bu anlayışa göre din, devlet egemenliğinin altında ve onun içinde, sivil hayatın hizmetindedir.
  • Çarpışma (birleşme) dinamiği; Laiklik ve din kaynaklarının siyasi bir kültür oluşturulması için birleştirilmesidir. Avrupa’daki çatışma ve ayrılmadan farklı olarak, ABD’de din kaynakları ve devlet sürdürülebilir bir Aydınlanma laikliği için birbirine katkıda bulunur[40]. Din, vatandaş özgürlüğünün ifadesi ve ülke ve toplum inşasında bir sosyal sermaye şekli olur.
  • Zorlama dinamiği; Dini aktörlerin devlet şiddeti ve tehdidi ile kamu alanında hedef alınması ve çıkarılmasıdır. Bu daha çok hızlı modernizasyon isteyen gelişmekte olan ülkeler ve Komünist ülkelerde rastlanan bir Zorlayıcı laikliğe, genellikle siyasi otokrasi ve askeri yönetim tarafından başvurulur[41].
  • Kısmen sahiplenme dinamiği; Tek bir din geleneğinin konseptleri, kurumları ve yasalarına göre kurulmuş bir siyasi kültürde, zorlama yerine seçilmiş düşünceleri sisteme entegre ederek siyasi şiddet olasılığını azaltmayı amaçlar. Özellikle İslam dünyasında siyasi ve kültürel birliğin sağlanmasında çoğunluğun kabul ettiği dini gelenekler kullanılır. Böylece Suudi Arabistan’da mutlak monarşi, İran’da din adamları oligarşisi ve Endonezya’da demokrasi kendine uygun siyasi kültür yaratmaktadır[42].

Mısır’da, 1950 ve 1960’lardakine benzer şekilde, 2011 yılında siyasi değişim için din adamları tekrar önemli roller oynamaya çalıştılar. 2011 öncesi Mısır’da din ve devlet ilişkisi zorlama ve kısmen sahiplenme dinamikleri ile yürüyordu. Yani bir yandan din adamları devletin baskısı altında idi diğer yandan bazı dini gelenekler devlet yönetimi ve hukukta da kullanılıyordu. Örneğin 1971 Anayasası’nın ikinci maddesinde devletin dininin İslam olduğu ve İslam’ın yasamanın ana kaynağı olduğu ifade edilmişti[43]. 2011 yılının başında Tunus’taki hareketlerin etkileri Mısır’a ulaştığında ülkede geniş tabanlı bir dini ve seküler koalisyon Hüsnü Mübarek rejimini devirmek için harekete geçti. Ancak, Mursi’nin sürekli gücünü artırmaya çalışması, laik demokratlar ve Orduyu ülkenin Müslüman Kardeşler liderliğinde bir İslamcı otokrasiye gittiği endişesi ile korkuttu. Böylece 2013’deki askeri darbe sonrası zorlama dinamiğine dönüldü, dini liderler kamu alanından atıldı. Sonuç olarak Mısır’da başlangıçtaki zorlama dinamiğinden çarpışma dinamiğine geçilmiş ancak sahiplenme dinamiğinin sonuçlarından korkan askerler, tekrar zorlamaya dönmüşlerdi.

Dini faaliyetleri yasaklamak da desteklemek de oldukça yaygındır. 1990’da 132 devlet (%74.4) ülkedeki ana din ve genellikle diğer din ile ilgili yasaklar getirirken, 2008’de bu 148 devlete (%82.5) ulaştı. 2008’deki yasakların çoğu aynı idi; 63 ülkede dini siyasi partilerin yasaklanması, 43 ülkede dini yetkililere gözaltı ve tutuklama, 41 ülkede din adamı vaazları ile ilgili sınırlamalar ve izleme faaliyetleri[44].

Akıl ve Laiklik

Laiklik, toplum ve devletin temel referansının inanç değil, akıl olması anlamına gelmektedir. Devletin inanç yerine akıl temeline dayanması, laikliktir. Devletin akıl temeline dayanması ve din temeline dayanmaması için, devletin din tarafından kontrol edilmemesi, dini kurallara bağlı olarak yönetilmemesi gerekir. İnanç sistemlerince düzenlenen hukuk düzeni ve kurallarının olduğu toplumlarda, siyasi iktidar (yönetim gücü) yaratana, kutsal bir dayanağa dayanmaktadır. Bu tür toplumlarda, eşitlik, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi kavramların olabilmesi ve yaşayabilmesi mümkün değildir.

Eğer siyasiler, bazı önemli olayları din ile ilişkilendirir ve halkı bu yönde seferber ederse sonuçları trajik olabilir. Sekülerlik ise modern ve evrensel bakış gerektirir. Pek çok dinin yaptığı gibi geçmişin altın çağlarına ve kutsal yükümlülüklere değil, akıl ve mantık yolu ile bilimi sevdirmeye çalışır. Daha çok evrensel prensipleri ve değerleri savunduğundan kültürel kapsamdadır.

Martin Luther’e göre; “akıl, şeytanın aşüftesi” idi. Siyaset felsefecisi Montesquieu’ya göre; aklın keşfedebileceği ve ardından ortak yarar için biçimlendirebileceği, altta yatan bir neden her zaman vardı. Dünyayı kader yönetmezdi. Her monarşide yükselişe, mevcudu korumaya ve düşüşe yol açan fiziksel olduğu kadar, entelektüel genel nedenler vardır. İnsanlar arasındaki ilişkiler, toplum düzeni ve hukuk kuralları ya inanç sistemlerine göre düzenlenecek, ya da akıl esasına göre, akıl temel alınarak düzenlenecekti.

Aklın eleştirisi yaparak onu dogmatizmden kurtarmak isteyen Immanuel Kant’a göre dogmatik inanç, inanca bilgi kisvesi giydirip, onu salt aklın bir ürünü saymaktır[45]. Dogmatizm; bir dogmaya, inanca soruşturmadan, araştırmadan inanan ve bu dogma veya inancı körü körüne savunan, sonrada başkalarına buyurmayı doğru bulan önyargılı insanın zihinsel tavrını ve ondan kaynaklanan belli bir dayatma ve buyurgan davranış formunu ifade etmektedir[46].

Sekülerleşme tezinin kökleri 800 yıl öncenin Ortaçağ Avrupa’sına dayanır. Burada asıl önemli olan, Kilisenin toplum üzerinde kurduğu tekelci otoritedir; kilise de otorite de, bir dizi yaptırımla ayakta durmaktadır. Esasen, bu geçerli yapıyı yaratan tekelin ta kendisidir -otorite sorgulanmaz değil, sorgulanamaz. Tekelcilik ve geçerlilik/inandırıcılık birbirinden ayrılamayacak kavramlar olsa da, ikincisi, ideolojik ve kültürel çoğulculukla kolayca arka plana itilebilir -ki bu da pek çok farklı sebepten doğan acımasız bir süreçtir.

Alternatif paradigma veya asıl hikaye ise geç başlamıştır -eski dünya değil yeni dünyada, ABD’nin bağımsız bir ülke olmasıyla, 200 yıl kadar önce. Burada kilisenin bünyesinde toplanmış bir tekel yoktur; basitçe tek bir grubun hâkim olamayacağı yarı kamusal bir sosyal alan söz konusudur[47]. Pek çok farklı grup ve mezhep, belli başlı dini işaretleri kimlik çatısı altında birleştirmeye girişmiş; boşluğu bu şekilde doldurmaya çalışmıştır (din bu anlamda toplumsal sınıflardan çok daha önemlidir). Yalnızca hayatta kalmak bile zaman, yetenek ve para yatırımıdır, yalnızca bir diğerini yarışın içine sokmak değildir. Seçim olasılıkları sonsuzdu ve seçim, kabul anlamına geldiği kadar, ret anlamına da gelir.

Akılcılığın sekûler versiyonunun doğuşu, Modernite ile tarihlenir. Hümanizma temelinde, yeni toplumun ve bireyin tarih sahnesinde belirmesiyle, geleneksel kozmik referansları ortadan kalkar. Modernite’de, seküler akıl dışındaki kılavuzlara ihtiyaç yoktur. Sekülerlik, toplum hayatında metafizik ve dini dogmatizmi bir kenara iterek aklı öne çıkaran Modernizm’in bir sonucudur.

Sekülerlik, modern ve evrensel bakış gerektirir. Pek çok dinin yaptığı gibi geçmişin altın çağlarına ve kutsal yükümlülüklere değil, akıl ve mantık yolu ile bilimi sevdirmeye çalışır. Daha çok evrensel prensipleri ve değerleri savunduğundan kültürel kapsamdadır.

Amerikalı ilahiyatçı bilim insanı Martin E. Marty, olayları içinde bulundukları koşulların belirlediğini vurguluyor. Özellikle de şunun altını çiziyor[48]; Dünya, aslında tesadüfidir ve verimli sosyolojik düşünce din ve modernliğin birbirine bağlandığı şaşırtıcı muhtelif yolları anlamak (veya en azından anlamaya başlamak) amacındaysa, bu gerçeği dikkate almalıdır.

Din ve Laiklik

Akıl, normal zekâya sahip olan bütün insanlar için geçerli ortak bir iletişim ve uzlaşma aracıdır. Oysa inançlar, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişirler. Aynı inanç sistemine ait kişilerin algılaması ve yorumlaması da kişiden kişiye değişebilir.

Katolik felsefesinin kurucusu Thomas Aquinas’a göre, insanın tabii olarak bildiği veya bu bilgilerden çıkarım yaparak elde ettiği şeyler gibi, bazı aklî hakikatlerin bilgisi için, insan fıtratına yerleştirilen tabii ışık yeterli olup ilave bir ışığa ihtiyaç yoktur. Bununla birlikte Thomas, tabii aklın sınırları içinde kalan hakikatler için ilave bir ışık değilse de ilâhî etkinin gerekli olduğunu vurgular[49]. İlâhî hakikatler kendi tabiatları açısından bakıldığında, özleri itibariyle en akıl edilebilir şeyler olup, her ne kadar insanın bilme şekliyle bilinemeseler de onlar, Tanrı tarafından kendi bilme şekline uygun olarak bilinirler.

Westphalia, Avrupa düzeninin temel taşının imparatorluk, hanedan ya da dini inanç değil, devlet olduğunu onayladı. Her devlet diğerinin içyapısı ve dini inancını gerçek olarak kabul edecek ve varlıklarına meydan okumaktan sakınacaktı. Kilise yani din nihai bir meşruiyet kaynağı olmaktan çıkmıştı. Kilise ancak bu tarihten sonra bilgiye ve bilime dost olmaya başlamıştır.

İslam dinine göre, dünya ve ahiretle ilgili bilgiler dört kaynaktan elde edilir. Bunlara şer’i deliller denir. Bu dört kaynak sırasıyla şöyledir;

  • Kitap; Muhammed’e vahiy yolu ile indirilen Kuran’ı Kerim.
  • Sünnet, Peygamberin sözleri, işleri ve hatta sükût
  • İcma, Müslüman din âlimlerinin dini bir konuda fikir birliğine varmaları
  • Kıyas; dini manada, hakkında ayet ve hadis bulunmayan bir konuyu, benzerliklerinden hareket ederek, başka bir konu ile karşılaştırmaktır.

Kuran akıl yürütmeye, düşünmeye, akletmeye, tefekkür etmeye, akıl erdirmeye ve ibret almaya çok sık atıflarda bulunur[50]. Hz. Muhammet, bir saat akletmeyi ve düşünmeyi bir sene nafile ibadetten hayırlı saymıştır.

Geçen yüzyıllar içinde Müslüman ve Müslüman olmayan toplumların etkileşimi birlikte yaşamayı öğretti, ticaret yakınlaştırdı ve birbirilerinin ittifaklarına katıldılar. Bir zamanlar Hıristiyanlık da fetih ve zorla din değiştirme yöntemlerine başvurmuştu ancak, haçlı seferi ruhu yatışmış ve dini buyruklar laik kavramlara dönüşmüştür. Hıristiyanlık, bir uluslararası düzen ilkesi olmaktan çıktı, felsefi ve tarihsel bir kavrama dönüştü. Uluslararası sisteme bakış çoğulcu ve laik bir siyasete evrildi. Bu değişimleri yaşayamayan İslam kendi içinde kavramsal bir boşluğa düştü.

Büyük inanç sistemlerinin geliştirdikleri hukuk düzenleri ve kurallar, ortaya çıktığı zamanın şartlarına göre, o zamanın sorunlarını çözmek üzere geliştirilmiş olan, mantıki gerekçeleri olan kurallardır. Hukuk sistemi inanca bağlı olduğunda kutsallaşıp, tabulaşmakta, eleştirilememekte ve değişen şartlara ayak uyduramamaktadır. Eleştirilemeyen ve değiştirilemeyen sistemler zamanla toplumun gelişmesini önler hale gelmiş, yozlaşmışlardır. Kendi inanç sisteminin mükemmel olduğuna inanan sistem, akla dayalı eleştirileri devre dışı bırakmakta, kendi inanç sisteminin kapsadığı her şeyi doğru, dışındakileri yanlış kabul etmektedir.

Nitekim İslam dünyası ilk zamanlarından beri İslam ile ilgisi bulunmayan çok ciddi bir cehalet ortamındadır ve İslâm hakkındaki yorumlar bazen birbirine tamamen zıt akımlara ayrılmıştır. Bunlar, referanslarını eski toplumların ihtiyaçlarına cevap veren, pek çok konuda artık yetersiz kalmış fıkıh ve tasavvuf kaynaklarıdır. Günümüzde Müslüman toplum irrasyoneldir ve birçok yönüyle hala Orta Çağ’ın geleneksel Müslüman toplumudur[51]. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada Müslüman Orta Çağ’da kalmıştır.

Batıda Laikliğin Gelişimi

Laiklik (Fransızca’da Laicite) veya Laisizm, devlet yönetiminde dinin veya dinsizliğin referans alınmamasını ve devletin din veya dinsizlik karşısında tarafsız ve tepkisiz olmasını savunan ilkedir. Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Ayı terimin İngilizce karşılığı ise “secularity” olup, din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Sekülerizm, Türkçeye lâiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir.

Eski Yunanca’da Laos: halk, kalabalık, kitle demektir ve zıddı kleros‘tur. Laikos; halka ait, ruhban olmayan demektir. Laos/kleros karşıtlığı M.Ö. 3. Yüzyılda, din yönetiminde iki sınıfı belirtmek üzere kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ilk yüzyılından itibaren kilise adamlarına klerikoi (Latince clerici), bunların dışında kalanlara laikoi (Latince laici) denilmiştir. Bu adlandırma, ruhani ve cismani bir ikiliğe de işaret eder.

Yeni Çağ’da laik terimi, felsefi ve hukuki, siyasal bir anlamla genişleyerek devlet ve din ilişkilerine ait bir tarzı ifade etmeye başlamıştır. Fransa’da III. Cumhuriyet’te laicisme kelimesi dile girmiştir. Siyasi anlamı üzerindeki tartışmalarda ise laiklik, liberalizmin fikri kaynaklarından biri sayılır ve siyasi kudretin dini kudretten ayrılmasını ifade eder. Teokraitik devletten demokrasiye geçerken devlet otoritesiyle din otoritesi sınırlandırılmış, laiklik klasik demokrasinin gerekliliğinin bir icabı olmuştur. Buna göre kavram, çağdaşlaşma ve insan hakları ile yakın bağlantılıdır.

Hukuki tanımlara göre, en yaygın tanım, devlet ile din işlerinin ayrılmasıdır. Devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder. Devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte din adına devlet düzenini bozacak davranışları önlemekle yükümlüdür.

Kavramın tarihsel gelişimi Katolik Avrupa ile Anglosakson Avrupa arasında bir nüans yaratmıştır. Katolik ülkeler laik, diğerleri sekülerdir. Laik ülkelerde daha çok din devletin denetimi altındadır; buna mukabil seküler ülkelerde din ile devlet özerk iki alandır. Protestan ve Anglikan ülkelerdeki sekülerizm, günlük hayatı belirleyen dünyevi bir yaşama tarzını ifade eder ve dünyevi işlerde dini dışarıda bırakmak anlamını edinir. Bu ülkelerde millî kiliselerin Roma Kilisesinden ayrılmışlığı, Kraldan ayrı özerk kurum oluşu da kavrama etkinlik kazandırmıştır. Bu aynı zamanda uluslaşma ve burjuvazinin ortaya çıkışıyla da ilgilidir.

Laikliğin Bizans sezaropapismine ve elitist hâkimiyete, sekülerizmin ise Roma paganlığına ve vicdan özgürlüğüne yakın olduğu belirtilmiştir.

Devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, bu ilişkiler açısından üç özellik gösterir;

  • Devlet dine bağlıdır (teokrasi, Tibet).
  • Din devlete bağlıdır (imparatorluk, Bizans, Osmanlı, İngiltere, Rusya).
  • Her ikisi de özerktir (demokrasi, ABD, Avustralya, Belçika).

Laikliğin felsefi temelleri; Rönesans, Hümanizm ve Reform hareketleri ile bu akım düşünürlerinin eserlerinde kaynaklarını bulur. Rönesans, skolastik öğretileri yıkıma uğrattığı gibi canlandırdığı hümanist ve akılcı akımları, Avrupa ülkelerinin 18. Yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürlerine miras bırakarak ve kökleri M.Ö. 6. Yüzyıla kadar dayandırılan Hümanizm’in tekrar canlanmasını hazırlayarak insan aklına duyulan ilgi ve saygının başlatıcısı oldu.

Eski çağlardan beri din, insanların günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yapısında etkin bir unsur oluyordu. Din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı. Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi.

Avrupa, beş yüzyıl önce insan hayatını yeniden düzenlemek için dört yeni katalizör ortaya çıkardı[52];

  • Özgürlük ve güzelliğin dinin karanlığından kurtarılması,
  • Yeni keşif ve teknolojiler sayesinde dünyanın her yeri ile temasa geçilmesi,
  • İnsana ve insan ihtiyaçlarına daha fazla önem,
  • Dine nasıl bakılması gerektiği ile ilgili yeni bir anlayış.

Bir taraftan farklı dini görüşlere hoşgörü ile bakılması (dinde çoğulculuk) sağlanırken, John Locke, dinin içten bir inanış olarak tanınmasını sağlayan yeni bir insanlık teorisi geliştirdi. Kötülük kavramının yeniden tanımlanması dinde değişim kadar insan yaşamına bakışı da değiştirdi. Tanrının dünyanın işleyişine doğrudan müdahalede bulunduğu ve insanın tüm varlıklardan üstün olduğu görüşü zayıfladı ve insanlığın kendi çevresini oluşturma kapasitesi öne çıktı. Artık insanlar doğaya körü körüne boyun eğmeyecekti. Bu yaklaşım yeni çözümler bulma kararlılığına yol açtı böylece Tarım, Ulaşım ve Sanayi Devrimleri’nin temeli atıldı. Bunun yansımaları bilim sayesinde denizlerde boylam ölçümünden, demiryolu ve buharlı makineler bulunmasına, elektrikten arabaya kadar pek çok yeniliğin ortaya çıkmasında görüldü.

16. yüzyılda dinde Reform hareketi oldu. Edebiyat, sanat ve bilimde Rönesans diye adlandırılan canlanma ve atılım dönemi de 15. ve 16. Yüzyıllarda gerçekleşti. Böylece Hıristiyan dünyasında din, yaşamın birçok alanında etkisini yitirmeye başladı. Özellikle eğitim ve öğretim alanında yenileşmeler oldu. Din kurallarına uygun eğitim yapan kurumların yanı sıra özgür düşünceye ve inanç özgürlüğüne dayanan eğitim kurumları devlet tarafından açılmaya başlandı.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi. Fransız Devrimi sonrasında, Roma Katolik Kilisesi’nin Fransa’daki dini uygulamalarında bir düşüş meydana geldi. Bu yüzyılda Fransa’da Roma Katolik Kilisesi’nin karşılaştığı en önemli akımların başında Pozitivizm ve Rasyonalizm gelmekteydi. Fransa’da Kilise ile Devlet’i birbirinden ayıran Sekülerizasyon Yasası ise 1905 yılında çıkarıldı.

Laiklik, yaygın söylenişi ile, devlet ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması; bir başka deyişle, devlet ve kamu etkinliği alanının din alanındaki kuruluşların yetkesinden bağımsız kılınması, birbirine karışmamaları anlamındadır. Laik devlette, bireyler dinsel inanç ya da inançsızlıktan, dini buyruklarını yerine getirmemekten dolayı kınanmazlar, ayrımcılık görmezler, serbestçe ibadet ederler ya da ibadete zorlanmazlar. İbadet özgürlüklerinin çerçevesi de kamu düzeni anlayışıyla çizilmiştir[53]. Batı’da, önce Fransa’da yeşeren ve oradan yayılan laiklik, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın bir ürünüdür; özellikle Katolik Kilisesi’nin merkezi ve baskıcı yapısına karşı duyulan tepkiden doğmuştur.

Avrupa kıtasında Anglosakson ve İskandinav ülkelerinde, kiliselerin devletle kendine göre bir ilişkisi vardır. Örneğin İngiltere’de Anglikan Kilise resmi Kilise olarak özel bir statüye sahiptir. Kral ya da Kraliçe bu kiliseden olmalıdır. Ancak diğer dinler ve dini grupların da özgürlükleri vardır. Lordlar kamarasının belirli sayıda üyesi kiliselerden gelir. Amaç dinleri siyasi arenadan çıkarmak değil (Hıristiyanlığa aykırı olmadıkça) kendilerini dile getirme özgürlüğü tanımaktır. İngiltere, Danimarka, İskoçya, Finlandiya, Norveç gibi ülkelerde devletin kararları dinin etkisi altında değildir. İmanla aklı kendine göre uzlaştıran Almanya’da ise ülkenin dinsel niteliği yoktur ancak kiliseler müminlerinden vergi toplayabilir ve hastaneler gibi sosyal hizmetlere katılabilir. İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkeler diktatörlerin yıkılmasının ardından anayasalarında devlet ve Kilise ayrılığını kabul ettiler. Hollanda’da dernek statüsündeki Kiliseler ile hümanist hareket dirsek dirseğedir[54].

Harita 1: Dünyada Laiklik

 

Amerika’nın kurucu ataları (George Washington, Benjamin Franklin, James Madison, John Adams, Thomas Jefferson) Kilise ve devlet ayrılığından yana idi. 1787 tarihli Anayasa’da Tanrıya yapılmış hiçbir atıf yoktu. ABD’de devlet kesesinden dini okullarla yardım mümkün değildir. ABD Başkanlarının konuşmalarında sık sık dine atıf yapılması ise eski bir geleneğin uzantısıdır. Özellikle tanrısal egemenlik anlayışına dayalı mutlak monarşilere karşı çıkan ve kapitalist değerlerin yaygınlaşmasında somut çıkarları olan orta sınıflar, egemenliğin kaynağının ve kullanılmasının dünyevileştirilmesini (milli egemenlik ilkesi) ve toplumdaki değer yargılarının dinsel temellerden uzaklaştırılarak laikleştirilmesi sürecini başlattı.

Avrupa ve Din

Uluslararası ilişkilerde inanç jeopolitiğine bakıldığında Avrupa’nın birkaç nedenden dolayı özel bir yeri vardır.

  • Öncelikle Avrupa, bir laik dalga ile kaplanmıştır. Bu dalga hala dünyanın Tanrının güçlü bir yeri olduğunu kabul eder, dinin kaybolmadığı ama toplum hayatında yerinin azaldığını ve mutasyon sürecinde olduğunu düşünür[55].
  • İkinci olarak Avrupa, diğerlerinin aksine din ve dünya işlerinin kurumsal olarak ayrıldığı bir kıtadır.
  • Son olarak Avrupa, dinin toplum hayatına entegrasyonu konusunda en ileri süreci tecrübe etmiştir.

Bütün bunlar Avrupa Birliği içinde farklı kimlik, hafıza, ahlak, kilise ve devlet anlayışı miraslarının kolektif olarak yer almasını kolaylaştırmıştır. Özetle kıtanın din mirası, birleştirici bir rol oynuyor. Avrupa arenasında dini aktörler ve referanslar çoğulculuk ve görecelilik prensiplerine dayanmalı, din birliğin çok seviyeli yönetim ve katılımcı demokrasi kurallarına uymalıdır.

Batı’da önce Katolik Kilisesi (Papalık) ve ulusal güçler (krallık, aristokratlar çatıştı ve ulusal devletler dinsel bağımsızlıklarını kabul ettirdiler. Daha sonra Reform hareketleri ile ortaya çıkan mezhep ve yorum çeşitliliği (Luther, Calvin, Protestanlık) özgürlüklerin ve çoğulculuğun gelişmesini sağladı. Müteakiben Aydınlanma’nın yol açtığı akılcılık, hümanizm, deneycilik gibi akımlar ile evrenin merkezi olarak Tanrı’nın yerine İnsan’ı koyan anlayış gelişti ve bundan da bireycilik ile hümanizma doğdu. Bu bir kültür devrimi idi. Buna ilave olarak kapitalizmin doğuşu ile ortaya çıkan sınıflaşma, burjuvazinin ortaya çıkışı; feodal, aristokratik, monarşik ve dinsel yapıların karşısına dikildi ve egemenliğe sahip çıkarken laiklik ve sekülerleşmeye sıçrama sağladı.

19. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde Bismarck, Alman Birliğini kurmaya çalışırken karşısında kendi hükümdarları olan pek çok küçük siyasi ve din grubu (Luterci, Kalvinist ve Katolik) bulmuştu. Bismarck, Katolikler hariç tüm bu grupları Alman milliyetçiliği ve kültürü içinde siyasi ve ekonomik çıkarlarını sağlamaya ikna edecek formülü bulmuştu. Bismarck’ın stratejisi okullardan dinin çıkarılması ve din adamı eğitim ve atamalarında devlet kontrolü idi. Ancak, Bavyera Katolikleri, laikliğe uzun süre direndiler[56].

Modernizasyon ile laiklik arasında geleneksel bir ilişki kuruluyor olmasına rağmen,

19. Yüzyıl Viktorya İngiltere’si ve birçok ülkede artan bir dini sofuluk, boyun eğmecilik ve aşırı fazilet taslama vardı[57]. Bunun altında yatan nedenlerin başında geleneksel toplum anlayışının dışlanmasına karşılık, modernizasyona baskı yapma beklentisi geliyordu

Laiklik Batı toplumlarında Sanayi devrimi, kentleşme ve burjuvazinin yükselişi gibi olgularla birlikte oldukça köklü değişimlerle hayata geçti, yerleşti. Fransa’da laiklik, 13. yüzyıldan 1920’lere kadar uzanan ideolojik ve siyasal bir çatışmanın meyvesi idi. Laiklik ile birlikte zaman içinde Katolik Kilise de evrim geçirdi, Katoliklik modern dünyaya açılırken mücadelenin iki taraf anlaştı. Kilise’nin egemenliğine son verilmesi sürecinin baş konusu eğitim olmuş, dini kurumlar eğitimden el çektirilirken laiklik toplumda ancak “okul” ile mayalanmıştır. Dinin ve ruhbanın siyasetteki egemenliğine son verilirken din/devlet ya da din/dünya işlerini ayıran modern demokrasiler doğdu. Dokunulmaz ve kutsal olan artık insan ve bireydir[58].

İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa Birliği’nin temelleri atan Fransız Robert Schuman, Alman Konrad Adenauer ve İtalyan Alcide de Gaspari’nin amacı her ne kadar kıtada sürekli barışı yaratmak olsa da yeni Avrupa’nın derin köklerinde Hıristiyan temel değerlerinin olmasını da istiyorlardı. Avrupalı liderlerin çoğu 1920 ve 30’ların Katolik ve Hıristiyan Demokratik siyasi çevrelerinden gelmişti. 1980’lere kadar Vatikan da birliğe en çok destek veren adreslerden biri oldu[59]59. Kuzeydeki Protestanlar ise en çok egemenliğin bir üst yönetime devrine karşı çıkıyordu. İngiltere kadar Danimarka, İsveç ve Finlandiya da daha fazla entegrasyona karşı idi. İzlanda, Norveç ve İsviçre ise birliğin doğal üyesi olmalarına rağmen, hiç katılmadılar. Bu ülkeler Protestan reformundan beri Avrupa’dan bağımsız rota izliyorlardı. Protestan ulusal kiliseler (Lutheryan ya da Anglikan) en başından beri birliğe Katolik projesi gibi baktılar ve ulusal rejimlerine bağlı oldular.

Bununla beraber, Avrupa Birliği’ni Hıristiyan birliği halinde tutmak için kuvvetli lobiler çalışmakta, Vatikan’ın Katolik hevesleri kadar ulusal seviyede kiliselerin de kendi gündemleri vardır. Farklı dini akımların temsilcileri kendilerine göre politikalar desteklemektedir. Örneğin, Alman Katolikler daha çok ekonomik konulara, kendi ülkelerindeki kiliselerin mali statüsünün korunmasına odaklanmışlardır. İtalyan Katolikler ise dinin kamudaki yeri, özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Lautsi davası kararından sonra sınıflarda dini sembollerin kullanılması konusuna el attılar[60]. Protestanlar ve Ortodoks Hıristiyanlar, Katolikleri daha acımasız buluyor. Politikacılar ve lobiler siyasi olduğu kadar dini konularda da koalisyonlar kuruyor. Fransa, laik geleneği ve Aydınlanma prensipleri nedeni ile Avrupa anlaşmalarında Hıristiyan mirasa atıf yapılmasına (Lizbon Anlaşması’nda olduğu gibi) karşı çıkıyor. Kiliseler ise Brüksel’den Hıristiyan değerlerinin önceliğinin tanınmasını istiyor. Ancak, bu yapılırsa arkasından kamu alanı ve kamu politikaları ile ilgili isteklerin geleceği biliniyor. Öte yandan aşırı materyalizm veya kültürel liberalizmin (kürtaj, homoseksüellik vb.) Avrupa’nın Hıristiyan köklerine ihanet olduğunu düşünenler de var[61].

Bugün bile İsveç, Hollanda, Danimarka ve hatta Almanya’daki Protestanlar daha fazla ekonomik ve siyasi entegrasyona karşılar. İngiltere zaten birlikten ayrıldı. Laik politikalarına rağmen Katolik ülkeler hala birliğin en kuvvetli destekçileri olsa da köprünün altından çok sular aktı. Katolik ve Protestan kiliselerde artan ekümenizm ve birliğin genişlemesi sonucu Doğu Avrupa ülkelerinden Ortodoksların ve son dönemde Müslümanların da birliğe katılmaları dengeleri değiştirdi. Katolik koalisyonun entegrasyona bakışı değişirken, Avrupa Birliği de daha derinden bölünmeye gidebilir.

Laik güçler, Kilisenin bu konularda düşmanlığa liderlik yapmasına ve Hıristiyan Avrupa’nın Katolik olmasına karşı çıkıyor[62]. Avrupa Parlamentosu ise Avrupa halklarının farklı kültürlerinin yansıtılmasını, siyasi azınlıklar ve NGO’lara müsaade edilmesini istiyor.

Özetle, Avrupa için din belirli bir içerikten ziyade daha çok ahlaki seçenek kaynağı ve kimliğin sembolik bir işareti olarak görülüyor. Ülkeler içindeki sosyal grupların davranışları da sıkı dini yaklaşımlarından ziyade din kapsamlı sorulara göre çeşitleniyor.

Modernite ve Laik Modeller

Teorik olarak, devlet dini olabilir ama halkı laik olabilir ya da tam tersi devlet laik ama halkı dini olabilir. Laik devlet için halkın dini olduğu örnekler olarak ABD, Türkiye ve Hindistan sayılabilir. Anayasal olarak dini olmakla birlikte halkın seküler olduğu devletler arasında Danimarka ve İngiltere örnek verilebilir[63]. Karmaşık modern batı demokrasileri içinde devletlerin iki seviyede sekülerleşme sürecinden geçtiği görülmektedir. İlki ulusal seviyedeki sekülerleşme yani devlet organları ve hükümet seviyesinde olandır İkincisi ise toplumun sekülerleşmesi yani insan bilincinin, inancının sekülerlik seviyesinin artırılması, nüfus içindeki davranış ve aidiyetin seküler geliştirilmesidir.

Devlet ve din ilişkilerinde üç model ortaya çıkmış durumdadır.

  • Seküler-laik konseptin ileri uygulamalarına göre; din kamu alanından yasaklanmalı, özel alanda bırakılmalıdır. Devlet dini destekleyemeyebilir ve din ile ilgili yasaklar kamu alanına girmedikçe söz konusu değildir ve her dine eşit davranılır. Din, siyasi ifade özgürlüğüne sahip değildir ve devlet politikasını etkileyemez[64]. Bu modelin klasik örneği olan Fransa, 2004 yılında bir kanunla kamu okullarında dini sembollerin kullanılmasını yasakladı. Bu yasağa İslam’ın başörtüsü de dâhildi. Dini elbise ve sembol yasağı çoğu diğer Avrupalı yasakların aksine, sadece Müslümanlara değil tüm dinlere yönelikti. Başka biri bunu dini özgürlüğü yasaklamak olarak görebilir ama Fransa perspektifinden dini semboller dinin saldırgan yüzünü temsil ediyor ve kamu alanında yer almayacak, özel bir konu olabilir.
  • İkinci model, din ve devletin mutlak ayırımıdır. Dine devlet desteği gibi müdahalesi yani sınırlama getirmesi de tamamen yasaktır. Burada dinin kamu alanındaki işlevi ve kamu politikalarına etkisi tartışmalıdır. ABD’de çoğu kişi dinin kamu hayatında rolü olduğuna inanıyor ama tartışma daha çok toplumda oynaması gereken role ilişkindir. Siyasi konuşmalarda kullanılan dini referanslar genellikle uygun bulunmakla birlikte, bunun herhangi bir din ya da dini azınlık grup üzerinde avantaj veya baskı oluşturmasına karşıdır. Bununla beraber, Jeffersoncıların kilise ve devlet arasındaki ayırım yaklaşımının politika ve din ilişkilerine de getirilmesini isteyen bir grup da vardır[65].
  • Son olarak tarafsız model; hükümetin tüm dinlere eşit davranması gerektiği esası üzerine kurulmuştur. Devlet, eşitlik prensibi dâhilinde din işlerine karışabilir[66]. Tüm destek ve sınırlamalar eşit olmalıdır ve bu politika süreci, dinin politikayı etkilemesi açısından da aynıdır.

Bazı akademik çalışmalar ise sekülerliğin siyasi alanda tıpkı dinin işlevleri gibi kullanıldığını iddia ediyor. Sekülerliğin işlevi toplumun dini olarak farklı kesimlerini bir arada huzur içinde tutmak kadar, devlet ve dünya işlerinde Tanrının kitabını değil, aklın esaslarını uygulamaktır. Liberal demokrasilerde sekülerizm, çok kültürlülük probleminin çözümü iken İslam ülkelerinde bu zayıflık olarak görülebilmektedir[67].

Yukarıdaki modeller Liberal okula aittir, Komünist ve Faşist bir rejimde din hem kamu hem özel alanda yasaktır. Hükümetlerin din politikası ile diğer karmaşıklık dini desteklemesi ya da yasaklaması ile ortaya çıkan gerginliklerdir. Bir dine verilen destek amacının takibi yönünden kontrol gerektirir. Öte yandan, bu destek dini devlete bağımlı hale getirir. Dini faaliyetleri kontrol etmenin en iyi yolu desteklemek de olabilir, böylece hükümet bir kontrol mekanizması kurmuş olur[68]68. Örneğin dini eğitime verilen destek, bu eğitimde neyin öğretileceğine etki etme ve öğretmenleri seçme fırsatı da verir. Benzer şekilde bir dini kurumu destekleyerek resmi bir yapı kurar, kurum içi tayin ve çalışma sistemini düzenleyebilirsiniz[69].

1950 ve 60’larda devlet adamlarının sorunu yoksulluğun azaltılması, devlet destekli ekonomik kalkınma ve sosyal adaletti. Bunun için modernist ve ilerici bir vizyon ile devlet kurumlarının laik normlara göre çalışmasını istiyorlardı. Modernist anlayış siyasi hayatta dine (mezhep değil) ahlaki temelde bakıyordu. Modernite, laik ve ilerici idi. Laikler din işlerine tarafsızlık prensibi ile bakıyor, laik normlar ve kimlikler toplumun farklı kesimlerinin aynı siyasi çerçevede toplanması için gerekli görülüyordu[70]. Muhafazakâr sosyal güçler ve köktenci dini fikirler ise geçmişin reaksiyoner akımları olarak görülüyor, modern devletin ekonomik ve siyasi reformlarının önünde engel olarak kabul ediliyordu. Hoşgörüsüz veya köktenci din şekilleri (ve onları yayan örgütlenmeler) siyasi olarak marjinalize edildi ve genel olarak baskı altına alındı. Laik teze göre, böylece bu akımların önü kesilecekti.

Ancak, dinin bu farklı eğilimleri ile nasıl mücadele konusundaki yaklaşımlar 1970’ler ve 80’lerin başında değişti. Bazılarına göre bunun nedeni modernizasyon projesinin başarısız olması idi. Artık din siyasilerin elinde bir kaplan olmuştu[71]. Din politikacılar için hem iyi hem de kötü yönde kullanılabilecek bir potansiyeldi. Sosyal hayata nüfuz etme ve şovenizme uygun bir platformdu. Bu dönemde ana akım siyasi aktörler dini köktenciliği sosyalizme karşı kullanılacak bir vasıta olarak görmeye başladı ve bir tehdit olmaktan çıkardılar. Ancak, Soğuk Savaş’ın sonu ile birlikte sol önemini kaybederken bu gruplar bulundukları toplumlarda güçlenmişlerdi.

Din ve modernleşme arasında birbirinin etkisini azaltan bir ilişki olduğu görülmektedir. Sekülerliğin işlevi toplumun dini olarak farklı kesimlerini bir arada huzur içinde tutmak kadar, devlet ve dünya işlerinde Tanrının kitabını değil, aklın esaslarını uygulamaktır. Liberal demokrasilerde sekülerizm, çok kültürlülük probleminin çözümü iken İslam ülkelerinde bu zayıflık olarak görülebilmektedir.

111 ülkede din politikası üzerine yapılan bir çalışmada 51 ülkede dine devlet desteğinin arttığı görüldü. Aynı çalışmada dini aktörlerin laik aktörler ile rekabetinde daha başarılı olduğu tespit edildi.

Uluslararası Politika ve Din

Uluslararası politikada dinin rolü ile ilgili çeşitli ve karmaşık durumlar ortaya çıktı. Öncelikle yumuşak güç diplomasisi ile bazı durumlarda din konusu da görüşme masasında kendisine yer buldu[72]. Üçüncü Dünya ülkeleri ülke inşasında ekonomi yanında din için de bir kurucu rol aradılar[73]. Dini NGO’lar kalkınma ve yardım işlerinde kendilerine daha fazla çalışma imkânı buldular. Küresel güvenlik tartışmaları medeniyetler ve stratejik kültür içinde dine daha çok gönderme yapmaya başladı. Müslüman çoğunluğun yerlerde çoğulculuk gibi Modernite konuları ile ilgili tartışmalar yaşanıyor.

Genel olarak uluslararası ilişkiler disiplini dört nedenle din konusu ile ilişkilendirilir[74];

  • Kimlik ve din konuları içinde çıkmaza düşen başarısız devletlerin neden olduğu siyasi şiddet ve yeni savaşlar,
  • Dini köktencilik ve uluslararası terörizm,
  • Uygarlık savaşı korkusu,
  • Bazı devletlerin saldırgan politikalarına hizmet etmesi din odaklı gündem ve

aktörlerin kullanılması.

Din, jeopolitik hedeflerin hizmetinde silahlandırılmış, siviller mezhep bağlarına dayanılarak imha için hedef alınmaktadır. 1979 yılında İran’daki devrimin ruhani lideri olarak ortaya çıkan Ayetullah Humeyni, devleti kendi adına meşru bir yapı değil, daha geniş çaplı dini mücadele için kolaylık sağlayan bir silah olarak tasavvur ediyordu. Humeyni’ye göre Ortadoğu’nun 21. Yüzyıldaki haritası, İslam ümmetinin çeşitli kesitlerini birbirinden ayırmış ve yapay olarak ayrı uluslar yaratmış emperyalistlerin kendi çıkarları peşindeki zorba yöneticilerin yanlış ve İslam dışı ürünüydü. Ortadoğu ve ötesindeki çağdaş siyasi kurumların hepsi gayrimeşru idi çünkü ilahi yasalara dayanmıyorlardı. Westphalia ilkelerine dayalı uluslararası ilişkiler sahte bir temel üzerine oturmuştu çünkü uluslararası ilişkiler “ulusal çıkar” ilkelerine değil, “ruhani temeller”e dayanmalıydı.

Humeyni için 1 Nisan 1979, İran’da gerçek bir İslami sistemin kuruluşu, “Allah’ın Yönetiminin İlk Günü” idi. Seyid Kutub’un fikirleri, İran’ın siyasi Ayetullahlarının öne sürdükleri fikirlerle aynıdır. İran Anayasası, tüm Müslümanların birleşmesini ulusal yükümlülük ilan etmiştir. Ancak, Humeyni ve öteki Şii devrimciler, gaybdan (var olup, görünmemek) geri gelip, İslam Cumhuriyeti’nin Ruhani Lideri’nin yerine geçici olarak kullandığı egemenlik güçlerini eline alacak Mehdi’nin gelişiyle küresel kargaşanın sona ereceğini öne sürmeleri açısından Sünnilerden farklıdırlar.

1980’lerde John Paul’un liderliğindeki Katolik Kilisesi yeni bir misyon edinerek Komünist Doğu Avrupa’nın sallanmasında etkili olmuştu. Brezilya ve Latin Amerika ülkelerinde milyonlarca kişinin Katolikliği bırakıp, Protestanlığa geçişi bu ülkelerin iç politikalarını etkilemişti.

Dini adreslerin küresel gündemi etkilemeleri ile ilgili bazı örnekler mevcuttur. 1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Üçüncü Dünya ülkelerinin borçlarının hafifletilmesi ile ilgili kampanya İngiltere’deki Hıristiyan gruplar tarafından ve 2005 yılındaki G8 Gleneagles Zirvesi’ne damgasını vurmuştu. Ocak-Şubat 2006’da ise bazı Ortadoğu ülkelerinde Danimarka’daki Jyllands-Posten dergisinin yayınladığı Hz. Muhammet karikatürlerine yönelik protestolar yaşandı. Temmuz 2010’da Florida’da bir radikal Hıristiyan grubun papazı olan Terry Jones’un Kur’anı yakma girişimi gene küresel tepkilere yol açtı. 2013’de Budistlerin elindeki Myanmar’da Rohingya Müslüman azınlığı şiddet ve ayırımcılığa maruz kaldı. Haziran 2014’te Irak ve Suriye arasında IŞİD’in ortaya çıkışı da daha önemli küresel sorunlar ortaya çıkardı. Pek çok ülkede bu örgütün sebep olduğu saldırılarda yüzlerce masum insan öldü.

Dini inanç, 1979 yılındaki İran devriminden beri çağdaş küresel politikalara ani bir giriş yaptı. Son otuz yıldır Taliban’dan El Kaide’ye uluslararası ilişkilerde dini inanç başlıca konulardan biri oldu. John Paul’un liderliğindeki Katolik Kilisesi yeni bir bakış getirerek komünist Doğu Avrupa’nın sallanmasında etkili olmuştu. Öte yandan Brezilya ve Latin Amerika ülkelerinde milyonlarca kişinin Katolikliği bırakıp Protestanlığa geçişi ise ülkelerin iç politikalarını etkilemişti. Hindistan, Rusya ve Fransa’da dış misyonerlik faaliyetleri sıkı devlet kontrolüne alınırken Malezya ve Afganistan’da İslam’dan Hıristiyanlığa geçişler diplomatik sorunlar yarattı. Çin’de ise Falun Gong mezhebi hükümetin yasaklamasına karşı uluslararası bir kampanya başlattı. Salman Rüşdi ve Danimarka’daki karikatür krizleri Müslümanların Batıya karşı harekete geçirirken, Avrupa’da İslam’ın yükselmesi ABD ve İsrail’de Avrupa’nın Araplaşması (Eurabia) endişesine yol açtı. Dini inanç konusu henüz uluslararası politikaların merkezinde olmasa da uygarlıkların çatışması veya diyalogu teorisine göre bu konuda pek çok şey söylenmeye devam ediyor.

Sonuç olarak, dini hareketler gittikçe uluslararası aktörler olmaktadır. Bu Katolik Kilisesi için yeni bir şey değil ama Deobandi İslamcı şebekesi, Selefiler hatta Mormon Kilisesi gibi uluslararası dini şebekeler azimle küresel hale gelmektedir. Katolik Kilisesi ve Müslüman dini yetkililer yasalar (aynı cinsiyetlerin evliliği ve kürtaja karşı) ve diğer dini akımlara karşı yasal sansür ile tedbir almaya çalışmaktadır. Gerçekte ortada bir din alanında bir küresel Pazar var ve daha önce hiç olmadığı kadar kendilerine cazip gelen bu pazarda kişiler alış veriş yapmaktadır. İnternet, misyoner gezileri, seyahat, göçler, İngilizce kullanımı, dini tören ve uygulamaların homojen hale getirilmesi ve hatta laikleştirme eskinin ezoterik veya yabancı dinlerine daha iyi ulaşma imkânı sağlamaktadır. Burada sorulması gereken soru şu; insanlar neden asıl dinlerinden bu sapmalara girmelidir? Bu konu dinin yeni şekillerinin yayılması ile ilgili ve dini inanç şimdi bir insanın kendi seçimi ve tecrübesi olarak görülmektedir. Batlı feministler gibi Türkiye’deki pek çok Müslüman kadın da artık; “Vücuduma karışma” diyebilmektedir. Dinler arasındaki rekabet ve gerilimler taraftarlarını yanına çekmek için aynı ürünleri sunmaktadır; kendini gerçekleştirmek, bireysel inanç, mutluluk, açık değerler ve normlar ve kardeş bir toplum olmanın sıcaklığı.

Uluslararası Politikada Sekülarizm

Uluslararası politikada sekülarizmin iki yörüngesi; laiklik ve Yahudi-Hıristiyan sekülerizmidir. Laiklik, siyasetten dinin ayrılmasını savunur. Yahudi-Hıristiyan sekülerizm ise dini, seküler demokrasi içinde bir kaynak olarak görür. Ancak, bu iki model bir ülkeden diğerine hep aynı şekilde uygulanmaz[75]. Çeşitli gelenekler ve tarihi pratikler ülkenin modeline etki eder. Her birinde çeşitli gerekçelerle devlet ve kilise arasında bir farklı yollardan bir ayırım yapılır ve farklı sonuçlara ulaşılır. Bu yüzden, Türk veya Fransız laikliği ya da Amerikan Yahudi-Hıristiyan sekülerizmi gibi pek çok seküler uygulama gelişmiştir. Bununla beraber, sekülerlik asla donmuş değildir, devamlı gelişen bir konsept, ülke içi ve dışı dinamiklerin etkisi ile zaman zaman istişare edilmektedir. Bu nedenle, sekülerizm; bireyler, hukuk, devlet, sosyal ilişkiler ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak gelişen sosyal ve tarihsel bir süreç olarak kabul edilebilir.

Din, bir zamanlar devletlerin stratejik düşüncesinin ve kültürel çıkarlarının ana unsuru idi[76]. Ancak çok seyrek olarak devlet politikasının bilinçli geleneği oldu. Devletin ana önceliği askeri ve ekonomik kabiliyetlerine göre diğerleri üzerinde kendi vizyonunu kabul ettirecek ideolojik faktörler olageldi[77]. Dış politikada devletlerin geleneksel motivasyonları içinde din-kültür unsuru da önemli olmaya devam ediyor. Son yıllarda uluslararası ilişkiler alanında bazı bilim adamları bu eğilime Post-Seküler tanımlaması getirdiler[78].

Devlet adamları stratejik çıkarlarının olduğu ülkeler ve bölgelerdeki dini özellikleri anlamak için düzenli olarak gayret sarf etmelidir. Küresel seviyede dini dinamikler dört kategoride ele alınabilir[79];

  • Çarpışma dinamiği; Modern siyasi düzende laik ve dini kesimler resmi olarak ayrılmıştır. Kökleri kilise ve devletin ayrıldığı Westphalian döneme kadar geri giden bu anlayışa göre din, devlet egemenliğinin altında ve onun içinde, sivil hayatın hizmetindedir.
  • Çarpışma (birleşme) dinamiği; Laiklik ve din kaynaklarının siyasi bir kültür oluşturulması için birleştirilmesidir. Avrupa’daki çatışma ve ayrılmadan farklı olarak, ABD’de din kaynakları ve devlet sürdürülebilir bir Aydınlanma laikliği için birbirine katkıda bulunur[80]. Din, vatandaş özgürlüğünün ifadesi ve ülke ve toplum inşasında bir sosyal sermaye şekli olur.
  • Zorlama dinamiği; Dini aktörlerin devlet şiddeti ve tehdidi ile kamu alanında hedef alınması ve çıkarılmasıdır. Bu daha çok hızlı modernizasyon isteyen gelişmekte olan ülkeler ve Komünist ülkelerde rastlanan bir Zorlayıcı laikliğe, genellikle siyasi otokrasi ve askeri yönetim tarafından başvurulur[81].
  • Kısmen sahiplenme dinamiği; Tek bir din geleneğinin konseptleri, kurumları ve yasalarına göre kurulmuş bir siyasi kültürde, zorlama yerine seçilmiş düşünceleri sisteme entegre ederek siyasi şiddet olasılığını azaltmayı amaçlar. Özellikle İslam dünyasında siyasi ve kültürel birliğin sağlanmasında çoğunluğun kabul ettiği dini gelenekler kullanılır. Böylece Suudi Arabistan’da mutlak monarşi, İran’da din adamları oligarşisi ve Endonezya’da demokrasi kendine uygun siyasi kültür yaratmaktadır[82].

Laikliğin modernite ile birlikte hüküm sürmesi pek çok dini hareketin hâkim kültürden izole olmasına neden olmuştu. Selefiler gibi yeni doğuşçu Protestanlar ve aşırı Ortodoks Yahudiler de kendi toplumlarının laik kesimi ile aynı ortak kültürü paylaştıklarına inanmamaktadır. Katolik Kilisesi bile kültür ve din arasındaki tarihsel bağ konusunda ısrar ederek kiliseye ara sıra gelenleri izole etmektedir. İrlanda’da milliyetçilik ile Katoliklik arasındaki sıkı bağ tehlikededir. Yükselen laik kültüre karşı kendini dışlanmış gören köktenciler, hâkim kültürden uzaklaştılar ve kendilerini saf dinin temsilcisi ilan ettiler. Çoğu laik toplum kendi dini köklerinin kültürel yönlerini kaybetmişti. İnananlar ve laikler benzer şekilde kendi ortak kültürünü kaybederken, köktenciler; bu köklerin başladığı yere dönmeyi temsil etmeye soyundular. Köktencilik; modernite’nin tehdit ettiği geleneksel toplumların ve kültürlerin reaksiyonu değil, laik toplumların ürünü olarak gösterilmeye çalışıldı. Ancak, İslami köktencilik ABD siyasetlerinin bir ürünüdür. Buna karşılık seküler (laik) ulusalcılık onu düşman gören ABD tarafından zayıflatılmıştır. Bugün seküler ulusalcılığın hem içsel hem de dışsal başarısızlığı ve dış müdahalelerin yarattığı boşluk bir ölçüde İslami köktencilik tarafından dolduruldu[83].

Kültür ve Din

Geçmişte, gerçek inananlar, ara sıra ibadet edenler ve inanmayanlar aynı değerleri (örneğin aile ve cinsel konularda) paylaştıklarından kişisel inanç mesele değildi. Ancak, son yıllarda pek çok Batı toplumunda, Türkiye ve Ortadoğu’da kültür savaşı ortaya çıktı. Arap hareketlerinin en önemli sonuçlarından birisi gerçek inananlar ile laikler arasındaki bu kültür savaşlarının patlamasıdır. Aynı dini paylaşmalarına rağmen çeşitli inanç farklılıkları bulunan gruplar arasında rekabet artarken, laiklere karşı birleştikleri görüldü. Bu durum aynı cinsten kişilerin evliliği yasasına muhalefet etmek için Kaliforniya’da ortaya çıkan dini koalisyon ile test edildi. Ortadoğu’da demokrasinin gelişmesi için İslam’ın reformasyonu ön şart olarak görüldüğünden beri laiklik, demokrasi için bir gereklilik olmaktan çıktı. ABD, Soğuk Savaş döneminden beri Batı değerlerini, özgürlük ve demokrasi değerlerini savunması için laikler aleyhine, ılımlı Müslümanlara yönelik şebekeler kurdu[84]. ABD’nin demokrasi uzmanlarına göre; aşırılığın veya radikalizmin nedeni demokrasi eksikliği olmalıydı. Aşırılık, dinsel gelenekler ile çatışan modernizasyon ya da ABD düşmanlığından kaynaklanmakta idi. Demokrasi eksikliği şiddet yanlısı aşırı hareketleri azdırıyordu. Demokrasi ya radikalleri zayıflatacak ya da daha fazla radikalleşme için kapıyı açacaktı.

Kültür ve din konusu birbiri ile yakından ilgili hatta pek çok ülke ve coğrafyaya göre şekillenmiş durumdadır (Polonya; Katolik, Ortadoğu; Müslüman, Amerika; Hıristiyan gibi). Bu dinin seçilen bir inanç şekli olmaktan öte kimliği tanımlama vasıtası olduğunu gösteriyor. Çatışmacılara göre; göçmenler ülkelerine kendi saf kültürlerine getiriyor ve bu çatışmaya yol açıyor. Diyalogculara göre ise diğer ülkeler, geleneksel dini liderler ve dini yapılar ile temas

“kültürlerarası” ve “dinler arası” diyalogu geliştirerek artan gerginliklerin çözümüne, köktencilerin ve resmi dini kurumların etkisinin azaltılmasına yardım ediyor. 11 Eylül 2001 saldırılarına Batının reaksiyonu tipik uygarlıklar savaşı analizinin sonucu idi. El Kaide, Arap topraklarından yabancıları çıkarmaya çalışan tipik bir Ortadoğu örgütü olarak görüldü. Bu nedenle terörle savaş öncelikle Ortadoğu’yu şekillendirmeye yöneldi. Batılı hükümetlerin tartıştığı konu Arap radikalizminin doğası değil stratejik öncelikler idi. Müslümanların kızgınlığının ana nedeni olarak görülen İsrail-Filistin çatışması mı çözülmeli idi ya da Irak’tan başlayarak rejim değişiklikleri yapılırken radikal Hamas ve Hizbullah mı hedef alınmalıydı? Batı, El Kaide’nin Arap toplumlarında sığ sosyal kökleri olan küresel bir örgüt olduğunu göz ardı etti. Avrupa ülkelerinin çoğu mevcut diktatörleri desteklerken onların İslamcılara siper olacağını, Müslüman toplumların demokratik kurumları oluşturma konusunda yeteneksiz olduğunu düşündü. Arap Baharı ile birlikte bu varsayım boşa çıktı.

Gerçekte olan ise din savaşlarına dönüş değil din, kültür ve bölgenin dönüştürdüğü yeni din akımlarının ortaya çıkışı idi. Dünyayı sarsan dini hareketler geleneksel, kültürel olarak din kökenli değil, dini uyanışın yeni şekilleri idi. Evanjelikler 18. Yüzyılda ortaya çıkan Uyanış hareketlerinin, Müslüman Selefiler ise aynı yüzyılda beliren Vahabi reform hareketinin varisi idi[85]. Laikliğin modernite ile birlikte hüküm sürmesi pek çok dini hareketin hâkim kültürden izole olmasına neden olmuştu. Köktencilik, modernitenin tehdit ettiği geleneksel toplumların ve kültürlerin reaksiyonu değil, laik toplumların ürünü idi. Yükselen laik kültüre karşı kendini dışlanmış gören köktenciler, hâkim kültürden uzaklaştılar ve kendilerini saf dinin temsilcisi ilan ettiler. Çoğu laik toplum kendi dini köklerinin kültürel yönlerini kaybetmişti. Kaç Avrupalı “Kutsal Üçlü”yü açıklayabilirdi? İnananlar ve laikler benzer şekilde kendi ortak kültürünü kaybediyordu. Köktenciler, işte bu köklerin başladığı yere dönmeyi temsil ediyordu.

Selefiler gibi yeni doğuşçu Protestanlar ve aşırı Ortodoks Yahudiler kendi toplumlarının laik kesimi ile aynı ortak kültürü paylaştıklarına inanmamaktadır. Geçmişte, gerçek inananlar, ara sıra ibadet edenler ve inanmayanlar aynı değerleri (örneğin aile ve cinsel konularda) paylaştıklarından kişisel inanç mesele değildi. Ancak, son yıllarda pek çok Batı toplumunda, Türkiye ve Ortadoğu’da kültür savaşı ortaya çıktı. Arap hareketlerinin en önemli sonuçlarından birisi gerçek inananlar ile laikler arasındaki bu kültür savaşlarının patlaması idi. Katolik Kilisesi bile kültür ve din arasındaki tarihsel bağ konusunda ısrar ederek ara sıra kiliseye gelenleri izole ediyor.

İrlanda’da ise milliyetçilik ile Katoliklik arasındaki sıkı bağ tehlikededir. Yüzbinlerce Alman ve Avusturyalı daha fazla laiklik, diğer inançlara açılmak ya da inanmayanları kabul etmek anlamında Vatikan II ruhunu istiyor. Kilisenin artan izolasyonu iç ve dış politikalarda ideolojik katılaşmaya yol açıyor. Ancak, çelişkili bir şekilde bu kültür bozulması dinin ulusal kültürün temel taşı olduğu ülkelerde bile görülüyor. Hindistan’da Janata partisi ile yükselen yeni Hinduizm, geleneksel Hinduizm ile bir arada yürüyemiyor. Hint milliyetçileri büyük ölçüde geleneklere yabancı olan yeni akımı “modern din” olarak tanımlıyor ve diğer dini gruplardan ayırıyor.

Şüphesiz ruhban sınıfının liderleri, dini uyanışı destekleseler bile, bu alandaki uyanışın kendi tekellerini kaybetmelerine neden olacağından korkmaktadır. Bu nedenle Müslüman Kardeşler demokratik dalgaya katılmaktansa daha muhafazakâr bir ittifak içinde kalmayı tercih etmektedir. Müslüman Kardeşler’in liderleri çok partililiği, laik anayasayı ve hukuk devletini desteklemekte ama laik bir toplum konseptine uygun olmayacak şekilde mutlak bir ifade özgürlüğüne karşı çıkmaktadırlar. Tartışmalar eninde sonunda aile hukuku, dini özgürlüklerin tanımlanması, din değiştirme ve küfür konuları üzerinde kilitlenmektedir. Müslüman Kardeşler’in liderleri bu nedenle demokratikleşmeden kaçınmak için muhafazakâr kuvvetlerle ittifak yapmaya ve gücü elinde tutmaya daha meyillidir. İran’da olduğu gibi hizipçilik büyük bir risk taşımaktadır. Din ve diktatör rejim arasındaki yakın bağ yeni nesiller (laiklik ve demokrasi arasında ilişki kuran) arasında derinlerde laikleşmenin gelişmesine yol açmaktadır.

Rusya, devlet tarafından dinleri sıralarken Evanjelikler gibi yeni akımları yasaklamakta ya da sınırlamaktadır. Çin, ulusal bir Katolik kilisesi kurarken Vatikan tarafından atanan piskoposlara baskı yapmaktadır. Hindistan’da pek çok eyalet din değiştirmeyi sınırlayan yasalara sahiptir. İran, İslamidan herhangi bir dönüşü yasaklamıştır. Türkiye’de laik zemin tasfiye edilme sürecinde oldukça ileri bir safhadadır. Din özgürlüğünü geliştirmek için ABD’de, Dışişleri Bakanlığı içinde Uluslararası Din Özgürlüğü Ofisi kurularak, başka ülkeler hakkında dini özgürlük karnesi tutulmaya başlandı. Dünya genelinde bu tür ihlalleri izlemek için Uluslararası Dini Özgürlükler Komisyonu (USCIRF[86]) kuruldu. Din özgürlüğü BM kurumları, uluslararası mahkemeler ve bazı ülkeler tarafından desteklenen sınır ve din ötesi bir zorunluluk haline geldi. ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu ve Dışişleri Bakanlığı Avrupa ülkelerine Scientology Kilisesi’ni din unvanı ile tanıması için baskı yaptı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İtalyan okullarında İsa’nın çarmıha gerilmesi ile ilgili sembollerin mecbur kılınmasını reddetti. Avrupa Komisyonu, Yunanistan’ın kimlik kartlarında din hanesinin kullanılmasından vazgeçilmesini istedi. Özetle, kamu alanında geleneksel denge ve dinin yeri hakkındaki uzlaşma hala ciddi risk altındadır.

ABD – Sovyet Kültür ve Din Farkı

Amerikan kültür tarihi, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Klasik Hıristiyanlık ile Demokratik Laik Bilinç arasında bir rekabet içinde gelişti ve ikincisi her kıtada da birinciye galip geldi[87]. Son olarak Kennedy, bazı Klasik Hıristiyan unsurlarını entegre etmek istemişti ama onun suikast sonucu öldürülmesi ile bu devir kapandı. George W. Bush ve Dick Cheney’in Klasik Hıristiyan bakışı inandırıcı değildi ve şimdi uzak hafızada kaldı. Bugünün Amerikan siyaseti, kültürü ve toplumu tamamen teknokratiktir. Laik bilinç en başından bugüne bir dönüşüm geçirdi ve teknokrasi ile beslendi. Çünkü teknokraside, akıl, hatta mantık, artık bir içgüdü değildi. Bizi bir karara zorlamak yerine, isteklerimize yardımcı oldu. İnsan, teknoloji ile doğaya şekil verilebilirdi. Teknoloji ile biyolojik varlığımızın özüne bakarak, kim olduğumuzu yeniden söyleyebilirdik.

Amerikan kültürünün iki yönü, iki ölçekte şekillendi. Bir yanda, Amerikan üniversitelerinde yetişen “Sol” devrimciler, Karl Marx’ın sözlerini rehber yapanlar ve Michel Foucault takipçileri bir kenara itildi, diğer tarafta ise küresel şirketler ve özellikle büyük sosyal medya devlerini temsil eden grup bir “devrim” başlattı[88]. İkinci tarafta olanlar yeni ideoloji dedikleri bir hak dili kullandılar.

Rod Dreher, teknoloji mantığını ABD ve Sovyet/Rus rekabeti ile kıyaslayarak, birincisinin şirketler ve askerler üzerinden kurduğu teknokratik medeniyet düzeninin diğerinde ise yalanlar üzerine kurulu olduğunu iddia ediyor[89]. Dreher’e göre, Sovyetler Birliği, Doğu Avrupalı uydu devletlerde Hıristiyan inancını boşa çıkarmak için, Marksist- Leninist temelinde olan diyalektik materyalizm üzerinden “ateizm”e başvurdu. Bu ahlaki zorluklar insanlara inancın tehlikeli olduğu bir ortam yarattı ve geçmişle bağını bir ölçüde kopardı. 1920’ler ve 30’larda binlerce Ortodoks rahip ve inanan Gulag adalarına sürüldü ve orada yok oldular. Ancak, 1953 yılında Stalin’in ölümünden sonra ipler biraz gevşese de dini inanışı ifade etmek çok az görülen bir olguydu. Sovyet sisteminin ürettiği ikinci “yalanla yaşam” konsepti ideolojik olarak Komünist Parti’nin “gerçeğin tek kaynağı” olduğu dayatmasaydı. Okul çocukları bile kendi özgür düşünceleri yerine parti dokümanlarına uygun görüşler öne sürmek zorundaydı.

Sovyet döneminin “totaliter imparatorluk” anlayışının yerini bugün “yumuşak totatiterlik” aldı. Ancak, her iki dönemde de değişmeyen şey toplumun baskı yapanlar ve baskı altına alınanlar olarak bölünmesi idi. Hâlbuki başlangıçta Bolşevik tezine göre, baskı yapanlar mülkiyet sahibi burjuva iken baskı altına alınanlar fakir halk, köylüler ve fabrika işçileriydi. Onlara göre Amerikalıların baskı yapanları; beyaz, erkek ve heteroseksüel Hıristiyanlar, baskı yapılanları ise cinsel azınlıklar ve derisi renkli olanlardı. Bu sosyolojik kategorilendirme mantık hatasının ve ahlak anlayışının temeliydi. Güç (otoriterlik) bu kategorilendirmenin bir işlevi oldu. Düşman haklı olamazdı ancak yenilgiye uğratılabilirdi ve doktrin, nefret temelliydi.

Bugünkü Rus anlayışı da Batının mantık yerine Hıristiyanlığı kullanan, özel şirketler ve elitler eliyle kamuoyunu yönlendiren totaliter bir rejimlerle yönetildiğini iddia ediyor. Silikon Vadisinin medya devleri totaliter tehdidin arkasındaki güç olarak görülüyor. Edward Snowden’e atfen, devlet size hedef seçebilir, herkesin özel haberleşmesine nüfuz edebilir ve kanunlar burada size savunmaz. Bu bir “gözetleme kapitalizmi” ve Orwell’in iddia ettiği, “yumuşak totatilerlik”tir.

Hâlbuki 1937’den 1967’e kadar Sovyet dönemi tamam anlamı ile totaliter bir rejimi temsil ediyor. Sovyetler Birliği’nde yaşam, yalanlar, acı ve maddi arayıştan başka bir şey değildi. 1953’de Stalin’in ölümünden sonra başlayan gri dönemde kronik tüketim maddeleri eksiği, dükkânlar ve restoranlar da hizmetin kaba-sabalığı ortaya çıktı. Sovyet rejimin erken döneminde dini baskının bir parçası olarak V. Solovyov, S. Frank, N. Berdyaev, P. Florensky gibi Rus din felsefecilerinin eserleri yok edilmişti. Ancak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir kaç manastır ve kilisenin açılmasına izin verildi ama dini eğilimleri olan kişinin kariyer yapması çok zordu. Sovyet dönemine materyalist ideoloji ve din karşıtı propaganda hâkim oldu.

Sovyetler, ABD’nin bazı gerçeklerini anlayamadı. Öncelikle para-merkezli bir dünyaları yoktu. Sovyet vatandaşları kolay dostluklar kuracak, zamanlarını faydasız insan işlerine ayıracak bol zaman buldular. Bazıları esaslı bir şekilde şiir veya piyano çalmaya odaklandılar[90]. Rusya’nın 19. Yüzyıl edebiyatı klasikleri yeniden öğretilmeye ve okunmaya başladı. Tabii bir de Sovyet sineması var. Sinema filmleri arasında Eldar Ryazanov’un Karnaval Akşamı (1956), Kaderin Cilvesi (1976) insaniyet ve hatta eğlence için şaheser eserlerdi. Andrei Tarkovsky’nin 1971’deki Andrei Rublev filmi ise trajik bakışı ve ruhsal güzelliği yansıtması ile unutulmaz bir eserdi. Sovyet dönemi radyo, televizyon ve tiyatrolar özellikle çocuk programları ile öne çıktı. Bütün bunlar teknokratik mantığın fazla basitleştirilmesiydi. Böylece Marksist materyalizm akabildiği yolda ilerledi.

Ortadoğu’da Mezhep Çatışmaları

Aynı dini paylaşmak çeşitli inanç farklılıkları arasında rekabeti artırırken, laiklere karşı onları birleştirir. Bu aynı cinsiyet evliliği yasasına muhalefet etmek için Kaliforniya’da ortaya çıkan dini koalisyon ile test edildi. Ortadoğu’da demokrasinin gelişme şartı olarak İslam’ın reformasyonu olarak görüldüğünden beri laiklik demokrasi için bir ön şart olmaktan çıktı. İslam dünyasında yeniden İslamlaştırma dalgasının içinden bir demokratik hareket doğması için köktencilik ve bireyselciliğin birlikte yürüyeceği bi formül deneniyor. Bu yeniden İslamlaştırma dalgasının ardından herhangi bir kurum ya da ideolojinin dine referans olma tekelini ele geçirmesi düşünülmüyor. Bugün için Mısır’da 970’de kurulan El-Ezhar Üniversitesi ile 1928’de kurulan Müslüman Kardeşler (şimdi yer altına inse de) en güçlü dini aktörler olarak kabul edilmektedir. Bunlara pek çok sonradan ortaya çıkan din hocası rakip olmuştur.

Mezhep gerilimleri, 1990’ların ortalarından itibaren Ortadoğu ve Güney Asya’da düzenli olarak artmaya başladı. Önce Güney Asya’da özellikle Sovyetlerin çekilmesi sonrası sivil savaşın yaşandığı Afganistan’da ve Pakistan’da ortaya çıktılar. Sünni aşırı Afgan grubu olan Taliban, 1998’de Hazar etnik grubu içindeki yaklaşık 8 bin kişiyi katletti[91]. Pakistan’da ise mezhep gerilimi daha 1980’lerin başında başkan Ziya ül-Hak’ın sıkı bir Sünni hukuk sistemi ve Şiilere ayırımcı baskı yapması ile başlamıştı. O zamandan beri Pakistan’da mezhep gerilimi daha kötüye gidiyor[92]. Pakistan’da da Hazaralar, Peşavar, kuzeybatısındaki sınır bölgeleri ve Belucistan’da Sünni aşırı grupların (Lashkar-e-Jhangvi ve Sipah-e-Sahaba) hedefi oldular[93]. Pençap ve Sind’teki Şiilere de saldırıldı.

1990’larda Ortadoğu’da henüz mezhep çatışması tetiklenmemişti. Her şey 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile başladı. ABD işgali ile ülkedeki Sünni Arap hâkimiyeti sona erdi ve Saddam’ın devrilmesi ile Iraklı Sünni militan gruplar ve diğerleri yeni Şii yönetimi hedef aldılar. Bu dönemde çeşitli Şii gruplar arasında Muqtada el-Sadr’ın Mehdi Ordusu ortaya çıktı ve Şiiler içinde de iktidar mücadelesi de yaşanmaya başlandı[94]. Sünni grupların 2006’da Samara’da kutsal Şii türbesine saldırması sonrası Asa’ib Ahl al-Haq ve Kata’ib Hizbullah gibi diğer Şii gruplar ortaya çıktı. ABD işgali Irak’ın siyasi yapısını ve bölgesel dengesini İran ve Şiiler lehine bozdu. Bu algı, Suudi Arabistan, Katar, BAE ve Türkiye gibi Sünni devletleri Irak’ın iç politikasına müdahil olmaya itti ve İran’ın etkisini dengeleme arayışına girdiler. Bu amaçla, Arap ülkeleri Irak’taki Sünni militan grupları para desteği sağladılar. Irak’taki Şii başarısı Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki Şiileri de daha fazla hak arayışına itti.

Soğuk Savaş sonrasında canlanan milliyetçiliğe din konusu da ilham veriyor ve din siyasi bir olgu haline geliyor[95]. ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından insani yardım, demokratik normların geliştirilmesi, çatışmayı önleme ve güvenlik çalışmaları kapsamında dini liderlere angaje olmak bir strateji haline getirildi[96]. Ancak bunun arkasında ABD’nin özel çıkarları kapsamında din çevrelemesi denilen yeni bir angajman politikası vardı[97].

Ortadoğu’yu yeni şekillendirmek isteyen ABD, işe mezhep çatışmalarını tetiklemekle başladı. Irak’ın işgalinin asıl nedeni İran ve Suudi Arabistan arasındaki dengeyi bozmaktı, bir yandan da Türkiye bölge içi çatışmaların içine çekildi. Benzer şekilde Lübnan’da yapılan Sedir Devrimi’nin amacı bir yandan Hizbullah’ı zayıflatarak Lübnan siyasi yapısını yeniden düzenlemek diğer yandan Suriye’den Esat’ın elini zayıflatarak mezhep çekişmesini şiddetlendirmekti[98]. Ortadoğu ve Güney Asya’da mezhep gerilimlerinin artmasını nedeni sadece dini faktörlere dayandırılamaz. Mevcut dini farklılıklar çatışmalar için uygun bir ortam oluşturmuş, uluslararası ve bölgesel aktörlerin kendi çıkarları için istismar edebileceği fırsatlar sağlanmıştı. Mezhep odaklı devlet dışı aktörleri motive eden din değil, arkasındaki devletin desteği oldu.

Ortadoğu ve Güney Asya’da özellikle 2003’deki ABD’nin Irak işgali sonrası ortaya çıkan mezhep çatışmaları, çeşitli ülkelerin ve aktörlerin dış politika davranışlarını anlamakta artan bir önem kazandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası devlet sistemi erirken, din mezhep çekişmeleri üzerinden devlet dışı (Taliban, Hizbullah ve IŞİD gibi terörist) aktörlerle ulusaşan bir görümün kazandı. Bu yeni aktörler devletin yerini almasa da devlet politikalarının vasıtası hatta vekili oldu. Çeşitli devletler tarafından yaratılan bu tür yapıların devlet desteği olmadan yaşayamayacağı da görüldü. Örneğin Taliban, Pakistan olmadan, Hizbullah İran olmadan yaşayamaz[99]. Suriye ve Irak’taki Sünni grupların arkasında Suudi Arabistan var. 1979’da İran’da olduğu gibi Türkiye de büyük bir dönüşümden geçiyor ve din, uluslararası ilişkilerde dinamik bir rol oynuyor. Mezhep ve etnik farklılıklar milli kimliklerin içini oyuyor, parçalıyor.

Sonraki on yıllarda Ortadoğu ve başka yerlerde radikallerin ve cihatçıların (El Kaide, IŞİD, Hamas, Hizbullah, Taliban, Boko Haram, El Nusra vb.) temel düsturu; cihadın ihmal edilmiş görevinden söz ederek, Darülharp’ı yani inanmayanların dünyasını dönüştürmek oldu. Vestfalya tipi uluslararası düzeni tümden reddediyorlar ve ulusal bağlılıkların gerçekten inançtan sapma olduğunu düşünüyorlar. 2002 yılında başlayan Büyük Ortadoğu Projesi ve 2010 sonlarında başlayan Arap Baharı, laik yapıların çöküşünü, ılımlı İslam savı ile yeşertilen Siyasal İslam’ın cihatçı akımlarını azdırması sürecini başlattı. Batı, Ortadoğu’da hep demokrasi tezini savunur gözükmüş ama Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi güvenlik gereksinimleri ve bölgeyi bölünmüş tutmak önce gelmiştir. Laik yönetimlerin ulusalcı olması, millileştirme istekleri Batının çıkarları ile ters düşmüştür. Öte yandan laikler yerine İslamcılar ile Ortadoğu toplumlarına nüfuz etmek daha pratik görülmüştür.

Aralık 2010’a yani Arap Baharı’nın Tunus ve Mısır’da başladığı döneme kadar Ortadoğu’da mezhep gerilimleri Irak ve Bahreyn gibi yerlerle sınırlı idi. Ancak, Arap Baharı’nın Suriye’ye ulaşması ile mezhep çatışması içine İran, Türkiye ve Mısır daha açık bir şekilde müdahil oldu. Bahreyn’deki Şii protestolarının bastırılması Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri bir araya geldiler. Şii hareketi Suudilerin dışarıdan vahşice saldırısı ile durduruldu. Bahreyn’de üsleri olan Batılılar da perde arkasında bu saldırılara yardımcı oldular.

Suriye’de iç çatışmalar tetiklendiğinde Suudi Arabistan, Türkiye ve ABD önce Alevi yönetimin lideri Esat’a iktidarı bırakması çağrısı yaptılar. Silahlandırılan Sünni gruplara El Kaide uzantısı El-Nusra da katıldı. Esat, İran ve Hizbullah’ın yardımı ile direnmeye devam edince, mezhep savaşının odağı 2013 sonunda Irak’a kaydı. Irak hükümeti, Esat’ı destekliyor, gönüllü Şii savaşçılar Suriye güçlerine katılıyordu. Sünni cephenin yeni amacı Irak’taki Şii yönetimi devirmekti. Ancak bunu yapamayınca Irak ve Suriye arasındaki bağlantıyı kesmek için Sünni bir silahlı grup yaratıldı; IŞID[100]. İdeolojik ve liderlik kökleri El Nusra ve diğer Suriye’deki Sünni militan gruplar ile aynı olan IŞİD, Abbasi halifeliğini sınırlarına kabaca uygun bir bölgede kendi halifeliğini kurmak istedi. Daha önceleri Hizb-ut Tahrir ve Taliban’da halifelik kurmak istemişti ama IŞİD, çoğunlukla zaten boş olan büyük bir toprak parçasını ele geçirince halifelik için uygun olduğunu düşünmüştü. Üstelik buradan Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizmek de daha kolaydı. Irak ve Suriye’de mezhep geriliminin artması iki ülkede de bölünme riskini artırdı. Üstelik bu riskin İran ve Türkiye’ye ulaşma riski ortaya çıktı[101].

Sosyal medya ile tetiklenen Siyasal İslam, Mısır’da olduğu gibi iktidarı ele geçirme ve hemen otoritesini kurumsallaştırma yolunu seçmişti. Batının ılımlı güçleri süratle radikalleşti ve vahşet görüntüleri ortaya çıktı. Ortadoğu’da etnik ve dini kimlikler üzerinden sahada iç ve dış pek çok güç mücadeleye devam ediyor. Kabileler, özerk milisler kendi halifeliklerini arıyor. Devletler bir bütün olarak yönetilmediklerinde, uluslararası ya da bölgesel düzen çözülmeye başlar. Haritaların bazı yerlerinde hukuksuzluk işareti olan boşluklar egemen olur. Bir devletin çöküşü topraklarının terörizm, silah tedariki ya da komşularına karşı mezhepçi saldırganlık üssüne dönüştürebilir. Şu anda bir yönetimin bulunmadığı ya da cihat bölgeleri Müslüman dünyası boyunca uzanmakta ve bu durum Libya, Mısır, Yemen, Gazze, Lübnan, Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, Nijerya, Mali, Sudan ve Somali’yi etkilemektedir. Bu kara delikleri birleştiren kangrenin yayılması ile bu ülkeler tümden uluslararası devlet sistemi dışına çıkmanın eşiğindedir. Bu boşluklar sürdükçe Ortadoğu, Avrupa’nın Westphalia öncesi din savaşlarına benzer ama onlardan daha geniş kapsamlı bir çatışmanın pençesinde kıvranacaktır. Bölgede siyasi, mezhepsel, kabilesel, bölgesel, ideolojik ve geleneksel ulusal çıkar çekişmeleri iç içedir.

Mısır’da, 1950 ve 1960’lardakine benzer şekilde, 2011 yılında siyasi değişim için din adamları tekrar önemli roller oynamaya çalıştılar. 2011 öncesi Mısır’da din ve devlet ilişkisi zorlama ve kısmen sahiplenme dinamikleri ile yürüyordu. Yani bir yandan din adamları devletin baskısı altında idi diğer yandan bazı dini gelenekler devlet yönetimi ve hukukta da kullanılıyordu. Örneğin 1971 Anayasası’nın ikinci maddesinde devletin dininin İslam olduğu ve İslam’ın yasamanın ana kaynağı olduğu ifade edilmişti[102].

2011 yılının başında Tunus’taki hareketlerin etkileri Mısır’a ulaştığında ülkede geniş tabanlı bir dini ve seküler koalisyon Hüsnü Mübarek rejimini devirmek için harekete geçti. Ancak, Mursi’nin sürekli gücünü artırmaya çalışması, laik demokratlar ve Orduyu ülkenin Müslüman Kardeşler liderliğinde bir İslamcı otokrasiye gittiği endişesi ile korkuttu. Böylece 2013’deki askeri darbe sonrası zorlama dinamiğine dönüldü, dini liderler kamu alanından atıldı. Sonuç olarak, Mısır’da başlangıçtaki zorlama dinamiğinden çarpışma dinamiğine geçilmiş ancak sahiplenme dinamiğinin sonuçlarından korkan askerler, tekrar zorlamaya dönmüşlerdi.

Aşırı dincilik, militarizm ve terörizm; yoksulluğun, geri kalmışlığın ve hak mahrumiyetinin sebebi değildir ama etkileyen unsurlardır. Radikal İslam, Batı emperyalizminin ürünüdür. Çeşitli coğrafyalarda yaşanan mutasyonlar farklı radikal örgütlerin doğmasına yol açmaktadır. Bu mutasyonda bulunan kültürün gelenek, değer ve normları etkili olmaktadır. Daha az merkezi ve daha az organize olmuş, örneğin Sufi (mistik) İslam’da farklı inançlar diğerine karşı sosyal kabul görme peşinde iken, daha merkezi ve sıkı organize olmuş İslami gruplar ise otoriteye ve dogmaya değerlerden daha çok bağlıdır. Merkezi din daha kemikleşmiştir ve merkezi olmayan inanca göre değişime daha az uyum gösterebilir.

Müslüman ülkeler içindeki farklı dini eğilimler de gittikçe daha büyük gerilimler içine giriyorlar, laiklik son yıllarda önemli darbeler aldı. Allah’ı her şeyin üstünde gören ve onu kamu alanına sokmak isteyen Şeriat anlayışı ile modern dünyanın devlet sistemi nasıl birlikte olabilir? Başkalarını ümmeti gören anlayış ile siyasi ideolojilerini besleyenler, sadece dünya barışını değil, kendi insanlarını ve dinlerinin geleceğini de tehdit ediyorlar. Sorun din devletin üstünde mi olacak yoksa devletin içinde mi olacak temelindedir.

Bismarck ve diğer Batılı devlet adamları çareyi dini kamu alanına çıkararak ve farklı dini gruplara ümmet olarak değil, hoşgörü ile bakarak ve aralarında huzuru sağlayacak asgari düzenlemeleri yaparak buldular. Bununla beraber, Nijerya’da olduğu gibi henüz laik ya da ayırımcı paradigmalar devlet ve din ilişkisi konusunda tamamen çözüm olan bir konsept ve buna uygun vasıtalar ortaya koyamadılar. Buna en çok son yıllarda devleti ele geçirmeye çalışan aşırı ya da sinsi dini akımların çeşitlendiği ve gerilimlerin arttığı İslam dünyasının ihtiyacı var. Bunun için de başlangıç noktası İslam dini ile ilgili reformasyon çalışmalarının teşvik edilmesi olmalıdır.

İslam ve Modernite

Ortadoğu’daki istikarsızlığa liberal modernite, dini köktencilik, güçlü mezhep bölünmeleri ve ayakta kalmaya çalışan otoriter rejimler arasındaki çelişkiler damgasını vurmaktadır. İslam, 20. ve 21. Yüzyılın en hızlı büyüyen dinidir. Dünya Din Bilgi Bankası’na göre; geçen yüzyılda dinler arası durum şu şekilde idi;

 

Tablo 1: Dinlerin Nüfusa Göre Gelişimi (2023)

Din1910 (%)2023 (%)Nüfus (Milyon)
Hıristiyanlık

34.8

31.1

2.382

İslam

12.6

24.9

1.907

Ateist

15.58

1.193

Hinduizm

12.7

15.16

1.161

Budizm

7.9

5.06

506

Çin halk dini

22.2

5

394

Etnik Dinler

3

300

Kaynak: World Religion Database, world religious population 2023

İslam, dünyanın en hızlı büyüyen dini ve 2050 yılı civarında dünyadaki Müslüman sayısının Hıristiyanlar ile eşit olması bekleniyor[103]. Daha da önemlisi farklı bölgelerdeki Müslümanların çoğu İslam’ın siyasette daha fazla rol almasını istiyor. Bu ise laikliğin gittikçe yok olmasından öte, kendi Müslümanlık anlayışını dayatmak isteyenlerin daha çok çatışma ve gerilim yaşatacağı anlamına geliyor.

Son yıllarda Afganistan, Irak ve Libya gibi ülkeler dünya gündeminde ön plana çıksa da İslam İşbirliği Örgütü’ne 57 ülke üyedir. Bunlardan ikisi daha ülke nükleer silah programları, aşırı uçları, terör ve ekonomik güçlükleri ile Batının yakın takibine girmektedir; İran ve Pakistan[104]. Birkaç ülkede ise yüksek nüfus artışı nedeni ile büyüyen genç kitle ve bununla bağıntılı artan işsizlik endişe söz konusudur. Bununla beraber Türkiye’den Mısır ve Pakistan’a kadar hemen hemen tüm İslam ülkeleri ABD’yi sevmemektedir.

  • Bangladeş; Dünyadaki 1,5 milyar civarındaki Müslüman’ın % 10’u bu ülkede yaşamaktadır. Az gelişmiş bir demokrasi ve yıllık %5 ekonomik büyümeye sahip ülke de biraz siyasi huzursuzluk olmakla birlikte az da olsa modernleşme vardır. Bangladeş’ten daha fazla Müslüman’ın yaşadığı Hindistan İslam’ın ana merkezlerinden biridir.
  • Mısır’da devrimin sarsıntıları devam ediyor ve henüz nasıl sonuçlanacağı belli değildir.
  • Endonezya ise dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna sahiptir. Yıllık %6 büyüme ve güçlü ekonomisi ile Endonezya başarılı bir ülkedir.
  • Nijerya’da ülkenin yarısı yani 155 milyon kişi Müslüman dır. Petrol üretimi ile ekonomik gelişme yakalayan ülkede dinsel gerilimler yakından izlenmelidir.
  • Suudi Arabistan El Kaide’yi doğuran Sünni İslam Vahhabi hareketinin yuvasıdır.

Karanlık rejimi ABD’ye verilen rüşvetler karşılığı ayakta kalabilmektedir.

  • Türkiye artık ılımlı İslam hükümeti tarafından yönetilmekte ve artık Batı ile Doğu arasında köprü olma rolünden uzaklaşmaktadır.

Nüfusu artmasına rağmen Arap Ortadoğu’su dünya ekonomisinden kopuktur. Bölgede ortalama işsizlik %25 civarındadır. Halklar otoriter, yolsuzluk içindeki hükümetler, etkisiz ve boğucu bürokrasi ile yönetilmektedir. Müslüman dünya Çeçenistan’dan Keşmir’e pek çok çatışma içindedir ama yöneticileri kendilerini zenginleştirmekten başka bir şey yapmamaktadır. Rejim muhaliflerinin on yıllardır toplandığı tek yer cami olmaya devam etmektedir. Bu hem laikleri şikâyet etme vasıtası hem radikallerin ve kendini din adamı ilan eden cemaat önderlerinin ortaya çıkardığı bugünün sorunlarının kaynağıdır. 800 yıl önce Haçlı seferlerini yapanlarla bugün Filistin topraklarını işgal edenler ve onları destekleyenler arasında bir fark yoktur.

Arap ülkelerindeki dönüşümü üç şey sağlıyor[105];

  • Siyasi şiddet Arap toplumlarını yeniden yapılandırıyor; son yıllarda Irak, Suriye, Yemen ve Libya’da meydana gelen çatışmalar dünya nüfusunun %5’ini oluşturan Arap ülkelerinin küresel göçte üçte birden fazlasına ulaşmasına neden oldu ve çatışmalar en 9 ülkeyi etkiledi.
  • Arap ülkelerinin egemenlik ve otoritesi parçalanıyor; çatışmalar ülkelerin içindeki şikâyet ve farklı tepkileri ortaya çıkardı. Irak, Yemen, Libya ve Suriye topraklarının bir kısmını kontrol edemez hale geldi. Devlet dışı aktörler, devlet otoritesine meydan okuyor.
  • Kişisel beklentiler kuvvetleniyor; henüz ayaklanmaların psikolojik boyutları tam olarak anlaşılamamış olsa da Arap vatandaşlarının kendi yaşamlarını değiştirme isteği açık hale geldi. Ancak bu medeni inisiyatifler yerine hükümetlerinden memnun olmayan gençliğin militanlaşmasına kayıyor. Bu da alternatif geleceğin ancak gençlik ile şekilleneceği sonucunu veriyor. Sağlıklı olan yol hükümetlerin bir an önce vatandaş haklarını savunan, şikâyetlerini dile getiren, sosyal farklılıkları temsil eden sivil kurumların oluşmasına izin vermesidir.

Arap Baharı’nın yaşandığı ülkeleri analiz ettiğimizde Bahreyn gibi adı krallık, Tunus, Mısır, Suriye ve Yemen gibi adı cumhuriyet de olsa bu ülkelerin tamamı, demokratik katılımı ve çoğulculuğu önleyen totaliter ve otoriter bir siyasi yapıya sahiptir.

İç siyasi çekişmeye giren ve siyasi programları olmayan İslamcı gruplar sosyal ve ahlaki değerlere odaklanarak kurumsal ve sosyo-ekonomik zorluklara çare olacak çözümler getirmekten uzaktırlar. Mısır’da demokrasi genel olarak askerler, İslamcılar ve liberal olmayan demokratlar arasında kaldı[106]. Suriye’de 1980’lerden beri baskı gören, Esat karşıtı kuvveti bir İslamcı grup (Müslüman Kardeşler) bulunmaktaydı[107]. Sünni cihat savaşçılarının bölgede yeni üsler edineceği ve İslamcıların yeni çatışma alanları yaratacağı beklentisi devam ediyor.

İslam, özellikle 1973’den sonra Arap şeyhlerinin artan petrol gelirleri ile bir din olmasının ötesinde dünyanın en iyi finanse edilen siyasi ideolojisi oldu. Gönüllü yardım, medrese eğitimi altında harcanan paralar bu ideolojinin militan kesimini besledi. Körfezin petrol parası ile finanse edilen medreseler radikal yani silah kullanan İslam’ı doğurdu. Bu medreselerde Üçüncü Dünya Ülkelerinden getirilen ve normal bir okula gidemeyecek kadar yoksul çocuklara Suudi rejimin Vahabizmi aşılandı[108]. Radikal İslam’ın Körfez bölgesindeki suç ortakları Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve BAE oldu. Bu dört ülkeye gelen göçmenler ve geçici işçiler de kaynak olarak görüldü. Medreseler kadar Haç ve Umre faaliyetleri de Vahabi-Selefi ideolojiye hizmet etti. Haç ve Umre’ye gelenler döndüklerinde ülkelerinde Vahabiliğin reklamını yapması için teşvik edildi. Cahil insanlar Allah için savaşmak, gazi ya da şehit olmak için uyuşturuldu.

Batılı hukuk geleneğine göre bir kanun herkes için geçerlidir. Kamu hukuku dini ve ahlaki geleneklerden özerktir. İslam hukuk geleneği üç önemli eşitsizliği kabul etmektedir; kadın ve erkek, Müslüman ve Müslüman olmayan, köle ve özgür insan. BM tarafından da kabul edilmiş olan düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü şeriata aykırıdır. Bu yüzden, BM deklarasyonu İslamcı ülkeler tarafından şeriata uygun olmayan yönleri rezerv konarak kabul edilmiştir. Öte yandan Avrupa İslam Konseyi ve İslam Konferansı Örgütü gibi kuruluşlar şeriata uygun bir şekilde kendi insan hakları deklarasyonunu yayınlamışlardır. Bu deklarasyonlar eşitlik, özgürlük ve ceza yasaları bakımından BM deklarasyonundan farklıdır[109].

Bir kaç yıldır bazı Müslüman bilim adamları modern koşullar altında İslam hukukunu radikal bir şekilde yeniden inşa etmek için “içtihat” yolunu önermektedirler. Bazı daha geleneksel bilim adamları ise Şeriatın uygulanmasında geleneksel İslam hukukunun (Maslaha) daha muhafazakâr bir prensibi olan kamu çıkarı esas alınmasını önermektedirler. Ancak ne zaman Şeriata yönelik ilerici yaklaşımlar ne zaman ortaya çıksa bazı bilim adamları ve Ortodoks ulemanın düşmanlığını çekmektedir[110].

İngiltere’de şeriata evlilik ve ile hukuku ile ilgili bazı hususlarda tanıma getirildi. Mahkemelere gelen sorunlara bu açıdan da bakacak ama bu daha çok İngiliz kamuoyu tarafından kabul edilebilecek, şeriatın yumuşak kuralları ile ilgilidir[111]. Daha ağır şeriat kuralları örneğin boşanma konusunda kadın-erkek eşitliğini etkileyeceğinden dikkate alınmamaktadır. Şeriata göre boşanma erkeğin inisiyatifindedir ve boşanan kadına hamile kalma ihtimali kalktıktan sonra erkek bakmak zorunda değildir. Çocuklar belirli bir yaşa kadar babasının himayesindedir. Miras konusunda da kadın-erkek ayırımı vardır; kadın erkeğin aldığının yarısı kadar pay alabilir. Öte yandan Müslüman olmayanlara Müslüman bir kişiden miras kalamaz. Gene şeriat göre mahkeme önünde iki erkeğin şahitliği aranır, eğer iki erkek mümkün değilse bir adam ve iki kadının şahitliği gereklidir. Ancak şahitlerden biri mutlaka erkek olmalıdır yani dört kadının şahitliği geçerli değildir. Zina veya tecavüz durumunda dört erkek şahit aranır. İslam ile Batı arasındaki anlayış farkları bilim ve bilim insanına yaklaşımı, finansla düzenlemeler konusundaki farklılıklar yanında din değiştirme, küfür, dine hakaret gibi konularda hoşgörüsüzlük, ölüm cezaları ve verilme şekillerini de kapsamaktadır[112]. Bu farklılıklar bir yandan aşırılık ya da köktenciliğin kaynakları, diğer yandan Batı ile entegre olamamanın engelleridir. Radikal İslamcılar Batının özgür toplumları için ciddi bir tehlike olarak görülmektedir.

Bazı yönlerden siyasi ve sosyal İslam, 19. Yüzyıl Avrupa’sındaki siyasi ve sosyal Katolikliğe benzemektedir. Katoliklik, siyasi olarak laiklik, modernite, liberalizm ve demokrasiye karşı çıkmak; erdem ve sosyal adalet vaaz etmek ve fakirlere yönelik sosyal çalışmalar yapmak için organize olmuştu. Bu yönde öne çıkan en önemli parti ise 1871 sonrası Protestanların hakim olduğu birleşik Almanya’nın Katolik Merkez Partisi (Zentrum) idi. Başlangıçta Bismarck tarafından defedilen parti zamanlar artan bir şekilde Alman siyasi sistemine entegre oldu ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi yanlısı Weimar Koalisyonu’na ana ortak olarak katıldı. Hitler tarafından yok edildiler ama İkinci Dünya Savaşı sonrası yerlerini Hıristiyan Demokratlar aldı. Ancak, bu sefer ülkeyi uçurumdan demokrasi, liberalizm ve ekonomik gelişme yoluna soktular.

Uygarlıklar Çatışması Mümkün mü?

Zaman medeniyetler arası çatışma ya da diyalog yerine, dinlerin ne için olduğuna ve olmadığına bakmak, ne için olabilecekleri ve olması gerektiklerini düşünme zamanıdır. Diğerlerini dönüştürmek isteyen dinler ulusaşan niteliktedir ve bunları milli sınırları içine hapsetmek mümkün değildir. Katolik veya Anglikan ruhban sınıfı için havuz gittikçe eski sömürgelerden gelmekte, bu da Avrupa ve Hıristiyanlık arasındaki bağı daha az belirgin hale getirmektedir. Çokkültürlülük lensi ile Müslüman göçmenlere bakış da gittikçe geçersiz hale gelmektedir. İkinci nesil göçmenler eksi saf halinden ziyade modern anlamı ile din istemektedirler. Din özgürlüğü, azınlık hakları yerine temel insan hakkı olarak ele alınmalıdır. Bu Arap Baharı’ndan sonra özellikle Ortadoğu için geçerlidir. Demokratikleşme, inancın bireyselliğini, dini kurumların devletten ayrı tutulmasını ve bu kurumlar üzerinde herhangi bir tekele son verilmesini öngörür. Demokrasi ile dini uyumlu hale getirmek için dini serbesti, teolojik reform veya hazırlayıcı laikliği öne sürmez. Kültürel kimlik veya aidiyetten ziyade doğuştan inananlar ve dönenler için bireysel inancı öne çıkarır. Bu anlamda dini uyanış ve demokratikleşme arasında bir zıtlık görülmez.

Teoride uygarlıklar çatışması mümkün değildir çünkü saf bir uygarlık yoktur. Asya ve transatlantik toplumları hem birbirleri arasında hem de kendi içlerinde farklı değerlere, inançlara ve alışkanlıklara sahiptir. Aynı kitaba sahip olmalarına rağmen Endonezya Müslümanları ile Suudiler çok az birbirine yakındır. Endonezya ve Malezya siyasi partileri ılımlı iken Suudi yönetimi oldukça muhafazakâr bir ruhban yapısına sahiptir. Türkiye’deki kadın hakları Katar ve Yemen’den oldukça ileridedir. Suriye’de din iç hukuk ve hükümet politikalarında önemli bir faktör değilken, Sudan’da tersidir. Pek çok yerde Sünni ve Şiiler birbirlerinin dini ibadetlerinin geçerliliğini bile tartışır. Bireysel olarak da Müslümanlar milliyet, etnik köken, sosyo-ekonomik statü, meslek ve cinsiyet bakımından farklılıklar arz etmektedir. Öte yandan Müslümanların çoğu Batılılarla aynı ideolojilere (sosyalizm, kapitalizm, milliyetçilik vb.), aynı sporlara ya da hobilere katılır. Müslüman dünya ile dünyanın geri kalan kültürleri arasında duvarlar yoktur. Bugün Avrupa’da yaşayan 15 milyon Müslüman Batı Avrupa nüfusunun beşte birini oluşturmaktadır[113].

Diğer tarafta, Avrupalı bilim adamları ve tüccarlar Rönesans’tan bugüne Müslüman dünyayı boydan boya gezmişlerdir. Müslüman dünyaya geçmişte yapılan Haçlı seferlerinin yerini bugünün Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güneydoğu Asya’sında Batının emperyal maceraları almıştır. Bütün bunlar Müslüman dünyanın tek parça olmadığını göstermektedir. Ancak, genç Müslümanlar arasında giderek artan eğilim daha üstün bir toplum olarak kendini lanse eden Batı ile mücadele hatta savaş içinde olduklarıdır. Müslümanların gözünde Saddam’ın düşürülmesi istikrar ve demokrasi getirilmesi için değildir. Müslüman kimliğinin küreselleşmesi, ortak bir kimlik altında birleşmeleri ve kendilerini Batı karşısında mağdur olarak görmeleri iki uygarlık arasındaki çatışmayı besleyecek köklerdir. Nitekim Müslüman dünyada dayanışma eğilimleri artmaktadır. Filistin gibi kökleşmiş ortak sorunlar yanında artan haberleşme teknolojileri de bu dayanışmaya katkıda bulunmaktadır.

Batılıların Müslümanlar hakkındaki fikirleri ise uzun bir geçmişten gelmektedir. Yerli Avrupalılara göre kendileri (Locke, Diderot veya Voltaire gibi geldikleri İngiliz ekolüne göre) laik, materyalist ve Aydınlanma geleneği kökünden iken Müslümanların değerleri onlarınkiler ile uyuşmamaktadır[114]. Müslümanların bireysel özgürlük, cinsiyet eşitliği ve fikir özgürlüğü konusundaki yaklaşımları onlara uymamaktadır. Batılılara göre İslam ile Hıristiyanlık arasında dört alanda farklar mevcuttur; din-devlet ilişkisi, dini kurumsal eksiklik, şiddete karşı tutum ve heyecan derecesi[115]. İslam başından beri bir din olduğu kadar siyasi bir özellikte taşıdı. İslam ideolojisinin yayılması için Arap Birliği’ni öngördü.

Medeniyetler Arası Diyalog İnisiyatifi, 2005 yılında bir toplantı sonrası İspanya ve Türkiye başbakanlarının birlikte açıklamaları ile başladı. Kofi Annan, 2006 yılında bunu BM İnisiyatifi haline getirdi ve New York’ta küçük bir sekretarya teşkil edildi. Bu inisiyatife pek çok ülke ile UNESCO, Avrupa Konseyi, OIC vb. pek çok örgüt dâhil oldu[116]. İnisiyatif, Hıristiyan ve İslam din adamlarını bir platform dâhilinde bir araya getirmektedir. Ancak inisiyatifi Ilımlı İslamcıları yanına çekerek, radikal İslam’a karşı bir cephe oluşturma, İslam dünyasının içine Batılı unsurlar sokma ve İslam dini içindeki olumsuz buldukları inanışları reforma tabi tutarak elimine etme gibi niyetler bulunmaktadır. Yeri geldiğinde Darfur’da olduğu gibi Müslümanları Müslümanlara öldürtmektir.

İslamcılık-Laiklik Çekişmesi

İslam ile felsefenin ilk kez kesişmesi, Arapların birbirinden farklı din ve kültürlere mensup kavimleri ortak bir devlet çatısı altında toplamak ve yönetmek durumunda kalmasıyla başlamıştır. Müslümanlar, Hıristiyan, Yahudi, Mecusi ve diğer inançlara mensup halkları yönetmek durumunda kalınca onlara henüz gelişmekte olan bir din olması nedeniyle kendi dinlerini kabul ettirme zorluğuyla karşılaşmış ve bu temelde bir İslam ilahiyatı oluşturma çabasına girişmişlerdir. İslam ilahiyatı oluşturma süreci ister istemez Kuran ayetlerinin farklı yorumlanmasına yol açmıştır. Farklı görüşler, farklı yorumlar ve farklı anlayışlar yeni düşünsel akım ve mezheplerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Allah’ın varlığını, birliğini, evrenin yaratılışını, cennet ve cehennemi, günah ve sevabı, muhtemel günahların cezasının ne olacağı konusundaki tartışmalar ister istemez akla başvurmayı gerekmiştir ki bu da sorgulama ve her şeyden şüphe duymaya yol açmıştır.

Pek çok İslamcı hareket ve parti demokrasi ve demokrasi uygulamaları ile teolojik çelişkilerini çözmüş olmasına rağmen demokratik standartları anlama ve iç uygulamada aralarında önemli farklılıklar göstermektedir. Bazıları demokrasinin sağladığı faydalardan şüphe ederek lidere sorgulamaksızın bağlılık ve dine dayalı örgütsel hiyerarşide taviz vermemektedirler. İslamcı hareket ve partiler iki ana gruba ayrılmaktadır. İlk grupta demokrasi için gerekli prensiplerin uygulandığı ideal bir içyapı söz konusudur. İkinci grupta ise demokrasi bir ahlaki değer değil iç politikada bir vasıtadır. İlk gruba örnek Fas’ın AKP’sidir. Demokratik kriterler parti içinde de uygulanmaktadır. Gençler ve kadınlar için kotalar uygulanmaktadır. Parti içi dengelerin korunduğu Bahreyn’deki El-Vefaq İslamcı Toplum Partisi de bu gruptadır. Türkiye’nin AKP’si, Mısır, Ürdün ve Cezayir’deki İslamcı hareketler (Müslüman Kardeşler vb.) ise ikinci gruba girmektedir. Demokrasi rekabet etmek için bir vasıtadır. Her iki gruptaki İslamcı hareket ve gruplar için de demokrasi laik ve liberal partilerden daha iyi görülmekte ve kendi iç politika amaçları için bir vasıta teşkil etmektedir[117].

Diğer bir çekişme alanı ise laiklik ve İslamcılık arasındadır. Çoğu Müslüman ülkelerde hükümet laik olmakla birlikte Müslümanlar aile ve finans konuları ile ilgili olarak şeriat mahkemelerini seçebilir. Örneğin Nijerya ve Kenya’da Müslümanlar için aile hukuku şeriat mahkemelerinde görülmektedir. Tanzanya’da davalının dini geçmişine göre şeriat veya laik hukuk uygulanmaktadır. Lübnan ve Endonezya gibi birkaç ülkede ise şeriat kurallarının da olduğu karışık mahkemeler bulunmaktadır. Nitekim 2008 yılında İngiltere de taraflar anlaştığı takdirde evlilik, boşanma, miras gibi konularda şeriat kurallarının mahkemelerde kullanılmasına resmen izin verdi.

Günümüzün İslam düşüncesine gelince; kuşkusuz birçok akım klasik İslami söylemin ötesine geçmeyi denemektedir. Ancak bu çevrelerde de gerçek anlamda felsefi bir çaba henüz söz konusu değildir; yapılmakta olan iş esas olarak ilahiyattır. Günümüzde artık bilimsel yöntem ve anlayışı esas almadan, yani eleştirel aklın yöntemlerine başvurmadan felsefi alana giriş yapmak mümkün değildir. Yazılan sözüm ona felsefi eserlerse Allah’ın varlığını ve Kuran’ın doğruluğunu kanıtlama çabasından öteye gitmemektedir. Bu ise ilahiyattır.

Bugünkü İslam’la geçmişteki İslam arasında teorik açıdan çok fazla bir fark yoktur fakat o günün tarihsel zorunluluklarından kaynaklanan uygulamaları, olduğu gibi bugüne taşımak toplumsal bir felakete davetiye çıkarmak olur. Geçmiş ve bugün farkı anlaşılamadığı içindir ki İslam ülkeleri toplumsal, siyasi ve ekonomik açıdan yerlerde sürünmektedir. İslam uygarlığı tarihsel bir olgudur ve insanlığa muazzam bir düşünsel miras bırakmıştır fakat o günü bugüne taşımak hem imkânsızdır hem de koyu bir gericiliktir.

Sadece İslam’ın değil, Orta çağda ortaya çıkan bütün devletlerin ve özellikle de din- devletlerinin temel karakteristik özelliği yayılmacılıktır ve iktisadi politikaları ganimet ve haraca endekslidir. Tabii bunun yanı sıra tarıma ve zanaata dayalı üretimi ve geniş bir alana yayılmış ticareti de düşünmek gerekir. Hıristiyan toplumlar, 17. Yüzyıldan itibaren serbest rekabetçi kapitalizmi geliştirerek ganimet ve haraç toplayan toplumlardan sömürgeleştirme ve yaygın ticari faaliyette bulunan toplumlara yönelmişlerdir. Müslüman toplumlarsa Batılı sömürgeci devletlerin hedefi haline gelerek sürekli gerilemişlerdir.

İslami çevreler, tam bir düşünsel sefalet içindedirler. Bu çevreler İslam geleneğine, Hz. Muhammed’in uygulamalarına ve Kuran’a yönelik herhangi bir itirazı anında kâfirlikle itham etmişlerdir. Bunlar, aslı astarı olmayan bilgilerle şişirilmiş, kısmen tahrif edilmiş ve ayrıca hurafelerle bezenmiş bir İslam tarihini yüceltmekten başka bir şey yapmıyorlar. İslami çevredeki akademisyenler ve özellikle de tarih yazarları, yüzyıllardır tekrar edilen ve hiçbir bilimsel temeli olmayan tezleri yinelemeye devam ediyorlar. Bugün felsefe adına yazılan kitaplarsa, 9.-14. Yüzyıllarda yaşamış düşünürlerin eserlerindeki “Allah’ın varlığını kanıtlayan” cümle ve paragrafların derlemesinden ibarettir[118]. Yani o dönemde yaşamış büyük düşünürlerin eserlerindeki felsefi derinlik kavranamıyor. Bu yüzden, yapılan bu çalışmaların hiçbir bilimsel değeri yoktur. Hatta bu İslamcı yazarların büyük bir kısmı, İslam geleneğini ve eserlerini Batılı yazarların ve felsefecilerin çalışmalarından öğrenmekle birlikte kendi çalışmalarına “İslami” bir renk vererek “muazzam bir çalışma” ortaya koyduklarını sanmaktadırlar. Aslında bunların çabası, bir başka açıdan İslam uygarlığının düşünsel birikiminin perdelenmesine yol açmaktadır.

İslam ve Devlet Yönetimi

Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Yemen ve BAE’de anayasal olarak İslam resmi dindir ve hükümetin yasama gücünü İslam’dan aldığı kabul edilir. Pakistan, Mısır, İran, Irak ve diğer bazı ülkelerde yukarıdakilere ilave olarak İslam’a aykırı yasa çıkarmak da yasaktır. Suudi Arabistan, şeriatı en sıkı uygulayan ülkedir; kadınların araba kullanmasına izin verilmez, her zaman erkek akrabalarının vesayeti altındadırlar ve halk içinde tamamen örtülü olmalıdırlar. Bazı ülkeler ise daha hoşgörülüdür. Örneğin BAE’de içkiye müsamaha edilir. Çoğu ülkelerde Müslüman olmayanlara şeriat uygulanmaz, özel komiteler ve yardımcı mahkemelerin yargılamasına tabidirler.

2012 yılında Suudi Arabistan Baş Müftüsü Abdülaziz İbn Abdullah El Şeyh, Arap Yarımadası’ndaki tüm kiliselerin yıkılması fetvasını verdi. Bu açıklamanın yapılma nedeni bazı Kuveytli parlamenterlerin kiliselerin yıkılması ya da yenilerinin yapılmasının önlenmesi konusunda kendisinden yorum istemeleri idi. Baş Müftü’ye göre; bütün kiliseler yıkılmalı idi çünkü Muhammed’e göre Arap Yarımadasında iki din bir arada ya da birbirine alternatif olamazdı[119]. Bu yüzden, Arabistan’da Müslüman olmayan ibadet yerleri uzun zaman önce yasaklandı. Din ve devlet işlerinin ayrı tutulmadığı, Vahabilik gibi aşırı köktenci bir dini anlayışla yönetilen Suudi Arabistan’da en büyük dini otorite olan Abdullah El Şeyh, kraliyet ailesinin de üyesidir. Öte yandan Mısır’dan Pakistan’a Ortadoğu’da pek çok ülkede son yıllarda Vahabi anlayışı doğrultusunda bazı kiliseler yakılmış ya da yıkılmıştır.

Anayasal olarak laik olduğunu ilan eden ülkeler Azerbaycan, Tacikistan, Çat, Somali ve Senegal’dir. İslamcı partiler olmakla birlikte genellikle mevcut yönetime tehdit olarak görülmektedir. Türkiye’de İslamcılar ile laikler arasındaki mücadele devam etmektedir. 2008 yılında Anayasa Mahkemesi iktidardaki AKP’yi şeriat kurma gayretinden dolayı kapatılmanın eşiğine getirdi[120]. Laik Müslüman ülkeler azınlıktadır ve İslamcı partiler tarafından din ve devlet arasındaki açık gittikçe kapatılmaktadır.

Yıllık %15 büyüyen İslami bankacılık ve finans modern iş dünyası kurallarını şeriata uyduran dünya çapında (442 milyar dolar civarında) bir endüstri haline gelmiştir. Faiz yasaklanmıştır; silah, alkol, tütün, kumar, porno, domuz işleri için işlem yapılmamaktadır. Citigroup, HSBC ve Deutsche Bank gibi büyük bankalar talebe göre İslami bankacılık sektörleri geliştirmektedir.

ABD’deki Müslümanlar Avrupa’dakilere göre daha zengin, eğitimli ve kültürel olarak entegredirler. Ancak 11 Eylül 2001 sonrası Müslümanlara getirilen sıkı takip ve onların entegrasyonu konusundaki tartışmalar yabancılaşmalarına yol açabilir. ABD’de din esaslı bir sayım yapılmamakla beraber Müslümanlarının sayısının en az 2 milyon en fazla 7 milyon olduğu tahmin ediliyor. Kıta Avrupa’sında ise 44 milyon Müslüman olduğu tahmin ediliyor. ABD’deki Müslümanların %60’ı göçmen, %70’den fazlası ABD vatandaşıdır. Göç ve yüksek doğum oranı nedeni ile Avrupa ve ABD’deki Müslüman sayısının 2030’a kadar iki katına çıkması beklenmektedir[121]. ABD’deki Müslümanların dörtte üçü Afrikalı Amerikalılar, Araplar ve Güney Asyalılardır. Güney Asyalılar en hızlı artan Müslüman göçmen nüfustur. Amerika’da doğan yerli Müslümanların %60’ı Afrikalı Amerikalılardır. Afrika Amerikan Müslümanları kendi camilerinde kendi usulleri ile ibadet etmektedir. ABD’deki Müslüman grupların her biri farklı dünya görüşlerine sahip olduğundan tek bir Müslüman topluluğundan bahsedilemez. 2001 yılından beri ABD’deki cami sayısı 1.209’dan 1.825’e ulaştı.

2010 yılında Amerikan-İslami İlişkiler Konseyi (CAIR[122]) gibi bazı İslami grupların Amerikan güvenliği ve Anayasası’na ilişkin eleştirileri üzerine bazı muhafazakar politikacılar ABD mahkemelerinde şeriat yasalarının kullanılmasını yasaklama çağrısında bulundular. Mart 2011’de ise Anavatan Güvenliği Komitesi Başkanı Peter King, CAIR gibi grupların liderlerine uyarak Müslüman toplulukların güvenlik güçleri ile işbirliği yapmadığı duyurusu yaptı. Ağustos 2011’de yapılan bir araştırma ABD’deki Müslümanların büyük çoğunluğunun CAIR gibi gruplarla ilişkisinin olmadığını gösterdi.

Arap ve Müslüman dünyasında siyasal İslam, Zentrum ve Hıristiyan Demokratların yolunu izleyebilir mi? Batılılar halk tarafından sevilen, geniş tabanlı, demokratik olarak seçilmiş ve artan şekilde demokratik süreçleri geliştiren, Liberalizm ve Modernite ile barışık ve ekonomik gelişmeyi hedefleyen bir siyasi aktör görmek istiyorlar. Bu potansiyel olarak en cazip seçenektir. Bununla beraber, Almanya’da bu sürecin olgunlaşması için nesiller geçti. Buna Müslüman ülkeler içinde en yakın ve hatta en hatta uygun ülke Türkiye’dir.

Mustafa Kemal Atatürk tarafından şekillendirilen modern Türkiye, modernleşmeyi en önemli amacı yapmıştı ama getirdiği model dönemin şatları içinde kısmen demokrasi ve liberalizm idi. Cumhuriyet dönemi boyunca laikliğin ve İslam’ın kamu alanından çıkarılmasının anayasal muhafızı ordu idi. İkinci Dünya Savaşı çok partili hayata geçiş ile birlikte demokrasi ve liberalizm yerine oturmaya başladı. Modernleşme için muhalif İslamcı kesimler baskı altına alındı ve 2000’li yıllara gelene kadar zaman bu yönde demokrasiye de müdahale edilmek zorunda kalındı. Bugün Türkiye’de güçler dengesi ortadan kalktı, sosyo- ekonomide yolsuzluklar aleni hale geldi. Henüz Atatürk Türkiyesinin temelleri duruyor olsa da onun yolu Pakistan, Afganistan ve İran’da da başarısız oldu. Başka bir Arap ülkesinin Atatürk’ün yolundan gelmesi zor gözüküyor, en azından onun gerekli gördüğü gibi yarı otoriter bir ön dönem gerekiyor. Öte yandan, Arap dünyasında artan şiddet ve terör eğilimleri durumu daha da zorlaştırıyor. 19. Yüzyıl siyasi Katolikliğinde şiddet yoktu ama köklerinde güçlü bir evrenselcilik vardı.

Hıristiyanlığın Bunalımı

Amerika’ya yeni gelenlerin çıkardığı güvenlik sorunlarının bir tarihi vardır. 1950’lerde gelen İrlandalı ve Alman Katolikler “Know Nothing” hareketi ile kötü muamele görmüşlerdi. 1890’larda İtalyanlar sık sık linç girişimine maruz kaldı. 1930’ların Yahudileri ise Charles Coughlin, Henry Ford, Charles Lindbergh ve Ku Klux Klan tarafından itham edildiler. 11 Eylül 2001’den sonra ABD’deki 2.6 milyon Müslüman benzer şekilde düşmanlığa maruz kaldılar. Bununla beraber, ABD için yeşil kart alan Müslüman sayısı 2000 yılında 66.000 iken sürekli artarak 2009’da 115.000 oldu[123].

Amerika’da din iki bakımdan diğer Batılı ülkelerden ayrılır; birincisi dine bağlılık daha fazladır, diğeri ise dini çoğulculuktur. 1960’lardan itibaren Amerika’da dini kutuplaşma artmaya başlamıştır. Amerikalılar gittikçe dinin iki zıt ucuna doğru kaymaktadır. Bir grup daha da dini olurken, diğer kutup açıkça daha da laik kutuba kaymakta, aradaki ılımlı orta kesim kaybolmaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası ılımlı, orta kesim patlama yapmıştı. Geçmişte dinsel gerginlikler Katolik-Protestan çekişmesinden kaynaklanırdı. Bugün ise dindar-dinsiz kavgası yapılmakta, ABD gittikçe ortalama olarak dinsel bir ülke haline gelmektedir. Dinsel kesim ile laikler arasındaki farklılık artarken, aralarındaki çekişme bir kültür savaşı haline gelmektedir. Bir yandan dinsel farklılıklara rağmen dinsel bağlılık artarken, dinsizlerin oranı da artmaktadır.

Dinsel kutuplaşmayı artıran 1960’ların iki sosyal ve siyasi gelişmesi oldu. Bunlardan ilki seks devrimi ile birlikte ucuz ve güvenli doğum kontrol haplarının ortaya çıkışına bağlanmaktadır. Evlilik öncesi seksi destekleyenlerin oranı 1969’da %24’den 1973’de %47’e, 1982’de ise %62’e ulaştı. Bu toplumdaki normlarla birlikte dine bakışı da yeniledi[124]. Sonraki 20 yılda dinsel hareketlerde artış görülürken, siyasi olarak muhafazakâr Amerikalılar büyük miktarda Evanjelik Protestanlara katıldı ve onları büyük bir güç kutubu haline getirdi. Bu diğer yandan özellikle gençler arasında 1990’lardan itibaren dinin reddinde artışa yol açtı. Dini; önyargılı, ikiyüzlü, homoseksüel düşmanı ve aşırı siyasi bulan gençler dini reddettiler. 1990-2010 arasında din tercihi olmayan insan oranı %7’den %17’e yükseldi.

Çeşitli din grupları içinde çocukların ailesinin dini inancını olan eğilim azalırken yabancılarla evlilik artmaya başladı. Dinde kişisel seçim öne çıkarken, ortalığa dini cemaatler ve din müteahhitleri hâkim olmaya çalıştı. Bir yandan özellikle Asya ve Latin Amerika’dan göçlerle etnik farklılıklar ile birlikte dini çeşitlilik te arttı. Bu durum din konusunda daha fazla tolerans gerektirdi. Diğer bir sonuç siyaset daha fazla dine yer verirken, kilise daha az siyasete yer vermek zorunda kaldı. Siyah Protestanlar istisna olmak üzere daha dinsel olanlar Cumhuriyetçi olmaya, laikler ise Demokrat olmaya meylettiler. Bu yüzden Cumhuriyetçiler’in dini koalisyonu, kürtaj ve aynı cinsin evliliği gibi seks ve aile konularına daha hassas davrandılar. Dindar Amerikalılar, yardım kuruluşlarına ve arkadaşlarına para vermeye ve bu tür kurumlar içinde yer almaya gönüllüdür. Protestanlar, Katolikler ve Yahudiler arasındaki ilişkiler hiçbir zaman iyinin üstünde olmadı, aralarındaki dinsel sorunların hepsi çözülmedi. ABD’de üç grup sevilmemektedir; Mormonlar, Budistler ve Müslümanlar[125].

Din dünyasında -en azından Hıristiyanlar arasında, Tanrı’nın sadece iyi ve kötüyü ayırt eden ve gittikçe insanları makul bulmadıkları şekilde davranışa zorlayan bir olgu olarak görüldüğü endişesi yaşanmaktadır. Bunun sebebi olarak da Aristotle ve Aquinas’dan beri din, toplum ve politika arasında sağlam temeller kuran düşünürler çıkmaması görülmektedir. İslam dünyasında ise patlayıcı yüklü kamyonlarla binalara dalanlar, intihar bombacıları ya da hala insan başı kesenlerin bunu Allah adına yapmaları makul bulunabilir mi?

Sosyal hizmetler Katolikliğin renk derecesini belirler. Çağdaş Amerikalı gittikçe daha dinsel hale gelirken; kilise değiştirme, kendi inandığı şekilde yapma ya da klasik kilise ve toplumların zayıflaması gibi eğilimler azalmaktadır. 1970’lerden beri Amerika’da dini muhafazakârlar (Evanjelikler) seçimleri, laik solcular ise kültür savaşını kazanmayı hedeflediler ve iki kesimde başarılı oldu[126].

Roma’nın yeni Papası Jorge Mario Cardinal Bergoglio ya da kısaca Francis ile birlikte Katolik dünyasında yeni rüzgârlar esiyor. Hergün bisiklete binerek halkın içinde gezen yeni Papa şimdiden oldukça sıradışı bulunuyor. Vatikan’daki makam arabalarını iptal eden, kendisinin ve yardımcılarının altışar adet olan bayan yardımcısının işine son veren Bergoglio, “Tanrı Katolik değildi” diyerek kısa sürede büyük sükse yaptı. Papa Francis, Katolikliğin Karşı-Reformasyonu’ndan dönüşünü tamamlıyor ve Evenajelik Katolikliğe yani Katolikliğin, Evanjelik bir geleceğe dönmesine lider oluyor[127].

Evanjelikler, özellikle göçmen politikaları ve dış ülkelere düzenlenecek misyoner haçlı seferleri için kurumsallaşmış ve fon desteği almışlardır. Bu kurumlar arasında bir hiyerarşi olmadığı için yukarıdan aşağıya kontrol edilmeleri de zordur. Bununla beraber iş ve işçi dünyası grubu ile etnik azınlıklar grubu arasında çatlak vardır. Örneğin göçmen gurubu yasal olmayan göçmenlere affı desteklemekte, göçmen politikalarına Hıristiyanlık prensiplerinin uygulanmasını istemektedirler[128].

Evanjelikler 18. Yüzyılda ortaya çıkan Uyanış hareketlerinin, Müslüman Selefiler ise aynı yüzyılda beliren Vahabi reform hareketinin varisidir. Küresel olarak yeni yayılan dini hareketler arasında Yehova Şahitleri, Scientology ve Pennsylvania’dan CIA ile yakından ilişkili Türkiye’nin Gülen hareketi gösterilmektedir. Katolik Kilisesi; Opus Dei, Legion of Christ ve İtalya’da 1943 yılında kurulan Focolare gibi ulus aşan hareketlerin de dâhil olduğu dinin karizmatik şekillerinden etkilenmektedir. Bu tip ülkesiz hareketler esas olarak ruhban sınıfı dışındaki kişiler liderliğinde genişlemeye çalışmaktadır.

ABD’de Allah’a inananların oranı %76, ateist %12, fikri olmayanlar %12 olarak tespit edildi[129]. Özellikle Katoliklerin ve gençlerin Kiliseye gidişi son 20 yılda azalma trendindedir. Yapılan araştırmalar örneğin İngiltere’de halen Pazar ayinlerine katılan bir milyon kişinin 2050 yılına kadar %90 azalarak 88.000’e düşme ihtimalinden bahsetmektedir[130]. Türkiye’de ise Cami’ye gidenlerin oranı %20-30 arasındadır[131].

21. Yüzyıla Girerken Teolojik Sorunlar

Başlangıçta küçük bir Yahudi mezhebi olarak ortaya çıkan Hıristiyanlık kendisine katılan toplulukların, çeşitli etnik ve sınıfsal kesimlerin ihtiyacına cevap verdikçe yavaş yavaş evrensel bir din haline dönüşürken, Hıristiyan dogmacılığı olağanüstü karmaşık, sorunlu ve çelişkili hale geldi[132]. Katolik ve Ortodoks ayrımından sonra 16. Yüzyılın başlangıcında Merkezi ve Kuzey Avrupa ülkelerinde yaşanan burjuva hareketi reformu Roma Katolizm’inden kopan Protestan kiliselerini yarattı. 19. ve 20. Yüzyılda tabiat ve matematikle ilgili bilimlerin muazzam başarıları, Kutsal Kitaplarının dünya olguları ile uyuşmazlığını açıkça gösterdi. Hıristiyan ilahiyatçı ve kiliseleri arasında Kutsal Kitabı harfi harfine kavrayıştan yana olan ve bilime hiçbir taviz vermeyen (köktencilik) akımı böylece yavaşladı. Katolik Kilisesi ile ilgili yaklaşık 50 yıldır iki akım söz konusudur. Liberal ya da İlerici olarak bilinen (iyi) Katolikler, Kiliseyi çağdaş toplum ve kültür ile uyumlu hale getirmeye çalışırken, Muhafazakâr ya da Gelenekselci olarak adlandırılan (kötü) Katolikler ise korku ile baktıkları modern ya da post-modern dünyayı anlamakta güçlük çektikleri için yeniliklere karşıdırlar. Vatikan’daki Konsül’de aydınlık ve gerici güçler bir arada, yarış halindedir.

Katolik Kilisesi ile ilgili yaklaşık 50 yıldır iki akım söz konusudur. Liberal ya da İlerici olarak bilinen iyi Katolikler, Kiliseyi çağdaş toplum ve kültür ile uyumlu hale getirmeye çalışırken, Muhafazakâr ya da Gelenekselci olarak adlandırılan kötü Katolikler ise korku ile baktıkları modern ya da Post-modern dünyayı anlamakta güçlük çektikleri için yeniliklere karşıdırlar. Vatikan’daki Konsül’de aydınlık ve gerici güçler bir arada, yarış halindedir. Liberal ve Gelenekselci ayırımı, Papa 23. John’un açtığı 1962 yılı sonbaharındaki İkinci Vatikan Konsülü sonrası belirginleşti. Papa’ya göre tarih hayatın öğretmeni idi, modernitede ise felaketten başka bir şey yoktu. O dönemden beri Konsül içinde piskoposlar gündemi belirlemeye, teolojide yeni metotlar geliştirmeye çalışmaktadır[133]. Yeni nesil teologlar Katolikliği yeniden inşa etmekten ziyade Katolik geleneğini yeniden keşfetmekle daha çok ilgilidirler. Ancak keşfetmenin de sınırları var, sınırı bitince gelinen çizgi savunulmaktadır. Katolik Kilisesi’nin otorite dağılımı, doktriner entegrasyon, net kimlik ve Evanjelik niyetler gibi sorunları vardır. Etkili bir Evanjelik akım için doktriner entegrasyon ve net kimlik gerekli görülmektedir.

Dünyada kültür ve din konusu birbiri ile yakından ilgili hatta pek çok ülke ve coğrafyaya göre şekillenmiş durumdadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi dinin seçilen bir inanç şekli olmaktan öte kimliği tanımlama vasıtası olmasıdır. Bugün din adına yaşananlar gerçekte din savaşlarına dönüş değil; din, kültür ve bölgenin dönüştürdüğü yeni din akımlarının ortaya çıkışıdır. Geçmişte de dünyayı sarsan dini hareketler, dini uyanışın yeni şekilleri olarak ortaya çıkmışlardır.

Hindistan’da Janata Partisi ile yükselen yeni Hinduizm, geleneksel Hinduizm ile bir arada yürümemekte, Hint milliyetçileri büyük ölçüde geleneklere yabancı olan yeni akımı “modern din” olarak tanımlamaktadır. Özetle dini inanç ve kimlik arasındaki açık, halk hareketleri arasında bile büyümektedir. Gerçekte dinsel simge ile yeni kültürün pratiği arasında esaslı bir bağ yoktur. Yeni dini akımların kültürler ile alakalı olmaması pek çok farklı topluma yayılması ihtimalini ortaya çıkarıyor. Din değiştirmeler de din ve kültür arasındaki bağın çözülmesinde etkili oluyor. 1992-2008 arasında yüzbinlerce İspanyolca konuşan Latin Amerikalı göçmen Evanjelik Hıristiyanlığa geçti. Din değiştirenler ve yeniden doğuşçular dinsel kimliklerin tanınmasına (devlet, kilise ve toplum arasında tarih boyunca uzlaşma arayan) gelenekselcilere göre daha eğilimli oluyorlar. Evanjelik Protestanlık Brezilya’yı yuttu. Selefilik, Mısır’da Sufilik gibi İslam’ın daha kültürel şekillerine meydan okumaktadır. Cezayir ve Fas’ta İslam dininden dönüştürülenlerle küçük ama gelişen Protestan Evanjelik kiliseleri kuruluyor. İthal dinler kültür bozulmasını tecrübe ediyor.

On yıllarca İslam Avrupa’ya göçlerle geldi. Ama şimdi Avrupa’daki yeni nesil Müslümanlar Avrupa’nın inanç ve değerlerini Avrupa’ya adapte ederek (helal fast-food veya örtülü çalışan kadınlar) dinsel uyanışlarını arıyorlar. Müslüman simgeler ile Batılı yaşam biçimi arasında gel-gitler yaşanıyor. Fransa’da kimse helal et sertifikalı Arap restaurantlarına itiraz etmezken, Quick fast-food zincirinin ayrıca helal et hizmeti vermesi kamuoyu tepkisi çekiyor. Diğerlerini dönüştürmek isteyen dinler ulus aşan niteliktedir ve bunları milli sınırları içine hapsetmek mümkün değildir. Katolik veya Anglikan ruhban sınıfı için havuz gittikçe eski sömürgelerden gelmekte, bu da Avrupa ve Hıristiyanlık arasındaki bağı daha az belirgin hale getirmektedir. Çokkültürlülük lensi ile Müslüman göçmenlere bakış da gittikçe geçersiz hale gelmektedir. İkinci nesil göçmenler eski saf halinden ziyade modern anlamı ile din istemektedirler. Son yıllarda Laikler aleyhine gelişmeler, en çok din özgürlüğünü vurmaktadır.

Dini faaliyetleri yasaklamak da desteklemek de oldukça yaygındır. 1990’da 132 devlet (%74.4) ülkedeki ana din ve genellikle diğer din ile ilgili yasaklar getirirken, 2008’de bu 148 devlete (%82.5) ulaştı. 2008’deki yasakların çoğu aynı idi; 63 ülkede dini siyasi partilerin yasaklanması, 43 ülkede dini yetkililere gözaltı ve tutuklama, 41 ülkede din adamı vaazları ile ilgili sınırlamalar ve izleme faaliyetleri[134].

Pew Research Center araştırması, dinsel yasakların gittikçe artan bir eğilim içinde olduğunu göstermektedir. Pew raporuna göre; dinsel baskı ve yasaklar en çok Müslüman ülkelerde ya da Çin, Kuzey Kore, Vietnam, Küba gibi otoriter ülkelerde görülmekte ve durum gittikçe daha kötüye hatta alarm seviyesine gitmektedir. 139 ülkede Hıristiyanlar baskı görürken, Müslümanlar 121 ülkede aynı akıbeti paylaşmaktadır[135].

Osmanlı ve Din Anlayışı

İslâm dünyasında Şiî-Sünnî ayrışması Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan önce ortaya çıkmıştı. Abbasî Hilafeti’ni Şiî Büveyhoğulları baskısından kurtaran Selçuklular aynı zamanda Şiîlik karşıtı bir duruşu sahiplenmişlerdir. Böylece Sünnî İslâm, Selçuklu sosyo- politiğinin merkezine yerleşmiş, toplumu ve siyaseti biçimlendiren bir güç halini almıştır[136].

Rönesans döneminde din “homosentrik” yani “insan merkezli” idi. İnsana göre bir Tanrı ve din telakkisi geliştirilmişti. Ancak 14. yüzyıldan sonra Gazali’nin etkisi ile İslam dünyasında “teosentrik” bir din ve dünya görüşü hâkim olmaya başladı. Tanrı tasavvuruna dayalı bir din ve dünya görüşü geliştirilmiştir. Tanrı emreder, insan yapar, inancına sahip insan tipi ortaya çıkmıştır[137].

Osmanlılar, özellikle Selçuklu ilmiyesi üzerinden Sünnilik temelindeki dinî-siyasi ideolojiyi miras almışlardır. Söz konusu ideoloji Osmanlı sosyo-politiğinde özgün bir nitelik kazanarak Osmanlı resmî devlet ideolojisi halini almıştır. Böylece Sünnî İslâm bir yandan devlete nüfuz ederek onun kutsallaştırırken öte yandan devlete eklemlenerek devletleşmiştir. Doğal olarak Osmanlı Devleti’nin kendini, rakiplerini, olayları vs. okuması ve değerlendirmesi Sünnî İslâm temelinde olmuştur[138]. Aynı zamanda Osmanlı toplumunun işleyişinin iç mantığı Sünnî İslâm esası üzerine bina edilmiştir.

Osmanlılar, İslam halifeliklerinin ardılı olarak, siyasi misyonlarını evrensel kabul ediyordu. Sultanlar kendilerini “Allah”ın yeryüzündeki gölgesi’ ve “dünyayı koruyan evrensel hükümdar” olarak görüyorlardı.

Osmanlılarda devlet düzeni Orta Asya geleneğinden gelen bir anlayışa sahiptir. İslami değildir ama İslam’a bağlıdır. İslamiyet içinde olmaya aşırı özen gösterir, ancak şer’i değil, örfidir[139]. Osmanlı İmparatorluğu’nun temel siyasi yapısı ikiye bölünmüştü; bir tarafta statüye, kuvvete ve yönetmeye öncelik veren yönetici grup diğer yanda ise yönetilenler. Bu durum karşısında Pazar kuvvetleri Batı Avrupa’daki hiçbir zaman batı Avrupa’daki gibi özerkliğe, kuvvet temeline ve meşruiyete kavuşamadılar. Böylece, Batı’da “medeni (sivil) toplum)” denilen toplum katı Osmanlı İmparatorluğu’nda doğmamıştır. Sivil toplumun yerine bağları dini örgütlenme olan ve üzerinde devletin (veya Osmanlı Devleti’ne bağlılığın) etki yaptığı cemaatçi bir yapının varlığından söz edilebilir. Batı kültürünün sızması karşısında Osmanlı İmparatorluğu’nda kültürel yönsüzlük daha belirgin ve sürekli olarak ortaya çıkmıştır.

15. ve 16. Yüzyıllara kadar Osmanlı medreseleri ve ilmiye mensupları dünyanın en ileri seviyesindeydi. Bu dönem medreselerinde ve ilim camiasında dini-felsefi ilimlerden başka tıp, fen bilimleri, tarih, coğrafya, astronomi gibi alanlarda eğitim ve öğretim yapılıyordu. Medreselerde ilmi ve fikri olgunluğa erişmeyen öğrenciler geçirilmez, yükseltilmezdi. İlmi rütbelere ancak imtihanla geçilebilirdi. Padişahlar ve devlet adamları da ilim-irfan sahibi şahsiyetlerdi.

15. Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı genişlemesinin zirveye ulaşması ile birlikte Türk- İslam uygarlığı evrensel uygarlıklar içinde önemli bir yer edinmişti. Ancak zamanla medrese programlarından müspet ilimler yavaş yavaş çıkarıldı ve 17. Yüzyıldan itibaren medreseler sadece dini eğitim veren kurumlar haline geldi. İlmiye alanındaki mevki ve rütbeler babadan oğula geçmeye başladı. Ulema sınıfındaki bu yozlaşma fetva makamını da etkiledi. 1580’de Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi’nin verdiği fetva ile İstanbul Rasathanesi yıkıldı, ulemanın reddetmesiyle matbaa Türkiye’ye asırlar sonra girebildi.

Osmanlı Devleti’nde medreseler, devlet ve toplumun dini, adli ve ilmi konularda ihtiyaç duyduğu personeli yetiştirmek üzere kurulmuşlardı. İhtiyaçları vakıflar tarafından karşılanan medreseler mali yönden devlete bağımlı değillerdi. Medrese eğitimin hedefi; klasik İslam biliminin hedefleri istikametinde din adamı ve dışarıdan gelebilecek fikri taarruzlara karşı İslamiyet’i savunan Müslümanlar yetiştirmektir. Osmanlı’nın yükselme döneminde başta Fatih olmak üzere hükümdarların teşvik ve desteğiyle bilim dünyasında önemli isimler çıkmaya devam etmiştir. Bu dönemde matematik ve astronomi alanında ün kazanan Ali Kuşçu yanında Sinan paşa, Hayrettin Halil Kadızade, Davud Ömer El Antaki gibi bilim adamları sayılabilir[140].

Ancak, gerek İslami anlayışta akli bilimler yerine nakli bilimlere yönelinmesi, gerekse Batı’daki yeniliklerin takip edilmesi sonucu eğitim Osmanlı gerilmesinin temel olgusu olmuştur. Batı Rönesans’ının dışında kalan medreselerdeki müspet ilim Orta Çağ’da ne ise 1918’lere gelindiğinde hala aynı idi. Farabi, İbn-i Sina, İbn-ü Rüşt gibi Avrupa Rönesans’ının da üstadı olmuş büyük Türk ve Arap Müslüman filozof ve bilginlerinin eserlerine bile medreselerde yer verilmemişti. Onların yerine Arapça ve Farsça dil ve daha çok kelime bilgisi gibi şeylerle müfredat dolmuştu[141].

Genel kültür medreselerde verilmiş ve dinsel konular dışında, hatta içinde çok ilkel bir seviyede kalmıştı. Ezberciliğe dayalı eğitim sisteminde modern bilim Osmanlı mekteplerine 19. yüzyılın ortalarında Tanzimat’tan sonra ve medreselerine 20. Yüzyılın başlarında girdi[142].

Klasik Osmanlı döneminde şeriat ya da dinle sınırlı olsa da gerçek bir iktidara sahiptir. Onun kimliği ve kişiliği dinsel bir nitelik taşır; halife olarak, “zamanın imamı”dır. İktidarı Tanrıca istenmiştir, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir, fermanları ve tuğraları kutsaldır. Ancak gerçekte padişahın şeriat alanında en ufak bir yetkisi yoktur; kamusal ve özel yaşamı dinle kuşatan bu alanda ne yeni bir şey koyabilir, ne de değiştirebilir. Şeriatı yorumlamak bile elinde değildir; bu hukukçu müftü’lerin işidir, sultan onları görevlendirir ve oradan alır, ama yerlerine geçip hüküm veremez. Bununla beraber İslam hukukunun en liberal akımı olan Hanefi mezhebi padişaha dinden bağımsız bir yasama hakkı (örf) tanımıştır. Ancak bu hak; kamu hukuku, idare, maliye, ceza hukuku sorunlarıyla sınırlı olup, şeraitin yerini alamaz; onun zıddına gitmeden, boşluklarını doldurur[143]. Osmanlı İmparatorluğu’nda Tanzimat’a kadar genelde İslami esaslar sonra azalarak örfi hukuk hâkim olmuş, Tanzimat ile Batı hukuku alıntıları başlamıştır. Cumhuriyet döneminde ise alıntılar ağırlıklı hukuki düzen egemendir.

Osmanlı modernleşmesi otokratik bir modernleşmedir, iç ve dış gelişmeler, hayatının son kırk yılında imparatorluğu anayasal bir monarşiye kadar sürükledi. İmparatorluk genç Cumhuriyete parlamento, siyasal parti kadroları, basın gibi siyasal kurumları miras bıraktı, Cumhuriyetin tabipleri, fen adamları, hukukçu, tarihçi ve filologları son devrin Osmanlı aydın kadrolarından çıktı. Cumhuriyet ilk anda eğitim sistemini, üniversiteyi, yönetim örgütünü, mali sistemini imparatorluktan aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyıl, yenileşme, gelişme, yeniden düzenlenme arayışları içinde geçti.

Osmanlı Devlet Geleneği ve Din

Osmanlılar Türk-Moğol geleneğinin mirasçısı olarak bu hakkı alabildiğince geliştirdiler hatta şeriata yabancı bir toprak yasası yürürlüğe koydular. II. Mehmet ve Kanuni Süleyman gibi padişahlar yoğun bir yasama etkinliğinde bulundular. 19 yüzyıldan başlayarak ve Batı’nın etkisi ile kanunlar, kararnameler çıkarabilmenin kaynağında bu olanak yatmaktaydı. Halifelikle sultanlığı birleştiren teokratik Osmanlı monarşisi Tanzimat’tan başlayarak Batı etkisinde attığı bütün adımlara karşın, çökmesine değin din ile iç içe devlet olma niteliğini sürdürdü.

Osmanlı devlet ve toplum düzeni resmen din esasına dayanan millet denen gruplara bölünmüştü, vergilerin bu gruplanmaya göre toplanması, yargı düzeni ve eğitimin bu anlayış içinde cemaat liderleri tarafından örgütlendirilip yürütülmesi nedeni ile adli ve yönetsel örgütlenmede dine dayalı bir tür âdem-i merkeziyetçilik ve çeşitlilik vardı[144]. Osmanlı İmparatorluğu çeşitli dinleri, ırkları bünyesinde toplamış; toplulukları dini ve kimlik özelliklerini koruyarak yaşatmıştır. Egemenlikleri altına aldıkları ulusları yok etmemiş, asimile etmemiş, varlıklarını korumuş, hatta katkılarda bulunmuştur.

Fatih Sultan Mehmet’in aşağıdaki sözleri devlet yönetiminde akıl ve adalete verdiği önem bakımından dikkat çekicidir;

Aklı öldürürsen ahlak da ölür. Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadı’yı satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün Devlet de ölür.”

Osmanlı Devleti’nin temelinde, zengin bir dini gruplar mozaiğini, aşiret birliklerini, etnik unsurları ve müreffeh (veya yarı müreffeh) şehirleri tek bir çatı altında teşkilatlandırmaya muvaffak olan bir merkez bulunmaktadır. Osmanlı siyasi yapısında din ve devlet birbirinin ikizi olarak gösterilse de şüphesiz devlet daha eşitti ve bu durum, aynı zamanda adli sistem, mali sistemle bütünleşmiş askeri mobilizasyon sistemi, piyade ve süvarilerden oluşan daimi ordu, sicil ve muhasebe sistemi ve gayri Müslimlerle ilişkileri düzenleyen âdem-i merkeziyetçi bir sistemle de destekleniyordu. Taşra eşrafı ve aşiret reislerine tanınan mahalli nüfuzlar, gerektiğinde merkezden atanan memurlar ile kırılmakta idi. Tımar sistemi, imparatorluğun genişleme döneminde, merkezin taşra üzerindeki denetimine imkân verdi.

İlmiye sınıfının başlıca üç fonksiyonu vardır; eğitim, fetva, yargı ve yönetim. Bu üç fonksiyonu sırası ile müderrisler, müftüler ve kadılar yerine getirmektedir[145]. Şeyhülislam’ın ilmiye teşkilatının reisi haline gelmesi Kanuni devrinde oldu. Kazasker ise ordudaki davalar için 14. Yüzyılda kurulmuş kadılıktı. Müderris ve kadılar kazaskere bağlıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Hıristiyanların kendi aralarındaki sorunlara kendi yetkilileri, Türklerle olan davalarına subaşılar ve kadılar bakardı. Reaya ve kurumları padişaha karşı sorumluydular. Tanzimat’ta (1839) ve Senedi İttifakla (1856) Hıristiyanlara Müslümanların hakları da verildi. Osmanlı toplum, devlet ve hukuk düzeni alt yüzyıl boyunca aynı kalmamıştır. Klasik Osmanlı devletinde dini sorunları çözmekle yükümlü Şeyhülislam’ın devlet işlerinde önemli rolü yoktu. 16. yüzyıldan sonra dinin toplum ve devlet düzenindeki düzenleyici rolü ile birlikte onların da rolleri arttı.

Şekil 1: İlmiye Sınıfı

Kaynak: İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, Cedit Neşriyat, 2.Baskı, (Ankara, 2008), 231

 

Şeyhülislam’dan medrese müderrislerine ve köy imamına kadar giden bir zincirin halkaları olan din adamlarına “ulemay-ı zahire” denirdi. Hocalar takımı denilen bu kişiler Kuran’ın zahiri yani açık anlamını kabul eder ve ona göre hüküm çıkarırlardı. Karşılarında “ulemay-ı batına” denen tasavvuf erbabı vardır ki Kuran’ın ancak “erenlerin” anlayabilecekleri “batın” yani gizli, anlamları olduğunu ileri sürer ve onlara göre birtakım  hükümler çıkarırlardı[146]. Bunlar tarikat üyeleri şeyh ve dervişlerdir; tekkeler bu gibilere aittir. Bunların ileri gelenleri velilik (evliyalık), keramet göstermek gibi iddiaları vardır. Birçok halkla birlikte, içten inansın ya da inanmasın devlet adamları ve hükümdarlar böyle şeylere kanmış görünmeyi uygun bulmuşlardır. Bu gibi kimselerin halk üzerindeki nüfuzları nedeniyle onlara sevgi göstermeğe ve dostluklarını kazanmaya önem vermişlerdir.

Veli, pir, şeyh, abdal gibi unvanlarla ortaya çıkanlar; halk kütlelerini ve hatta birtakım aydınları arkalarına alarak, bir yandan bilgisizlik ve anlayışsızlık nedeni ile, diğer yandan çok felaket görmüş kitleleri kümeleşmek, koruyucu ve ümit verici ihtiyacından doğmuştur. Manevi bakımdan ise her şeyi günah sayan hocalara karşı şeyhlerin daha yumuşak olması, taassubu hafifletme bakımından tarikatları tercih edilir hale getirmiştir. Ancak resmi din gibi tarikatlar da çok kere kötüye kullanılmış ve bazen birer fesat odağı olmuştur. Bundan başka birçok kimseyi miskinliğe ve tembelliğe itmiştir.

Bürokraside uzmanlaşma süreci 1860’lardan sonra hızlandı. Sadrazamlık ve hariciye grubunun hegemonyası dışında kalan gruplar; ordu, ulema ve maliyecilerdi[147]. Tanzimat’taki idari düzenlemede Bab-ı Seraskeri (Serasker Kapısı, 1900’de Harbiye Nazırı adını aldı) ve onun yanı başında Erkân-ı Harbiye kuruldu. İlmiye sınıfı da Şeyhülislamlık bünyesinde klasik örgüt biçimi devam ettirdi. Ancak, Babıâli bürokratları, bu sınıfın örgütü üzerinde bir denetim kuramamakla beraber, görev alanını daraltmışlardı. Etkin bir mali denetim ve kayıt sistemi geliştirilemediği ve uzman maliyeci yetiştirme zorluğu nedeni ile iktisadi çıkmaz içindeki ülke için ortam çok istenmesine rağmen maliyeciler de arzu edilebilir bir örgütlenme sağlayamadılar.

Türk Laikliği

Batı’da laiklik sorunu yüzyıllar boyu süren bir gelişmenin sonunda çözülmüş ve üstelik sosyal bir onaya da kavuşmuş ve kökleşmişti[148]. Türkiye’de laiklik batıdaki çağlar içindeki evrimleşmenin aksine bir devrim ile ortaya çıktı ve bu devrimi sahiplenenlerin hala düşmanlarından kurtulma görevi vardır. Türk devrimi esnasında böyle bir seçenek olmadığından tepeden yapılmasından başka çare yoktu, mevcut şartlar laikliği dayatmıştı. Kendi temelini “bilim”e, “akla” ve özgürlüğe dayandırma iddiasıyla sahneye çıkanlar dinin dünyasal ilişkilere uzanan alanını daraltmak zorundaydılar; siyasi eylem alanını genişletmek için bu şarttı[149]. Ancak bu yapılırken din kurumunu büsbütün kaldırmak ya da özünü değiştirmek, kimsenin aklından geçmemiştir. O kadar ki, din, inanç olarak bireyin vicdanına bırakılırken; genel din hizmetlerinin yerine getirilmesi de eskisi gibi bir kamu hizmeti niteliğinde görülmüş ve devletçe bir görev olarak üstlenilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun sonucudur.

Fransa örneğine dayanan ve Aydınlanma sonrası ortaya çıkan laik köktenciliği esas alan Türk laikliği, bunu yeni resmi ideolojinin bir diğer temel dayanağı olan bilimcilin belirlediği bir ahlak ile pekiştirerek kendine has bir yorum yaratmıştır[150].

Atatürk”e göre, lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.

1923 Devrimi’ni yapanlar, Batı dünyasında olup biteni biliyorlardı. Öte yandan kendi ülkelerinde farklı bir dinsel ortamın da bilincindeydiler; İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, ne din-dünya işleri ayrılığını tanıyor ne de din-devlet ayrılığını, yalnız Tanrı-insan ilişkisi değil, insanlar arası ilişkiler hakkında da yasaklar ve kurallar koyuyordu. Kutsal olan bu kurallar toplum yapısından, iktisadi yapıya ve kültüre değin tüm bünyeye işlemişti. Ortaçağ toplumunun ihtiyaçlarına uygun düşen bu kurallar, modern toplumun gereklerinde ters düşüyordu. İslam dünyası bir reform ve Aydınlanma Çağı yaşamamıştı. Ancak Aydınlanma Çağı”nın akılcı düşüncelerinden etkilenen bazı ileri gelenler dinin devlet yönetiminden uzaklaştırılması gerektiğini, laik eğitimi ve ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi gibi fikirleri öne sürmeye başlamışlardı ve bu isimler (Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Ziya Gökalp) radikal Cumhuriyetçi kadroları da etkilemişti.

Laik toplum ve devlet yapısına verdiği önemle Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Atatürkçü düşünceyi edebiyat alanına kazandıran Falih Rıfkı Atay, Türk Hümanizmi eseri ile Suat Sinanoğlu, Atatürk döneminin Millî Eğitim Bakanı ve Dünya Klasiklerinin Türkçeye çevrilmesini sağlayan Hasan Ali Yücel ve Köy Enstitüleri alanındaki üstün çalışmaları ile bilinen İsmail Hakkı Tonguç, “Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabı yazarı Niyazi Berkes, daha gerilere gidilecek olursa Yunus Emre gibi tarihi kişilikler Türkiye’de hümanist değer yargısının gelişmesine rehberlik eden saygın düşünürler oldular.

Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda hukuk alanında yapılan devrimler ve yenilikler, Cumhuriyet döneminin en önemli çağdaşlaşma hamleleri olarak ceza hukuku ve medeni hukuk düzenlemeleri ile gerçekleştirildi. Kadın veya erkek, kişisel kanaatlerine bağlı olmaksızın tüm vatandaşların eşit yasal haklara sahip olmaları ve hukuk birliğinin tesis edilmesi bu alanlardaki düzenlemeler ile gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen hukuk devrimi ile

  1. Yüzyıldan beri devam eden Anayasallaşma süreci tamamlandı, hem hukuk hem de eğitim alanlarında Tanzimat ile birlikte oluşturulan ikili yapılara son verildi ve Çağdaşlaşma süreci temellerine oturtuldu.

Türk devrimi, tam bağımsızlık, ulusal egemenlik ve bilimin öncülüğünde çağdaşlaşmak için yapılan kökten değişimleri içermektedir. Bu değişi süreci emperyalizme karşı kazanılan ilk zafer olan Kurtuluş Savaşı ile başlamış, yönetimdeki monarşik anlayış devre dışı bırakılarak; siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda birbirini tamamlayan değişimler ile hayata geçirilmiştir. Atatürk bu ortamda; akla, bilime, hukukun üstünlüğüne dayanan; altı ilke ile açıklanan (cumhuriyetçilik, halkçılık, inkılâpçılık, milliyetçilik, laiklik, devletçilik) düşünce düzeneğin benimsen; akla ve bilime öncelik tanıyan bağımsız egemen ulus-devleti kurmuştur.

  • Siyasal alanda yapılan devrimler içinde; Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922), Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923), Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) çok partili hayat geçiş denemeleri ve gerici isyanları (Şeyh Sait, Menemen Olayı vb.) ile mücadele başta
  • Hukuksal alanda; 1924 Anayasasının (1921 Anayasası’ndan sonra) kabulü, Medeni kanunun kabulü, kadın haklarının (seçme ve seçilme) kabulü gibi yenilikler yapıldı.
  • Eğitim ve kültür alanında; Tevhidi Tedrisat kanunu (Öğretimin birleştirilmesi), Medreselerin kapatılması (1926), Harf devrimi (1 Kasım 1928), Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması, Halkevlerinin açılması (1932), Üniversite Reformu (1933), Köy Enstitülerinin kurulması hayata geçirildi.
  • Toplumsal yaşamı düzenleme yönünde Tekke ve zaviyeler kapatıldı (1925), şapka kanunu ve kılık kıyafet ile ilgili düzenlemeler yapıldı, takvim, saat ve ölçülerde değişiklik yapılması ve soyadı kanunu gibi yenilikler getirildi.

Görüldüğü gibi Cumhuriyeti kuran kadro, devleti olduğu kadar toplumu da yeniden yapılandırmak istiyorlardı. Kurulan Cumhuriyetin hedefi; ulusal kimliği olan çağdaş bir toplum yaratmak, çağdaş uygarlığa ulaşmaktı. Bunun için de bireyin özgür olması ve kendi geleceğini belirleme hakkı ile birlikte dinsel baskılardan kurtarılması gerekiyordu. Dünya yaşamı din kurallarının etkisinden kurtarılıp aklın egemenliğine bırakılmalı idi. Dünya sorunlarına akılcı ve bilimsel bir bakış açısı getirebilen bir yaşam biçimi için laiklik Türk Aydınlanmasının temeli idi ve bütün bir sistemin varlığı ona bağlı idi[151].

Türkiye Cumhuriyeti ve Laiklik

Orta Asya’dan Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar yaşananlar 1918 yılında sona ermiştir. Bu noktada başlatılan bağımsızlık ve çağdaşlaşmayı içeren Türk Devrimi “bağımsız, egemen ulus-devletin” kurulmasını amaçlamıştı. Cumhuriyet tarihimizi Atatürk dönemi (1923-1938), İnönü dönemi (1938-1950), Soğuk Savaş dönemi (1945-1990), Soğuk Savaş sonrası dönem olarak ayırabiliriz. Yağmalanmaya çalışılan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından Kurtuluş Savaşı ile bugünkü Türkiye Cumhuriyeti doğmuş, çağdaşlaşmayı içeren Türk Devrimi ile Türk tarihi ve kültürü bir kez daha yeni bir formda ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlıdan üç ana damar ile miras almıştır; siyasi toplum ve devlet düzeni, ekonomik düzlem ve inançlar sistemi. Bunlardan başka özellikle inanç alanında bazı tali damarlar da olmuş, bunların bir kısmı kırılarak zamanla işlevini tamamlamış, bazıları da varlıklarını henüz sürdürmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, ulusal bir devlet olarak kurulmuştur. Yani toplum, kendi kaderi hakkında karar verebilme erkine sahiptir ki; bu topluluğa “Türk ulusu” denir. Ulusun tebaası ne bir ırk, ne de bir ümmettir. Ulus, haklarını akla göre düzenleyen toplumdur. Bu bakımdan egemenliğin kayıtsız şartsız ulusun olması demek, devletin “laik” olması demektir.

Çok partili yaşama geçilmesi ise dinin siyasal alana dönmesi ve siyasal amaçlarla kullanılmasına yol açtı. Türkiye’de laiklikten sapmalar ve çözülüşüm ilk adımı 4 Kasım 1950 tarihli genelge ile ilkokullara program dışı din derslerinin konulmasıdır. 17 Haziran 1950’de ise „Arapça ezan yasağının kaldırıldı. 1950’lerden itibaren laiklikten verilen ödünler 1961 Anayasası ile düzeltildi. Ancak 1982 Anayasası sözde bir takım önlemler alırken bazı barikatları da yıktı ve gerici akımlara meydanı açtı[152]. 12 Eylül 1980 rejimi ile din dersleri lise seviyesine kadar zorunlu hale getirildi. Avrupa’da Fransa dışında çoğu ülkelerde tarihsel bir kalıntı olarak devam eden din eğitiminde din devleti kurmak ve devleti ele geçirmek arayışı olmadığından potansiyel bir tehlike yoktur. Türkiye’de ise aydın din adamı yetiştirmek adına açılan gedikten “dinsiz bir yönetimden kurtulma” demagojisine geçilmiştir.

1945’lerden sonra ABD’nin istekleri doğrultusunda okullara din dersleri konuldu ve Cumhuriyetle bir köşeye çekilmiş Gazalici gerici düşünürler çekildikleri kuytulardan yeniden üst düzey görevlere atandı, Gazali kitaplarının çevrilip yayınlanmasında patlama yaşandı. Felsefe ve mantık dersleri 1980’lerin ilk yıllarında okullardan kaldırıldı ve yirmi yıl boyunca okutulmadı. Türkiye, 1945’ten sonra ödün üstüne ödün verdiği Gazacilikten kurtulup akıla dayalı-ulusçu-bilimci Atatürk ilkelerini yeniden ve ödünsüzce uygulamaya koymadıkça, Batı’nın kıskacında kıvranan, bir türlü belini doğrultamayan, karanlıklar içinde bocalayan, başı bir türlü dertten kurtulmayan geri bir ülke olacaktır[153].

Atatürk’ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri’ni kapatarak, Cumhuriyet Devrimleri’nin kırsala uzanan kollarını kopardı. Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip Liseleri’nin misyonunu ters çevirdi. Demirel; Menderes’ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi. Özal; zaten tarikat mensubu olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı. Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokolünün liste başındaydılar. Çiller de, nabzını tarikatlara tutturdu. Ecevit, Bahçeli, Yılmaz’lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti. Özetle; Türkiye; ’10 Kasım 1938’den beri gelen liderler siyasi amaçlar ile Cumhuriyet ilkelerinden ödünler vermişlerdir. Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye’nin milli eğitim politikası “teokratikleştirilmiştir”. 29 Ekim 1923’te gerçekleştirilen ‘devrim’, bugün bir ‘Karşı devrim’ ile tasfiye aşamasına gelmiştir.

Sonuç

İslam’ın 7.-14. Yüzyıllar arasında oynadığı tarihsel rol, günümüzün siyasi amaçlarına uygun bir anlayışla kavranamaz veya değerlendirilemez. İslam’ın bugün siyasi açıdan oynadığı rolle, geçmişte oynadığı tarihsel rolü birbirine karıştırmamak lazım. Geçmiş düşünsel mirasa, İslam’ın kültürel ve uygarlık birikimine bir bilim insanı titizliğiyle yaklaşılmalıdır. Bilimsel ölçütler, bilimsel ahlak ve gerçek aşkı elden bırakılınca tarihsel hakikat de elde edilemez. Onlarca yabancı İslam tarihçisi ve felsefe uzmanı, İslam uygarlığına ilişkin bilimsel ve tarihsel hakikate birincil kaynaklara başvurarak ulaşmışlardır. Bizim yapmamız gereken de budur. Tarihsel hakikatlere kendi özgün kaynakları incelenerek ve yine bu eserlerin meydana gelmesini sağlayan tarihsel süreçler araştırılarak ulaşılabilir[154]. Bilimsel yaklaşım elden bırakıldığında ne hakikat ortaya çıkarılabilir ne de Türkiye’de iki kesimin ortak bir paydada buluşması mümkün olabilir.

Laik olmayan, dünyevi bir kaynağa dayanmayan bir yönetim gücü demokraside olamaz. Demokratik toplumlarda din, büyük ölçüde bireylerin iç dünyalarına indirgenmiş, bireyselleştirilmiştir. Toplumu oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu, dış dünyalarında dini referanslarla değil, akli referanslarla hareket etmektedir. Toplum sözleşmesiyle devlete bırakılan iktidar misyonu halkın refahını ve güvenliğini sağlamak, halkın genel iyiliği için çalışmakla sınırlıdır. Egemenliğin gerçek sahibi kutsal kitap değil, halktır, devlet laiktir. Laiklik, toplum ve devletin temel referansının inanç değil, akıl olması anlamına gelmektedir. Siyasi açıdan laiklik, siyasi iktidarın, ilahi ve kutsal olmayan, dünyevi bir kaynağa dayanmasıdır.

Laiklik son yıllarda önemli darbeler aldı. Allah’ı her şeyin üstünde gören ve onu kamu alanına sokmak isteyen Şeriat anlayışı ile modern dünyanın devlet sistemi nasıl birlikte olabilir? Başkalarını ümmeti gören anlayış ile siyasi ideolojilerini besleyenler, sadece dünya barışını değil, kendi insanlarını ve dinlerinin geleceğini de tehdit ediyorlar. Sorun din devletin üstünde mi olacak yoksa devletin içinde mi olacak temelindedir. Sonuç olarak iki şey kesindir; dünyada din politikası muğlâk durumdadır ve hükümetler din konusunda geçmişten daha çok müdahale etmektedir. Bununla beraber, din aktörleri son yıllarda laikler ile çekişmenin galip tarafıdır ancak henüz sonucun ne olacağı belli değildir. Din adamları, laik siyasiler ile nasıl mücadele edeceklerini çok iyi öğrendiler ve laiklerin yeni strateji ve taktiklere ihtiyacı var. Bugünkü haliyle din, gerekli bir fonksiyonu yerine getirdiği için varlığını sürdürmeye devam edecektir. Gelecek bilimsel bilgide ve akıl çağını yakalamaktadır. İslam dünyası bilgi üretecek kapasiteden yoksundur. Ayrıca dünyanın ürettiği bilgiyi kendi halklarına öğretmekte de başarısızdır. Çözüm akla başvurmak ve bilimdir. Atatürk’e kulak verelim[155];

Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.

  • Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.
  • Softa sınıfının din simsarlığına izin Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz.
  • Bunun gibi bağlı bulunmakla inanmış ve mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere, bir politika aracı durumundan kurtarmak ve yükseltmek gerektiği gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve tanrısal olan inanç ve vicdanlarımızı karışık ve türlü renkte bulunan ve her türlü çıkarlar ve tutkuların alanı olan siyasetten ve siyasetin bütün öğelerinden bir an önce kesinlikle kurtarmak, milletin dünya ve ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak böylece İslam dininin yüceliği gerçekleşir.
  • Bizim dinimiz hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emrettiği şeyi, kadın ve erkek beraber olarak ilim ve kültür edinmeleridir. Türk sosyal hayatında kadınlar ilim, kültür ve diğer hususlarda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileriye gitmişlerdir.
  • Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
  • Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabi olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.

[1] Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük (Birinci Kitap), Atatürk‟ün Görüş ve Direktifleri, Milli Eğitim Basımevi, (İstanbul, 1984), 110-111.

[2] Bertrand Russell, Batı Felsefesi, Orta Çağ, 7.Baskı, Say Yayınları, (İstanbul, 2000), 15.

[3] US Department of State, US Strategy on Religious Leader and Faith Community Engagement, (January 20, 2009). http://www.state.gov/s/fbci/strategy/

[4] John A. Rees, The Four Religions of Foreign Policy, Luke M. Herrington, Alasdair McKay, Jeffrey Haynes (Eds.), Nations under God, The Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, E-International Relations, (Bristol, 2015).

[5] Alfred Stepan, Arguing Comparative Politics, Oxford, Oxford University Press, 2001) Chapter 13, „The World‟s Religious Systems and Democracy‟.

[6] J. Paul Martin, Whose God? A Human Rights Approach, Luke M. Herrington, Alasdair McKay, Jeffrey Haynes (Eds.), Nations under God, The Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, (Bristol, 2015).

[7] Philipp Muehlenbeck (Edt.), Religion and the Cold War: A Global Perspective, Vanderbilt University Press, (Nashville, 2012).

[8] Jonathan P. Herzog, The Spiritual-Industrial Complex: America‟s Religious Battle against Communism in the Early Cold War, Oxford University Press, (Oxford & New York, 2011)

[9] Politics, Religion and Ideology, Special Issue: The Postsecular in International Relations, Review of International Studies, 38(5), 2012.

[10] Jeffrey Haynes, Religious Transnational Actors and Soft Power, Surrey: Ashgate; Johnston, D., Ed. (2003) Faith-Based Diplomacy: Trumping Realpolitik, Oxford University Press, (Oxford & New York, 2012)

[11] Scott M. Thomas, „Taking religious and cultural pluralism seriously: the global resurgence of religion and the transformation of international society‟, Millennium: Journal of International Studies, 29(3), (2000), 815-841.

[12] Zecharia Sitchin, The Cosmic Code, Bear & Company, (2002), 117.

[13] Evrensel tarihin birbirine zincirleme bağlı dört uygarlığı; Eski Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları, Klasik Yunan Çağı uygarlığı, Orta Çağ İslam Dünyası uygarlığı, Batı Avrupa uygarlığı. Bir Orta Çağ uygarlığı olan İslam, bir Arap uygarlığı değildir. En belirgin ürünlerini Arabistan dışında vermiştir.

[14] William Foxwell Albright, Archaelogy and the Religion of Israel, Baltimore, (1942), 1/29.

[15] Waterman Durant, Pre-Israelite Temples in the Canaan Land, Phalestine Exploration Quarterly, Vol.103, (1971), 37, 54.

[16] Gospel of Mark 12, 17.

[17] Jonathan Steinberg, Bismarck, a Life, (Oxford, Oxford University Press 2013), 320.

[18] C.A. Whittuck, Clericalism, Encyclopedia of Religion and Ethics, Ed. James Hasting, Vol. III, (New York,1951), 689.

[19] Brendan Sweetman Church, State and Culture: Should Religion Be a Private Matter? Luke M. Herrington (Eds.), Nations under God, The Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, (Bristol, 2015).

[20] Seyyed Vali Reza Nasr, The Islamic Leviathan: Islam and the Making of State Power, Oxford University Press, (New York, 2001), Chapter 3.

[21] Anthony D. Smith, „The “sacred” dimension of nationalism”, Millennium, 29(3), (2000), 791-814.

[22] Ahmet Musa, Tarihte Araplar ve Yahudiler, Çev.:D.A.Batur, Selenge Yayınları, (İstanbul, 2005), 314.

[23] Leander E. Keck, New Testament, Views of Death, Edt. Liston O. Mills, Perspectives on Death, Nashville, (Tennessee, 1969), 33-35.

[24] Yeni Ahit, “I. Korintliler”, 15:36-44.

[25] Efesoslulara, 2/20.

[26] Matta 28/19-2

[27] Halim Işık, Papalık Tarihi, Ozan Yayıncılık, (İstanbul 2006), 44, 49.

[28] Russell, ibid, (2000), 18.

[29] Thomas P. Rausch, The Roots of the Catholic Tradition, Wipft and Stock, (1986), 5

[30] Henry White, History of Great Britain and Ireland, Nabu Press, (2010), 114.

[31] John France, The Crusades and the Expansion of Catholic Christendom 1000-1714, Routledge, (2005), 111.

[32] Sergei Aleksandrovich Tokarev, Dünya Halkalarının Dinler Tarihi, Ozan Yayıncılık, Çev.Rauf Aksungur, (İstanbul, 2006), 578.

[33] Andrew Marr, Büyük Dünya Tarihi, Yakamoz Yayınları, Çev.:Ç.I.Ece, (İstanbul, 2018), 197.

[34] Henry Kissinger, World Order, Penguin Books, (2016), 216.

[35] Chubin, Shahram, Is Iran a Military Threat?, Survival: Global Politics and Strategy, (2014), 56:2, 65-88.

[36] Grace Davie, The Evolution of the Sociology of Religion: Theme and Variations, Handbook of the Sociology of Religion, Edt.: Michele Dillon, Cambridge University Press, (Cambridge, 2003), 61-79.

[37] Max Weber, The Sociology ofReligion, Beacon Press. (Bosto, 1922/1993).

[38] Jose Casanova, Religion, the New Millennium, and Globalization, Sociology of Religion 62, (2001),41.

[39] Kissinger, ibid, (2016). 15.

[40] Jose Casanova, The Secular, Secularizations, Secularisms, Rethinking Secularism, Oxford University Press, (New York, 2011), 11.

[41] Thomas, ibid, (2005), 3-7.

[42] Saeed Rahnema, Haideh Moghissi, Clerical Oligarchy and the Question of “Democracy” in Iran, Iran Chamber Society, (2001). www.iranchamber.com/government/articles/clerical_oligarchy_democracy_iran.php.

[43] Jonathan Fox, A World Survey of Religion and the State, Cambridge University Press, (New York, 2008) 237.

[44] Jonathan Fox, The Secular–Religious Competition Perspective, Luke M. Herrington vd. (Eds.), Nations under God, The Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, (Bristol, 2015).

[45] Theodor Reik, Dogma und Zwangsidee, Internationaler Psycho-analytischer Verlag, (Leipzig, 1927), 81.

[46] Karl Heinz Hillmann, Wörterbuch der Soziologie. Kröner Verlag, (Stuttgart, 1994), 158.

[47] Alan Aldridge, Religion in the Contemporary World: A Sociological Introduction, Polity Press, (Cambridge, 2000).

[48] Martin E. Marty, R. Scott Appleby, Fundamentalisms Comprehended, Chicago University Press, (Chicago, 1995).

[49] Thomas Aquinas, Faith, Reason and Theolog: Questions I-IV of his Commentary on the De Trinitate of Boethius (Trin.), Çev. Armand Maurer, Pontifical Institute of Medieval Studies, (Toronto 1987), 73.

[50] Bakınız; Âl-i İmrân Sûresi: 7; Ankebût Sûresi: 43; Mü”min Sûresi: 54; Ra”d Sûresi: 19; İbrâhim Sûresi: 52;

Enbiyâ Sûresi: 67; Zümer Sûresi: 9; Mâide Sûresi: 103; Kasas Sûresi: 60; Talak Sûresi: 10; Zuhruf Sûresi: 3;

Ankebût Sûresi: 63; Sâd Sûresi: 29; En”am Sûresi: 32; A”râf Sûresi: 169; Enfâl Sûresi: 22; Yûsuf Sûresi: 109;

Nûr Sûresi: 61; Yûsuf Sûresi: 111; Tâhâ Sûresi: 128; Haşr Sûresi: 2.

[51] Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, 10. Baskı, (İstanbul, 2009), 169.

[52] Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, Çev.E.Özsayar, Ayrıntı Yayınları, (İstanbul, 2003), 25-26.

[53] Server Tanilli, Din ve Politika, Cumhuriyet Kitapları, (İstanbul, 2008), 11.

[54] Tanilli, a.g.e., (2008), 95-96.

[55] François Foret, National Religions: How to be Both Under God and Under the European Union? Luke M. Herrington vd. (Eds.), Nations under God, The Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, (Bristol, 2015).

[56] Jonathan Steinberg, Bismarck, a Life, (Oxford, Oxford University Press 2013), 320.

[57] Azar Gat, Nations: The Long History and Deep Roots of Political Ethnicity and Nationalism, Cambridge University Press, (Cambridge, 2013).

[58] Tanilli, a.g.e., (2008), 55.

[59] Brent F. Nelsen, James L. Guth, Religion in the European Union: The Forgotten Factor, Luke M. Herrington vd. (Eds.), Nations under God, The Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, (Bristol, 2015).

[60] François Foret, Religion and Politics in the European Union: The Secular Canopy, Cambridge University Press, (Cambridge, 2015), 237-240.

[61] François Foret, Virginie Riva, Religion between nation and Europe. The French and Belgian „no” to the Christian heritage of Europe, West European Politics, (July 2010 33/4), 791–809.

[62] Andrew Rettman, Polish MEPs push for Papal plaque in Brussels, Euobserver, (April 14, 2005).

[63] Barry A. Kosmin, The sacred, the secular and the sovereign, Institute for the Study of Secularism in Society and Culture, (2007).

[64] Ahmet T. Kuru, Secularism and State Policies Toward Religion: The United States, France and Turkey Cambridge University Press, (Cambridge, 2009).

[65] Carl H. Esbeck, A Typology of Church-State Relations in American Thought, Religion and Public Education, 15 (1) (1988): 43-50.

[66] John T. S. Madeley, A Framework for the Comparative Analysis of Church-State Relations in Europe, West European Politics, 26 (1) (2003): 23-50.

[67] Jeffrey Haynes, Elizabeth Hurd, Shireen Hunter vd., The Sacred and Sovreign, The Handbook of Religion and Politics. Routledge, (2004).

[68] Metin Cosgel, Thomas J. Miceli, „State and Religion”, Journal of Comparative Economics 37(2) (2009): 403; N. J. Demerath, III, Crossing the Gods: World Religions and Worldly Politics (New Jersey: Rutgers University Press, 2001): 204.

[69] Kuru, ibid, (2007), 27-28.

[70] Brendan Sweetman, Church, State and Culture: Should Religion Be a Private Matter? Luke M. Herrington vd.(Edt.), Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, E-International Relations, (Bristol, 2015).

[71] Nasr, ibid, (2001), Chapter 3.

[72] Haynes, ibid, (2012).

[73] Thomas, ibid, (2000).

[74] Mark Juergensmeyer, Terror in the Mind of God: The Global Rise of Religious Violence, University of California Press, (Berkeley, CA, 2000): Mary Kaldor, New and Old Wars: Organised Violence in a Global Era, Polity Press, (Cambridge, 1999).

[75] Elizabeth Shakman Hurd, The Sacred and the Sovereign, E-International Relations, (2011).

[76] Philipp Muehlenbeck (Ed.), Religion and the Cold War: A Global Perspective, Vanderbilt University Press, Nashville, 2012), Kirby, D. (Ed.), Religion and the Cold War, Palgrave MacMillan, (Hampshire, 2003).

[77] Herzog, ibid, (2011).

[78] Politics, Religion and Ideology, ibid, (2014),

[79] John A. Rees, The Four Religions of Foreign Policy, Luke M. Herrington, Alasdair McKay, Jeffrey Haynes (Eds.), Nations under God, The Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, E-International Relations, (Bristol, 2015).

[80] Casanova, ibid, (2011), 11.

[81] Thomas, ibid, (2005), 3-7.

[82] Frederic Volpi, Pseudo-Democracy in the Muslim World, Third World Quarterly, (2004), 25 (6): 1061-1078.

[83] Noam Chomsky, Gilbert Achcar: Tehlikeli Güç, İthaki Yayınları, (İstanbul, 2007), s.59.

[84] Angel Rabasa, Cheryl Bernard vd. Building Moderate Muslim Networks, Cultural Diplomacy (Feb 15, 2012). http://uscpublicdiplomacy.org/index.php/newswire/cpdblog_detail/models_as_mirrors_or_cultural _diplomacy/ 85 Oliver Roy, Breakthroughs in Faith, World Policy Institute, Faith Issue, (Winter 2011/2012)

[85] Oliver Roy, Breakthroughs in Faith, World Policy Institute, Faith Issue, (Winter 2011/2012).

[86] USCIRF: U.S. Commission on International Religious Freedom.

[87] Page Smith, A People”s History of the United States, McGraw-Hill Book Company, (1976).

[88] Paul Grenier, Technology and Truth: Reflections on Russia, America, and Live Not By Lies, Simone Weil Center for Political Philosophy, (August 22, 2021).

[89] Rod Dreher, Live Not By Lies: A Manual for Christian Dissidents, Sentinel, (2020).

[90] Grenier, ibid, (August 22, 2021).

[91] News          International,        UN        Report   Derails   „Taliban             Killing             Frenzy”,       (6 November 1998). http://www.rawa.org/killing.htm

[92] Shireen T. Hunter, The Regional and International Politics of Rising Sectarian Tensions in the Middle East and South Asia, ACMCU Occasional Papers, May 2013.

[93] Syed Fazel Haider, Nowhere Is safe for Pakistan”s Hazaras, Asia Times, (20 February 2013). http://www.arimes.com/atimes/South Asia/SOU-04-200213.html.

[94] Nimrod Raphaeli, Understanding Muqtada Al Sadr, The Middle East Quarterly. Vol. XI, no.4, Fall 2004, at http://www. meforum.org/655/understanding-muqrada-al-sadr.

[95] Smith, ibid, (2000), 791-814.

[96] US Department of State, ibid, (2009).

[97] Rees, ibid, (2015).

[98] Council on Foreign Relations, Sick: Alliance against Iran, (January 23, 2007). http://www.cfr.org/israel/sick- alliance-against-iran/p12477

[99] Amin Saikal, Modern Afghanistan: a History of Struggle and Survival, I.B. Tauris, (London, 2004), 220-221.

[100] Shireen T. Hunter, The Future of Islamic State Systems in Light of Rising Sectarian Tensions, Luke M. Herrington vd., Geopolitics of Faith in the Twenty-First Century, E-International Relations, (Bristol, 2015).

[101] Hunter, ibid, (2015).

[102] Fox, ibid, (2008), 237.

[103] Brenda M. Seaver, 5 Reasons America Should Fear the Global Middle Class, Woodrow Wilson International Center for Scholar, (July 2, 2015).

[104] Michael E. O’Hanlon, Ömer Taşpınar, Assessing the Islamic World, Post-9/11, USA Today, (September 20, 2011).

[105] Maha Yahya, 3 Big Trends That Will Shape the Arab World, Carnegie Middle East Center, (May 11, 2015).

[106] Marina Ottaway, Egypt”s democracy: between the military, Islamists and illiberal democrats, Carnegie Endowment for International Peace, Commentary, (3 Nov. 2011), http://carnegieendowment.org/2011/11/ 03/egypt-s-democracy-betweenmilitary-islamists-and-illiberal-democrats/6lzl#

[107] Elham Fakhro, Emile Hokayem, Waking the Arabs, Survival 53: 2, (April–May 2011), 25.

[108] 108 Nauman Sadiq, Why Is Islam the Fastest Growing Religion of the Modern Era? Global Research, (February 07, 2019).

[109] Colin Chapman, Islam and the West: Conflict, Co-existence or Conversion? Paternoster Press, (Carlisle, 1998), 113.

[110] Denis MacEoin, Sharia Law or “One Law for All”? Civitas, (London, 2009), 56.

[111] Douglas Murray, To What Extent Is Sharia Already Operating in Britain? The Douglas-Home Memorial Award Essay, Times Online, (December 30, 2009).

[112] Michael Nazir-Ali, The Challenges of Islamist Ideology to America”s Founding Principles, The Heritage Foundation, (June 29, 2010).

[113] Steven Simon, Unavoidable Clash of Islam and the West? Newsweek Polska, (January 23, 2005).

[114] Simon, ibid, (January 23, 2005).

[115] Leslie Palmier, Islam, the Protector, Hoover Digest, No.3., (July 2, 2010).

[116] Jorge Sampaio, The Nexus of Religion and Foreign Policy toward an Alliance of Civilizations, Council on Foreign Relations, Washington, DC , (October 16, 2007).

[117] Khalil Al-Anani, Todd G. Patkin, Islamist Movements: The Uses of Democracy, Al-Ahram Weekly, (August 14-20, 2008).

[118] Sadık Usta, İslam düşüncesi bir solcunun gözünden yazıldı: Çöküşün sebebi Gazali değil, Oda TV, (Aralık 27, 2019).

[119] Clifford D. May, Destroy All the Churches, Foundation for Defense of Democracies, (March 22, 2012).

[120] Toni Johnson, Islam: Governing Under Sharia (aka shariah, shari’a), CFR, (October 24, 2011).

[121] Toni Johnson, Muslims in the United States, CFR, (September 19, 2011).

[122] CAIR: Council for American-Islamic Relations.

[123] Lorraine Adams, Despite Post-9/11 Discrimination, Muslims Keep Coming to America. Why? New Republic, (August 24, 2011 ).

[124] Peter Berkowitz, Religion in America, Policy Review, No.169, (October 1, 2011).

[125] Berkowitz, ibid, (October 1, 2011).

[126] David French, Evangelicals” Collapsing Cultural Influence, National Review, (March 14, 2012).

[127] George Weigel, Evangelical Catholicism: Deep Reform in the 21 st-Century Church, Basic Books, (2013).

[128] Mark Krikorian, Prooftexting for Amnesty, Center for Immigration Studies, (February 12, 2013).

[129] Nigel Barber, Have Americans Turned Against Religion? Huffingtonpost, (Nov 08, 2012).

[130] Jamie Doward, Church Attendance ‘to Fall by 90%, Observer, (December 21, 2008).

[131] Economist, The Trends in Church Attendance, (August 09, 2010).

[132] Tokarev, ibid, (2006), 552.

[133] George Weigel, Catholics and Modernity, Washington Post, (July 12, 2012).

[134] Fox, ibid, (2015).

[135] Thomass F. Farr, Religious Freedom on the Run, Berkley Center for Religion, Peace, and World Affairs, (September 28, 2012).

[136] Ahmet Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm, İletişim Yayınları, (İstanbul, 1999).

[137] Tanilli, ibid, (2008), 187. Şahin Filiz, Tarikatların Oligarşisi, Cumhuriyet Gazetesi, Söyleşi, (27 Ocak 2008).

[138] Madeline C. Zilfi, Dindarlık Siyaseti Osmanlı Uleması Klasik Dönem Sonrası, Çev. Mehmet Faruk Özçınar, Birleşik Yayınevi, (Ankara, 2008).

[139] Ahmed Güner Sayar, Osmanlı”dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler, Ötüken Yayınları, (İstanbul, 2008), 62.

[140] Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, C.2, IRCICA, (İstanbul, 1998), 363-365.

[141] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, TTK Basımevi, Cilt: I-Kısım: II, (Ankara, 1991), 53.

[142] Bayur, ibid, (1991), 29.

[143] Tanilli, ibid, (2008), 61.

[144] İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Timaş Yayınları, 27. Baskı, (İstanbul, 2008a), 201.

[145] İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, Cedit Neşriyat, 2.Baskı, (Ankara, 2008b), 230.

[146] Bayur, ibid, (1991), 34.

[147] Ortaylı, ibid, (2008a), 148.

[148] Tanilli, ibid, (2008), 56-57.

[149] Tanilli, ibid, (2008), 57.

[150] M.Şükrü Hanioğlu, Osmanlı”dan Cumhuriyete Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayıncılık, (İstanbul, 2006), 67.

[151] Tanilli, ibid, (2008), 59.

[152] Tanilli, ibid, (2008), 12.

[153] Cengiz Özakıncı, İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü, Otopsi Yayınları, 12. Basım, (İstanbul, 2008), 417.

[154] Usta, ibid, (Aralık 27, 2019).

[155] Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük (Birinci Kitap), Atatürk”ün Görüş ve Direktifleri, Milli Eğitim Basımevi, (İstanbul, 1984), 110-111.

———————————

[i] https://www.academia.edu/103186800/Din_ve_Devlet

12 Haziran 2023

Yazar
Sait YILMAZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen