Kenan EROĞLU
15 Temmuz 2016 tarihinde “cemaat” olarak nitelendirdiğimiz “Gülen hareketinin” önemli bir darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kaldık. Bu günü ve geldiğimiz noktayı anlamak için biraz gerilere, hatta cumhuriyet döneminde uygulanan İslami tavır ve yaşayışa göz atmak gerekir. Hatta Tanzimat dönemini, Batı karşısında mağlubiyet aldıktan sonra sendeleyen o günün aydınlarının bir bölümü Batıyı taklit etmemiz gerektiğine inanırlarken, diğer bir bölümü ise Batıyı taklit etmek yerine kendimiz gibi olmamız gerektiği fikirlerini savunulduğu dönemleri de gözden geçirmek gerekmektedir. Bu düşüncelerin, elbette devlet hayatı gibi dini hayatta da olumsuz yansımaları olmuştur. Daha sonra meydana gelen gelişmeler ve ilan edilen Tanzimat Fermanı ile birlikte Osmanlı tebaasının tamamının eşit vatandaş statüsünü kabul etmesi de dini hayatta etkilere sebep olmuştur. Cumhuriyet dönemi ise asıl problemin başladığı zaman dilimi olarak tarihe geçmiştir. O günleri ve yeraltına çekilmek zorunda kalan İslami bir takım tarikat ve oluşumlara bakmak gerekir. Bu günlerin sebepleri arasında tek parti döneminde uygulanan laiklik olgusunu da göz ardı etmemek gerekiyor.
Türk Müslümanlığı, Türklerin inanç sistemleri üzerinde önemli yazıları ve kitapları olan Sait Başer bu konuda şöyle yazıyor: “Tanzimat sonrasında bu ‘Yeni Nakşilik’ adeta devletin resmî görüşünü temsil mevkii kazandı. Yeniçeriliğe karşı tedbirler alınırken, onların mensubiyetini gerekçe sayıp Bektaşilik ve Bektaşiliğin ontolojik zihniyeti olan Vahdet-i Vücut da esen nefret rüzgârından nasiplerine düşeni almıştı.
Kaotik dönemlerin kaderi: Kuru yaş karışıyor…”
“Devletin insan kaynaklarını eğiten “Medrese” ise, 16-17. YY. larda geçirdiği Eş’arîleşme sebebiyle, bu Müceddidî anlayışı benimsetmeye uygun bir “zihniyet atmosferi”ni zaten hazırlamıştı. Dolayısıyla son devir medresesiyle Müceddidî tasavvuf, zihniyetler açısından kucak kucağa gelmekte hiçbir sıkıntı yaşamadı.”
…
“Böylece yeni tekke ile felsefe ve fen bilimlerini dışlayalı çok olmuş medresenin mutabakatı karşısında sistem kilitlendi. Tanzimat sonrası devlet idaresi, o “medrese”nin sebep olduğu acılardan kurtulmak adına, bir taraftan kurduğu yeni eğitim kurumlarında Pozitivist ontolojiye kayarken, bu defa toplumsal bakımdan medresedeki hastalığın tasavvufî versiyonuna tutuldu.”
“Hastalık bir iken iki oldu: Klasik ve yükseliş devirlerini inşa etmiş Maturidî itikadın yerini alan molla Eş’ariler dışlanmaya çalışılırken, yerini, aynı mahiyetin tasavvufî versiyonu olan bir tekke aldı. Yukarıda, devlet ideolojisine ise Pozitivist Batı angajmanı yerleşti!.. Böylece hem tekke çevresi hem medresenin hastalıkları hem de devletin sarıldığı yabancı zihniyetle toplum kıskıvrak bağlandı kaldı.”
“Bu bir deli gömleğiydi!
Bunca zamandır bu bağlarla ayakta kalma çabasındayız!
Ne dayanıklı bir mayamız varmış…
Bu gerçek bir mucizedir!”.
“…….Eş’ari düşüncenin zemininde sınıflı Arap toplumsal muhakemesi, Müceddidî düşüncenin altında Hint ve Kürt sınıflı toplumsal yapıdan doğan anlama modeli, pozitivist düşüncenin altında da batılı sınıflı geçmişin belirleyiciliği var. Türk aklı, sınıfsız toplumun ürünüydü. Bu yabancı anlama modellerinin verdirdiği zayiatı, asırlık acılarla ve her defasında başarısız sonuçlarıyla yaşamaktan bıkmadık mı daha?” (1). Görüldüğü gibi Yazar Sait Başer konuyu daha da gerilere götürerek inanç sistemimizde Tanzimat’tan sonra meydana gelen değişikliklerin sonucu bu günlere geldiğimizi belirtiyor.
Şimdi Anadolu Bektaşiliği ve Türklerin inanç sistemleri Cumhuriyet dönemi uygulamaları konularında önemli çalışmaları olan tarihçi Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’a kulak verecek olursak;
“…….Milli Mücadeleyi, İslamcı ideolojiye yaslanarak halkla omuz omuza sürdüren devlet, savaş kazanıldıktan sonra halk adına, ama halktan ayrılarak, elitist ve dayatmacı bir politikayla, Batılılaşmacı ideolojiye dayanan yeni rejimi kurdu. Böylece, Orta Asya’da İslami ve dolayısıyla medeniyetini kabulle başlayan bin yıllık bir dönemin, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışıyla artık tarihe karıştığını gösteriyor. Türkiye Cumhuriyetinin, merkezinde İslam’ın bulunduğu bu medeniyetin yerine, artık onun aktif bir yere sahip bulunmadığı yeni bir medeniyeti tercih ettiği mesajını, uygulanan inkılap programıyla çok açık bir biçimde veriyordu. Bu suretle İslam’ın bütün geleneksel kurumlarını ‘kısmen devletin tekeline alıp sıkı bir kontrol altında tutarak, kısmen de ortadan kaldırarak’ ona yalnızca “kült” (inanç, ibadet) ve ahlak alanını bırakıyordu. Başka bir deyişle, İslam’ın yalnızca “kişisel vicdanda Allah ile kul arasında” kalması gereken pasif bir inanca dönüştürülmesi ve camilerden dışarı çıkmamasını hedef alan bu ‘kült İslam’ı’, tabir caizse, Kemalist ideolojinin sınırlarını ve niteliğini belirlemek suretiyle yeni bir yapı kazandırarak halka dayattığı bir tür “Kemalist İslam” idi…….” (2)
Ahmet Yaşar Ocak hoca devamla şöyle diyor;
“1- Vaktiyle imparatorluk devrinde, kendi siyasi, ekonomik, toplumsal, hukuki, sanatsal (edebiyat, mimari ve musiki ile ilgili) kurum ve değerlerini üreterek. Türklere mahsus popüler bir Müslümanlık tarzının yanında, aynı zamanda şehirli bir yüksek Müslümanlık da yaratan İslam. Cumhuriyet’le birlikte bu kurum ve değerlerin ortadan kaldırılmasıyla, yerini daha çok hurafeci bir nitelik arz eden popüler İslam’a bıraktı ve zaman içinde köylü (arabesk) leşmiş görüntüsünü bütün alanlarda sergilemektedir. Büyük şehirlerin kenar semtlerindeki, biçimsiz ve mimari kalite ve estetikten yoksun “alaminüt” cami ve mescidleri ve buralara girip çıkan perişan ve zevksiz giyimli halkı eleştirenlerin……. Temel probleme kafa yormaları da gerekir.”
“2- ……. Tek parti döneminin Kemalizm’i ve onun laiklik anlayışını, bütün siyasal, toplumsal, hukuki ve ahlaki değerlerini bin yıldan beridir İslam ile yoğurmuş bir topluma adeta “Cumhuriyet’in yeni dini” hüviyetiyle dayatan sert politikası, bir anlamda, görünüşte yenilgiyi kabullenmek ve bu dayatmacı politikanın hakimiyetini tanımak zorunda kalan İslam’ın yeraltına inmesine sebebiyet verdi……. 1924 yılındaki Tevhid-i Tedrisat kanununu takiben ve 1925 yılında resmen, kendi geleneksel eğitim kurumları olan medrese ve tekkelerin kapatılışı ile birlikte, devletin yeni resmi kurumlarında da öğretilme ve eğitilme imkânından mahrum kalınca, bunu kendisi üstlendi. Tekke ve zaviyelerin, medreselerin kapatılmasıyla açıkta kalmış Cumhuriyet’e intikal eden son Osmanlı döneminin –tabir caizse “bakiyyetü’s-süyuf-üleması” ve şeyhleri, halk kesiminin yeni nesillerine İslam’ı “yer altında” öğretmeye çalıştılar. Bu, fikri muhteva ve yöntem olarak yeni hamleler taşıyan, iyi organize edilmiş bir İslami öğretim olmaktan çok, kısmen inanç, ibadet ve ahlak alanına yönelik fıkıh ve tasavvuf ağırlıklı, sistemsiz, hala Ortaçağın bütün geleneksel özelliklerini taşıyan bir öğretim idi.” (3).
Özellikle son günlerde Matüridi ve akaidi konularında çeşitli programlara katılan ve görüşlerini ifade eden Prof Dr. Hasan Onat ise konu üzerinde Cumhuriyet döneminde meydana gelen boşluktan bahsederek şöyle diyor;
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı’nın nüvesini oluşturan taban üzerine kurulmuştur. Ancak, Osmanlı’dan intikal eden dini miras, halk bazında kendi kaderine terkedilmiştir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, halka alternatif gösterilmediği için meydanın din istismarcılarına açık hale gelmesine yol açmıştır. Din alanındaki bilgi boşluğu, tahribatı derinleştirmiştir. Bu boşluk, daha sonra, sırf Kur’an’ın yüzünden okunmasını amaç olarak alan Süleymancılığın toplum katmanlarında yer tutmasına yol açmıştır. Tarikat gurupları bu boşluktan yararlanarak palazlanmışlardır. Nurculuk, bu boşluğun ürünüdür.” (4)
Tabii günümüzde görülen çeşitli tarikat ve dini gurupların yanı sıra Fetö’cülük de 1960 lı yıllarda yine bu boşluklardan doğmuştur. Dikkat edilirse, Türkiye gündemini şu ya da bu şekilde meşgul eden çeşitli dini hareketlerin yanı sıra, Milliyetçi hareketler de, sol hareketlerde hep 27 Mayıs 1960 askeri ihtilalinin hürriyet ortamında biraz yeraltında, biraz yerüstünde olmak üzere meydana çıkmışlardır.
“Türkiye, son iki asırdır, din konusunda sağlıklı bir politika, maalesef üretememiştir. Aydınlarımız, dindar olan halkımızı aşağılamış, onun değerlerini uzunca bir müddet hiç önemsememiştir. Dindarlık, geniş bir yelpazede kendisini göstermiş olmasına rağmen, hiçbir fark gözetilmeksizin, bütün dindarlar bir anlamda mahkûm edilmiştir. Yanlış politikalar, Cumhuriyet döneminde dinin yeraltına çekilmesine yol açmıştır…. Bilgi boşluğu, geleneğin gözden uzak bir biçimde dinle özdeşleştirilmesine, batıl inançların, hurafelerin din gibi telakki edilmesine sebep olmuştur. Buna dayalı olarak ortaya çıkan, dini değerleri koruma içgüdüsü ile bütünleşen bir tür korku, zaman zaman yobazca davranışları hazırlayabilmektedir.” (5).
Biz olayı ve oluşumları “süfi” lik olarak nitelendirecek olursak olayın vahameti daha çok anlaşılır. “Süfilik hareketinin İslam doktrinine ve İslam cemiyetine aykırı düşen tarafı onun başka doktrinlerden unsurlar ihtiva etmesinden daha çok, kontrolsüz bir şahsi yoruma her an açık ve müsait bulunuşudur. Süfilik kendilerinde olağanüstü kuvveler iddia eden veya öyle olduklarına inanılan şahsiyetler etrafında gelişen bir harekettir. Şeyhler veya pirler normal insanların sahip bulunmadıkları özellikleri ve bu özellikler sayesinde temasa geçilen duyular dışı bir âleme ait bilgiler ve tasarrufları yüzünden özel bir otorite kurarlar.” (6)
Evet, durum biraz daha açıklığa kavuşmuş oldu. Alman yazar Heinz Kramer “Avrupa ve Amerika karşısında Değişen Türkiye” isimli kitabında. Fetö hareketinin baştan beri iki ajandası olduğunu ama çok sinsi bir şekilde sadece bir yönünü göstermiş olduğu bu gün ayan beyan ortaya çıkmış olmasına rağmen fakat o günlerde Alman yazar dahi durumu fark edemeyecek ve aynen şunları yazacaktı. “Fethullah Gülen cemaatinin yürüttüğü eğitim faaliyet ve programı, İslami modern düşünce ve dini eğitimi pozitif bilimlerle bağdaştırarak dini ve laik unsurları bir araya getirip uzlaştırmaya çalışan bir programdır. Sempatizanlarının maddi yardımlarıyla, halkın tümüne açık olan liseler, hazırlık okulları ve öğrenci yurtları kuruldu.
Bu hareketin sonucu olarak, Orta Asya’da eski Sovyetler Birliğinin bazı bölgelerinde ve bazı Balkan ülkelerinde çok sayıda özel kolej açıldı. Amaçları ise, bir çeşit Türk-İslam felsefesi eğitimi vererek, bağımsız yeni Cumhuriyetlerin gelecekteki aydınları için kaliteli modern eğitim sağlamak. Çok kesin bir şekilde, Gülen’in ve onun başlattığı hareketin Türk-İslam sentezi düşüncesinin en güncel temsilcisi olduğu düşünülebilir. Bu da ona Türkiye’nin laik prensiplerinin en sadık savunucusu olarak bilinen Demokratik Sol Parti (DSP) lideri ve Başbakan (2001 yılında Bülent Ecevit Başbakandır) Bülent Ecevit’in bile sempatisini kazandırmıştır” (7).
Görüldüğü gibi meydana gelen o boşluktan Fetö ve ekibi nerelere kadar ilerlemişler, hangi yolları denemişler, kimleri etkileyip kimleri kandırmışlar.
Aslında kendi basın ve yayın organlarında, yine bir kısım sol görüşlü yazarlara, bir kısım sağ görüşlü yazarlara ve bir kısım da milliyetçi yazarlara yer vererek kendilerinin oldukça hoş görülü ve her türlü fikirlere açık olduğu intibaı vermişler ve bu hoşgörü ortamında pek çok kişiden kendi adlarına faydalanmışlardı. Bu gibi her telden yazarlarda her biri kendi adına fikirlerini açıklama imkânı bulduklarını zannetmişlerdir.
Başa dönecek olursak, Cumhuriyetle birlikte meydana gelen boşluk ne yazık ki bazı uyanık insanlar (Fetö gibi) tarafından doldurulmuş ve bu insanların yeraltındaki faaliyetlerini denetleyecek veya İslam’a göre değerlendirecek bir kurum ve kuruluş olmadığı için o dini gurupların belki de çoğu “Ana cadde” (İslam) den ayrılmışlar. İslamiyet’le alakası olmayan bir takım temsili ayinleri de kendi görüş ve düşüncelerini etraflarında bulunan insanlara kabul ettirmek için kullanmışlardır. (Fetö’cülerin muntazaman ağlama seansları yaptıkları gibi) Burada denilebilir ki: “Diyanet işleri başkanlığı vardı neden bu durumlara müdahale etmediler”. Diyanet İşleri Başkanlığının İlk Başkanları çok önemli ve değerli birer âlim olmuş olmasına rağmen kuruluşu itibariyle her hangi bir genel müdürlükten farksızdı ve insanların dini vecibelerini karşılayabilmek amacıyla köylere, kasabalara, mahallelere imam müezzin temin etmenin yollarını arıyor-bakıyordu. Dini cemaat ve oluşumları kontrol etme imkânına sahip değildi. Diyanet işleri başkanlığının fonksiyonu son yıllarda gelişti ve geliştirildi.
Olaya biraz geniş çerçeveden bakmak gerekmektedir. Eğer birçok kimsenin yaptığı gibi yakın geçmiş ve yakın pencereden bakacak olursak biz sadece sonuçları görürüz ve sadece sonuçlara bakmış oluruz. Hâlbuki bu olayın ve meydana gelen oluşumların tarihini biraz gerilerde aramak gerektiğini yukarıda belirttim. Gözler önüne serildiği gibi meydana gelen o boşluktan Fetö ve ekibi nerelere kadar ilerledikleri, kimleri etkileyip kimleri kandırdıkları ortaya çıkmıştır. Geçmişte ise ülkede bulunan pek çok siyasetçi bu Fetö ile ilgili hep övücü şeyler söylemişlerdir.
Fakat bu kadar gelişen ve her yere sinsice giren ve dinimiz İslamiyet’i de oldukça yoğun bir şekilde kullanan bu hareket gelişirken, burada şu soru sorulabilir. Yukarıda bir nebze belirttiğim gibi. Evet “İmam-Hatip okulları vardı ve İmam-Hatip yetiştiriyordu. Bu okullarda yetişenler insanları aydınlatsalar ve bu gibi akımların gelişmesini engelleselerdi” denilebilir. Bu sözler iyi niyetle söylenmiş olmasına rağmen Türkiye gerçeğinde uygulanabilirliği olmayan samimi düşüncelerdir. Diyanet İşlerinin engellemesi konusunda maalesef gerçekler öyle değildi ve İmam Hatip okuluna giden pek çok çocuk o okuldan mezun olduktan sonra, İmam ya da Hatip olmak yerine Üniversiteye girip başka bir mesleğe yöneliyorlardı. İmam ve Hatipliği seçenlerin sayısı beklenen kadar olmuyordu. Diyanet işleri Başkanlığı ihtiyacı olan İmam ve Hatip eksiğini şurada ya da burada bir takım yerlerde yetişen insanlardan temin ediyor ve bu insanlar daha sonradan İmam-Hatip okullarını dışardan bitirme yollarına gidiyorlardı. Diyanet İşleri Başkanlığı belki de yetersiz kadrolarıyla Dini cemaat ve oluşumları kontrol etme imkânına sahip değildi. Diyanet işleri başkanlığının fonksiyonu son yıllarda gelişti ve geliştirildi. Günümüzden geriye bakarak Diyanet İşleri Başkanlığı neden bazı şeyleri yapmadı demek o günün Başkanlığına biraz da haksızlık olur.
Aslında istenmeyen ve devlet ve millet hayatı için tehlike teşkil eden dini oluşumların meydana gelmemesi için günümüz Türkiye’sinde bu konuda bazı çalışmalar yapılabilir tedbirler alınabilir.
Bu tedbirleri şöyle sıralayabiliriz:
1-İlkokuldan itibaren çocuklara bazı dini bilgilerin verilmesi. İslamiyet konusunda günlük hayatta karşılaştığı en azından bazı şeyleri ayırt edecek, İslam dışı görüş ve düşünceleri bilebilecek temel bilgileri alması sağlanmalıdır. Küçük çocuklarımıza çeşitli aşılar neden yapılır. Aşı yoluyla ilerde doğabilecek hastalıklara karşı çocuğun vücudunu hazır hale getirmek ve o konuda bağışıklık kazanmasını sağlamaktır. İlkokul öğrencilerine dini bilgiler aşılar gibi verilemeyeceğine göre, O çocuk için uzmanlarca tesbit edilen ve kendisine ilerde lazım olacak bilgilerin peyder pey verilmesi uygun olur. Bir misal olması bakımından: Anaokullarında, kreşlerde ve İlkokullarda “masal okuma-dinleme dersi” konulabilir. Ama ve mutlaka bu masallar kendi “milli masallarımız” olmalıdır. Osmanlıda çocuk, doğduktan itibaren ninnilerle, tekerlemelerle, deyişlerle ve masallarla zaten bazı şeyleri öğrenmiş oluyordu. Devlet okulların programlarına koyarak, Milli Eğitim Bakanlığı marifetiyle Milli masallarımızı ya çok sayıda bastırıp okullara dağıtmalı, ya da tavsiye etmekle kalmamalı ve uygulanmasını yakından takip etmelidir.
2-Her kademede bulunan insanlarımızın İslamiyet konusunda bilgilendirilmesi için konferans, seminer ve paneller yoluyla, İster öğretmen, memur, amir, subay olsun, ister işçi, serbest çalışan, esnaf tüccar olsun, herkesin bir program dâhilinde dini bilgiler alması sağlanmalıdır. Bu programların sürekliliği sağlanmalı ve İnsanlarımızın bazı şeyleri ayırt edecek kadar bilgiye sahip olması hedeflenmelidir. Verilecek bu bilgiler Fetö adı zikredilmeden, Fetö ve fikirleri muhatap alınmadan, cevaplar veriliyormuş gibi olmadan, ama verilen bilgilere sahip olan insanlar Fetö ve taraftarlarının iddia ettikleri bazı şeylerin İslamiyet’e uygun olup olmadığını ölçebilecek ve cevap verilebilecek bilgiler içermelidir. Bu konferans ve seminerlerin günümüzde görev yapan cami imamlarının dışında üniversitelerden de faydalanılarak programlar yapılmalıdır.
Burada denilebilir ki; “Diyanet işleri Başkanlığı, din adamlarımız gerek Ramazan ve Kandil günlerinde ve gerekse Cuma namazlarında çeşitli dini konulardan bahsetmekte ve insanımıza bir takım dini bilgiler vermektedirler bu yeterli olmuyor mu” denilebilir. Bu gün ülke olarak Fetö hareketi ile nereye geldiğimize bakacak olursak, Diyanet İşleri Başkanlığı ve din adamlarımızın faaliyetleri, vaazları ve nasihatleri insanımıza hiçbir şekilde etkili olmamış.
3-Tüm tarikatlar, dini cemaat ve oluşumlar serbest bırakılmalıdır. İsteyen ne yapacağını, nasıl bir eğitim metodu uygulayacağını ya da hangi kesimlere hitap edeceğin açıklamak şartı ile istediği dini cemaati, tarikatı vs. serbestçe açmalı, kurmalıdır. Hatta bu konularda önderlik yapacak kimselerin Diyanet işleri Başkanlığında oluşturulacak büyük jüri tarafından sınava tabi tutulması ve bu sınavı geçen kişiye dergah-tekke-tarikat kurması için izin verilmesi de mümkün olabilir. Bilindiği gibi Osmanlı’da tarikat şeyhi olabilmek için ilgili kişi sınava tabi tutuluyordu. Bu konu ile ilgili olması bakımından daha sıkı denetlemek amacıyla Dernekler Kanunu yeniden gözden geçirilip düzenlenmelidir. Bu oluşum ve kuruluşlar dernekler kanununa tabi olmalı. Sürekli olarak mali açıdan, idari açıdan ve yapılan faaliyetler meşruiyet açısından denetlenmelidir.
Kaynaklar
(1) Sait Başer, ‘Kemalizm’e karşı Müceddidiyye mi istiyorsunuz’ yazısı. Kırmızılar internet sitesi
(2) “İslam’ın bu günkü Meseleleri” Türk Yurdu Yayınları, 1997 Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak makalesi sayfa:18
(3) Ahmet Yaşar Ocak Age. Sayfa 19-20
(4) “İslam’ın Bu Günkü Meseleleri’ Türk Yurdu Yayınları 1997 Prof. Dr. Hasan Onat makalesi sayfa:183
(5) Prof. Dr. Hasan Age, ayfa:191-192
(6) “İslam’ın bu günkü meseleleri”, Erol Güngör. Ötüken yayınevi, Ekim 2011, sayfa:35
(7) Heinz Kramer “Avrupa ve Amerika karşısında Değişen Türkiye” Timaş yayınları İstanbul 2001 sayfa:101