Mustafa Derviş DERELİ[i]
Öz: Sosyoloji, bilindiği üzere sosyologlarca genel anlamda “klasik” ve “modern” olmak üzere iki çağa ayrılmaktadır. Daha çok yeni bir toplum oluşturma ütopyasının hâkim olduğu ve büyük anlatıların ortaya konulduğu sosyolojinin klasik çağında din; gözden kaçırılan, önemsenmeyen, toplumlar modernleştikçe miadını dolduracak olan, insanlığın çocukluk evresine ait bir fenomendi. 2. Dünya Savaşı sonrasına tekabül eden “modern çağ”la birlikte sosyolojinin kurucu babalarının dinin geleceği ile ilgili kehanetlerinin tutmadığı anlaşılmış, dinî yaşamın, beklenenin tam aksine güçlendiği ortaya çıkmış ve sosyolojik bir araştırma alanı olarak din / dinî olaylar sosyologlar tarafından daha fazla irdelenir konuma gelmiştir. Avusturya göçmeni olup Amerika’da akademik hayatını sürdüren, çalışma arkadaşı Thomas Luckmann’la birlikte fenomenolojik bakış açısını sosyolojiye uyarlayan Peter Ludwig Berger’in entelektüel hayatı da sekülerleşme savunucusu ve karşıtı olmak üzere iki ana bölüme ayrılır. İlk döneminde o, modern dönemde dinin, insanı yabancılaşma tehlikesinden kurtaran kutsal şemsiye olma vasfını yitireceğini öne sürerek sıkı sekülerizm savunuculuğuyla “dinin krizi”ni dillendirirken, 1990’lardan sonra başlayan ikinci döneminde ise tam zıt kutba geçerek sekülerizm karşıtı olmuş ve artık “sekülerizmin krizi”ni dillendirmeye başlamıştır.
Anahtar kelimeler: P. Berger, Din Fenomeni, Modernleşme, Sekülerleşme, Çoğulculuk.
Giriş
İnsanla din arasında var olan kadim ilişki, tabiatıyla düşünürleri din ile insan toplulukları arasındaki karşılıklı irtibatı incelemeye yöneltmiştir. Bu amaca matuf oluşan ve disiplin haline gelen din sosyolojisinin tarihi boyunca “din fenomeni” hep tartışma konusu olmuş, genel anlamda sosyal bilimciler, özel anlamda da sosyologlar konuya dikkatle eğilmiş ve dönem dönem farklı düşünceler ortaya atmışlardır.
Bilindiği üzere sosyolojinin kuruluş asrı olan 19. yüzyılın başlarından 20. yüzyılın hemen hemen ortalarına tekabül eden 2. Dünya Savaşı’na kadarki süreç, genel anlamda sosyolojinin “klasik çağı”ı olarak adlandırılır. Sosyolojiyi disiplin haline getiren çok önemli sosyologların yer aldığı bu çağdaki din merkezli tartışmaların ana teması, dinin gelecekteki konumu üzerinedir. Dine yaklaşım biçimleri ve din hakkındaki düşünceleri arasında elbette ki bazı farklılıklar bulunsa da Comte, Marx ve Durkheim gibi sosyologlar, dine ancak geleneksel toplumlarda varlığını sürdürebilecek olan ve insanlık modernleştikçe adım adım hayattan çekip gidecek olan bir fenomen olarak bakmışlardı. Oysa yaşanılan süreç, sosyolojinin kurucu babalarının öngörülerini haklı çıkarmamıştı. 2. Dünya Savaşı sonucunda bu beklentilerin gerçekleşmemesinden dolayı “klasik çağ” çökmüş, yerini “modern çağ” almıştır. Daniel Bell’in deyişiyle “kutsalın dönüşü” şeklinde isimlendirilebilecek olan bu çağda, “simgesel etkileşimcilik”, “fenomenolojik yaklaşım” gibi pek çok farklı kuram ön plana çıkmış, Thomas Luckmann’dan Grace Davie’ye, Robert N. Bellah’tan Wuthnow’a kadar pek çok önemli sosyolog dinin modern çağda düşüş yaşamadığını, olsa olsa gündelik hayattaki görüntüsünün ve niteliğinin değişime uğradığını ifade etmişlerdir.
Bu dönemde örneğin, Robert J. Wuthnow “yamalı/bohçalı din” tabiriyle, insanların artık eskiden olduğu gibi tek bir din merkezinden ya da dinî gelenekten etkilenmediğini, pek çok farklı gelenekten gelen inançları birleştirerek yeni bir “bireysel dindarlık” formülasyo- nu oluşturduğunu ifade etmiştir. Thomas Luckmann, modern dünyadaki dinin durumunu açıklamak için “görünmeyen din” tabirini kullanmıştır. Modern dönemde kendisini hiçbir dinî kuruma aidiyet hissetmeyip aynı zamanda tanrıya olan inancının güçlü olduğunu belirten bireylerin durumunu anlatmak için Britanyalı sosyolog Grace Davie tarafından da “inanmadan ait olma” tezi öne sürülmüş ve bir zamanlar tartışılmaya dahi cesaret edilemeyen sekülerleşme meselesi bütün boyutlarıyla ele alınır olmuştur.
Özellikle 1960’lardan ve 1970’lerden bu tarafa sosyoloji ve teoloji/ilahiyat alanlarında çok önemli çalışmalarıyla adından sıkça söz ettiren, kendi ismiyle bir ekol oluşturacak kadar etkili ve dikkate değer bir sosyolog olan Peter Ludwig Berger de «din fenomeni»yle ilgili 2. Dünya Savaşı’nı takip eden on yıllarda sekülerleşme perspektifinden olumsuz görüşler serdederken, özellikle 1990’lardan sonra bu görüşlerinden vazgeçmiş ve dinin ihmal edil(e) meyecek denli önemli bir fenomen/alan olmasının yanı sıra sekülerliğin, dinin hayatiyetini sonlandıramayacağı görüşü minvalinde düşüncelerini yoğunlaştırmıştır. Diğer taraftan Berger, modernitenin, insanoğlunun yüzyıllardır içerisinde yaşadığı evi/yuvayı yerle bir ettiğini belirtmiş, modernliğin kazanımlarından çok ikilemlerini ön plana çıkararak “modern bilinç”e işaret etmiş, pek çok sosyologdan farklı olarak modernliğin kaçınılmaz olarak sekü- lerleşmeye değil, çoğulculuğa sebebiyet verdiğini söyleyerek çoğulculuğun sekülerleşme- ye oranla dine daha fazla tahribatta bulunduğunu vurgulamıştır.
Çalışmamızın konusunu, dünyanın bir taraftan “en modern”, diğer taraftan da oldukça “dindar” ülkesi olan Amerika’da akademik kariyerini sürdürmüş Avusturya asıllı sosyolog Peter L. Berger’in sekülerleşme konusundaki fikirlerinden hareketle din fenomenine yaklaşımı oluşturacaktır. Bu tebliğ, Berger’in modernité, sekülerleşme ve çoğulculukla ilgili önemli görüşlerini özlü bir biçimde sunarak onun sekülerizmin safından dinin safına nasıl ve niçin geçtiği hakkında bazı ipuçları elde etmeyi amaçlamaktadır. Bahsi geçen modernleşme, sekülerleşme, çoğulculuk gibi konular, oldukça geniş perspektiflerde tartışılabilecek mahiyette olduğundan dolayı, bildirimizi yalnızca Berger’in bu meselelere bakışıyla sınırlandırmaya çalışacağız.
Berger ve Din Fenomenine Yaklaşımı
1929’da Viyana’da dünyaya gelen ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra henüz 17 yaşındayken, kendi ifadesiyle “genç, fakir, Avrupalı ve Lutheryan” olarak ailesiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden Peter Berger 1949’da Wagner College’dan Edebiyat Fakültesi diplomasıyla mezun oldu. Çalışmalarına New York’taki The New School’da devam etti. 1950’de yüksek lisansını alan Berger 1954’te ise “From Sect to Church: A Sociological Interpretation of Baha’i Movement” başlıklı çalışmasıyla doktorasını tamamladı. 1955 ve 1956’da Almanya’da Protestan Akademisi’nde (Bad Boll’daki Evangelische Akademie) araştırma projesi için bulunan Berger, 1956’dan 1958’e kadar University of North Carolina’da yardımcı doçent olarak görev yaptı. 1958’den 1963’e kadar da Hartford Theological Seminary’de doçent olarak çalıştı. Profesörlük yıllarında ise sırasıyla New School for Social Research ve Rutgers University’de görev yapan Berger, 1981 yılında Boston Üniversitesi’ne geldi. Sosyoloji ve teoloji profesörü olarak ekonomik gelişme ile dünyanın farklı yerlerindeki sosyo-kültürel değişimler arasındaki ilişkiler konusunda sistematik tarzda incelemeler yapan Boston Üniversitesi bünyesindeki “The Institute for the Study of Economic Culture” isimli kuruluşu kurdu. Amerika’nın halen önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olan bu enstitünün 1985-2009 yılları arasında direktörlüğünü yapan Berger’in sosyolojik teori, din sosyolojisi ve Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişimi ile ilgili yazmış olduğu onlarca eser, neredeyse bir düzine dile çevrilmiştir. Kutsal Şemsiye, Modernleşme ve Bilinç, Gerçekliğin Sosyal İnşası, Melekler Hakkında Söylenti gibi bazı önemli kitapları da dilimize aktarılmıştır. Kendisini teolojik anlamda liberal Protestan, siyasal ve toplumsal anlamda ise “ılımlı-muhafazakâr” olarak tanımlayan (Varacalli, 2012) Berger, ilerlemiş yaşına rağmen, halen American Interesfte haftalık olarak yazılarına devam etmektedir.
Yukarıda kısa hayat hikâyesini sunmaya çalıştığımız Berger’in dini nasıl tanımladığına ve onun işlevlerine dair görüşlerine göz atmakta fayda var. Berger, dini, “bir toplumdaki fertlerin en yüksek iyi olarak kabul ettikleri her şey” (Berger, 2002a, s. 125) olarak tanımlar. Ona göre din, “insan tarafından kurulan bir mana âlemidir” (Berger, 2005, s. 253). Diğer bir ifadeyle din, “Anlamı insanı aşan hem de içine alan bir düzene inanmadır” (Berger, 2002a, s. 128). Berger, işlevselci bir bakış açısıyla dinin toplumsal işlevlerini irdeler. Bunlar Durkhe- im’ın da üzerinde durduğu konulardan biri olan “sembolik bütünleştiricilik”, İkincisi “toplumsal kontrol”, üçüncü ve sonuncusu ise “toplumsal yapılandırma”dır.
Dinin hemen hemen bütün alanlarda bütünleştirici bir rolünün bulunmasının aşikâr bir şey olduğunu belirten Berger, işte bu role “sembolik bütünleştiricilik” adını verir. Bu işlevin, Durkheim’ın çalışmalarının merkezinde yer aldığını ve onun, insan topluluklarında dine bütünleştirici bir unsur olarak baktığını ifade eden Berger, böyle bir tezin yanlış ya da şaşırtıcı olmadığını dile getirir. Çünkü Berger’e göre de din, her şeyin üstünde, insan hayatında düzenleyici bir temeldir ve ferdin hayatını ferdi kapsayan fakat aynı zamanda aşan mutlak anlamlar ve değerlere göre düzenler. En azından önemli sosyal davranışlara (mesela evlilik, çalışma hayatı, savaş) bunları yerine getiren fertlerden çok daha büyük anlam ve değer atfedilir. Böylece evlenmek dinî ayin, çalışmak tanrıları memnun edici görev, savaşta ölmek ise daha mutlu ahiret hayatı için pasaport haline gelir. Dinin sembolik bütünleştiricilik işlevi ise en bariz şekilde ayinlerde görülür. Burada, toplumun hayati sorunları açık şekilde sembolik olarak kutsalın sahasına yükseltilir. Yine, insanın bütün toplumsal ilişki ve davranışlarının sembollerle sıkı ilişki içerisinde olduğuna dikkat çeken Berger, dinin, bütün sembollere anlamı veren kuşatıcı bir mahiyet arz ettiğini ve mutlak sembollerin kaynağı olduğunu vurgular. Dinî işlevlerin, toplumsal kurumlara nüfuz ederek onların devamlılıklarını sağladığını belirten Berger, din ile ilgili görüşlerini daha sonra bir eserine isim olan kelime ile yani “şemsiye/kubbe” ile çok daha anlamlı ve kalıcı kılar: “Din, sosyal kurumlar ağının üzerini kaplayan, o olmadığı zaman yoksun kalacakları istikrar ve “doğruluk” görüntüsü veren bir kubbedir.” (Berger, 2002a, s. 130-131)
Berger’e göre, dinin diğer önemli bir işlevi de toplumsal kontrol, yani insanların toplum kuralları çizgisinde tutmaya yardım etmektir. Dış ve iç kontrol, yani ferdi dışarıdan itaate zorlayan ve bunu ferdin kendi vicdanı içinden yapanlar arasında ayrım yapılabilir. Din iki kontrol türüyle de önemli bağlara sahiptir. Dış kontrol meselesinde din, Max Weber’in meşrulaştırma diye adlandırdığı şeyi yerine getirir. Bu, din toplumda gücün kullanımını haklı gösterir, “açıklar” ve “gerekçelendirir” demektir. Dinin son olarak “toplumsal yapılandırma” işlevi vardır. Din sık sık kutsal kökeni olmayan yapıları meşrulaştırır. Fakat toplumun belirgin farklı kategorilerini dinsel açıklamalar içerisine oturtabilmek için din bazen bilfiil bu yapılanmanın prensiplerini sağlar. Geleneksel Hint kast sistemi buna örnektir. Çünkü din asla salt bir sosyolojik/toplumsal yan ürün değildir. Onun kendine has mantığı vardır ve bazen beşerî olayların gidişatını etkilemede güce sahiptir (Berger, 2002a, s. 135).
Berger’in dine yaklaşımı, aslına bakılırsa onun modernleşme, sekülerleşme ve çoğulculuk konuları hakkında yapmış oldukları analizleriyle daha da berraklaşır. Zira özel anlamda sosyolojide, genel anlamda sosyal bilimlerin hemen tamamında tartışılan bu önemli konular, Berger’e göre dinin varoluşundan bugüne dek süregelen hayatında onu en fazla etkileyen olaylar arasında yer almaktadır.
Modernleşme ve Din
Her şeyden önce, Berger’in modernite ile ilgili şu önemli sözünü söyleyelim: “Modernlik, herhangi bir tarihi olay nasıl inceleniyorsa, o şekilde incelenmelidir” (Berger, 2000, s. 14). Berger, modernliği anlamak için önemli bir soruyla işe başlar: “Modern diye adlandırılan dönem ve olayı diğerlerinden ayıran özellikler nelerdir?” Ona göre modernliğin iki özelliği vardır: Bunlardan biri, modernliğin kendinden önce gelenlerden sadece farklı değil, aynı zamanda onlardan üstün olduğu varsayımıdır. Diğeri ise büyük halk kitlelerinin modernlik hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları yolundaki sanıdır. Berger’e göre, modern üstünlük varsayımının kökü, Batı’yı en azından 18. yüzyıldan beri diğerlerine üstün kılma fikrinde yatmaktadır. Hâlbuki bu anlayış çok yanlıştır ona göre. Zira modernliğin en önemli göstergelerinden biri olarak kabul edilen «gelişme», deneysel olarak kanıtlanabilir bir şey değildir. Örneğin bir bilim adamı, 20. asrın New York’unun 15. asrın Floransa’sından üstün olduğu yolundaki inancına rağmen bir bilim adamı olarak konuyu incelerken bu inancını -fenome- nolojik dille- parantez içinde tutmalı, etkisi altında kalmamalıdır.
Berger’e göre moderniteye karşı baştan beri iki karşıt tutum benimsenegelmiştir. Birisi, tarihin bazı iyi görünümleri ya da süreç fikri açısından moderniteyi önemseyerek onu olabildiğince yücelten bir anlayıştır. Diğeri ise modernitenin büyük bir dejenerasyona sebebiyet verdiğini, zarafeti yok ettiğini, hatta insanı insanlığından çıkaran bir süreç olduğunu söyleyerek ondan şikâyetçi olan bir anlayıştır. Moderniteye karşı kesinlikle şu tavır takınılmalıdır Berger’e göre: “Moderniteyi ne göklere çıkarmalı ne de olumsuzluklarından dolayı dövü- nülmelidir. Yani ne ilerici ne de gerici olunmalıdır. Modernite de kendisinden öncekiler gibi tarihî bir fenomendir. Aslında o, kaçınılmaz bir şekilde takdir edilesi ve içler acısı özelliklerinin bir arada olduğu bir karışımıdır. Aynı şekilde doğruların ve yanlışların da bir karışımıdır” (Berger, 1979, s. 10-11).
Peter L. Berger’in moderniteye dönük en dikkate değer ve orijinal söylemlerinden biri, onun, insanoğlunun içerisinde yaşamını sürdürdüğü evi/yuvayı modernitenin yıktığını ifade etmesidir. Berger’in buradaki evden kastının iki yönü vardır: Birincisi gerçek anlamda “evin yıkılışı”, ikincisi ve teorisinin asıl merkezini oluşturan kısmı ise mecazî anlamdaki “ev” olan “din”in yıkılışıdır. Berger’in bu mecazî anlamdaki “evin yıkılışı” söylemi, sosyoloji ve din sosyolojisinde oldukça meşhurdur.
Berger’e göre modernitenin ilk nüvelerini görmeye başladığımız Rönesans ve Reform öncesinde bireylerin “ev” ile “işyeri” iç içeydi ve birbirlerinden bağımsız değillerdi. Aileler daha çok geleneksel büyük aile niteliği taşıyordu. Fakat 17. yüzyılda önce Avrupa’da, daha sonraları ise Amerika’da ailenin üretim birimi olmaktan çıkması ve üretimin fabrika, işyeri ve modern bürolara taşınması, bireyleri modern çekirdek aileler içerisinde yaşamaya mecbur etmiştir. Sanayileşme ile birlikte ev ile işyeri, üretim ve tüketimin arası ayrılmış ve aile bireyleri işe gitmek için evden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Bu gelişme açık-soy ailesini, bütün toplum katmanlarını kapsamak üzere çözmüştür. Dolayısıyla geleneksel toplumlarda her türlü yapıp etmelerin mekânı olan ev, modernleşmeyle birlikte önemli bir yıkıma uğramıştır (P. Berger, B. Berger ve H. Kellner, 2000, s. 204).
Berger’in “evin tahribatı/yıkımı” ile ilgili dile getirmiş söylemlerinden İkincisi ve asıl önemlisi, modernitenin dinin tahribatına sebebiyet verdiğidir. Modern-öncesi dönemde din, hayatın en önemli merkezî fenomeniydi. İnsanların her türlü eylemleri, düşünüşleri, yaşam tarzları, dünyaya bakışları kısaca yaşamaya dair her ne varsa hepsi dinin öğretilerine göre gerçekleştiriliyordu. Çünkü din, toplumdaki bütün kurumların en üstünde Berger’in deyişiyle bir “kubbe/şemsiye” idi. İnsanların karşılaşmış olduğu olağanüstü şeyler, acı ve ıstıraplar, mutluluklar, kısacası her şey belirli bir kader çizgisi yönünde ilerliyor, her şeyi o belirliyordu. Bununla birlikte din, insanoğlunun hayatına anlam katan yegâne değerdi. Din sayesinde bireyler mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürüyor, karşılaşmış oldukları olumsuz durumlarda evlerine, yani “dine” sığınıyorlardı. Fakat modernite ile birlikte bahsedilen şeylerin hemen hepsi alt-üst olmuştur (Dereli, 2012, s. 132). Weber, modern dünyayı “büyü bozumu” şeklinde tasvir etmişti. Hakikaten de modernite dünyayı kullanılan, değiştirilebilen, tüketilmeye yönelik ve insanın hizmetindeki maddeden ve varlıklardan oluşan bir mekanizma haline sokmuştur. “Modern insanın kendisinden başka hesap vereceği hiçbir üst-otorite kalmamıştır; o otorite ile ilişkisini kopardığı günden beri doğa ve eşya ile olan ilişkilerinde insanoğlu dengesini kaybetmiştir. Yaratılış hiyerarşisinin tepesinde olan insan, bu özelliğinin tüm avantajlarını kullanarak ama kendinden daha alt-konumda olan canlılara ve cansızlara kuralsızca hükmederek kendi varlığının maddi-manevi temelini de yok etmeye başlamıştır” (Canatan, 1995, s. 137).
Modern sosyal yaşamın evsizliğinin, en tahripkâr ifadesinin din alanında gerçekleştirdiğine vurgu yapar Berger. Çünkü günlük yaşamın ve bireyin hayatının çoğulculuk kazanmasının bir sonucu olarak devreye giren gerek kognitif ve gerekse normatif manalardaki genel belirsizlik, dine güvenirlik konusunda ciddi krizleri de beraberinde getirmiştir. İnsanın ihtiyaçlarına, taleplerine mutlak bir belirlilik getirme görevini asırlardır sürdüren dine karşı beslenen güven duygusu büyük ölçüde sarsıntı geçirmiştir. Modern toplumdaki dinin geçirdiği bu krizin bir sonucu olarak da sosyal evsizlik metafiziksel bir yapıya bürünmüş, yani “evrende evsizlik” sorununa dönüşmüştür. Bu soruna dayanmak ise her babayiğidinin harcı değildir (P. Berger, B. Berger ve H. Kellner, 2000, s. 205).
Evrende evsizlik sorununa çözüm için modern dünyada din yerine başka bir kurumun oluş- turulamayışı ise işin en acı tarafıdır. Din ile birlikte bütün diğer kurumların bugün ev olma özelliğini kaybettiğine dikkat çeker Berger. Modernitenin oluşturmuş olduğu dünyada, rollerin kişiliği oluşturma şansı da kalmamıştır. Çünkü roller bireyi sadece başkalarından değil aynı zamanda bizzat bireyin bilincinde de saklayan “büyülü bir peçe” haline gelmiş, bundan dolayı modern insan, kaçınılmaz olarak gördüğü üzere sürekli olarak kendisini arayış içerisinde kalmıştır. Ve modern bireylerdeki, özellikle de modern genç bireylerdeki “yabancılaşma” duygusunun ve bunun oluşturduğu kişilik krizlerinin baskın olması, işte bu acı gerçeğin sonucudur (Berger vd., 2000, s. 109).
Berger, modernleşme ve sekülerleşmenin getirdiği dünyada “anlam”ın kaybolmaya yüz tuttuğunu ve bundan dolayı da insanoğlunun “anlam krizi”yle karşı karşıya kaldığını da belirtmektedir. Anlam kriziyle ilgili ayrıntılı analiz yaptıktan sonra, özet mahiyetinde “aracı kurumlar” dediği kiliselerin olmazsa olmaz niteliğine dikkat çekerek bunları anlam krizinden çıkış yolu olarak gösterir (Berger ve Luckmann, 1995, s. 66). Ona göre anlam kriziyle hangi tür tedavi yöntemleriyle başa çıkmaya çalışırsanız çalışın sonuç boştur. Anlam krizinden düzlüğe çıkabilmek için tek çare kaçınılmaz bir şekilde aracı kurumlar dediği kiliselerin tekrar etkisini artırması, toplumdaki o eski gücüne tekrar kavuşması, yani dinin tekrar toplumdaki merkezî rolünü üstlenmesidir. Çünkü modern toplumun içini kanatan ve biçare hastalıklara maruz bırakan anlam krizleriyle başa çıkmanın tek yolu, toplumdaki her türlü unsur için bir çimento vazifesi görerek onları bir araya getiren ve topluma/insanlığa “yeni bir anlam” katan aracı kurumlardır.
Modernliğin elbette ki kazanımları vardır Berger’e göre. Modern dönemde gelişen teknoloji ile birlikte tıbbın gelişerek özellikle çocuk ölümleri oranında hayli düşüşlerin yaşanması, eğitim-öğretimin toplumun hemen tüm katmanları arasında yayılması ve modernitenin insanları görece daha özgür kılması, bu kazanımlardan bazılarıdır. Fakat bunun yanında modernliğin ikilemleri/çıkmazları da söz konusudur: Soyutluk, gelecek yönelimli olma, bireyselleşme, özgürlük ve sekülerleşme/dünyevîleşmedir. Bunlar arasında da belki de en önemlisi, sonuncusu olan sekülerleşmedir. Zira modernleşme, dinî inanç ve deneyimlerin inandırıcılığına çok büyük bir tehdit getirmiştir. Bu öyle bir tehdittir ki dinî geleneğin büyük bir esneklik gösterdiği ve hatta güçlü canlanma kapasitesi bulunan (örneğin, İslâm dünyası) ülkelerde bile, modernleşmenin sekülerleştirici etkileri güçlü şekilde hissedilmektedir. Elbette sekülerleşme, dinî inanç ve pratiklerin tamamen ortadan kaybolacağı anlamına gelmemiştir. Fakat geniş halk kitleleri arasında, özellikle de seküler dünya görüşünün entelektüel elitler ve modern toplumlardaki eğitim-öğretim kurumları tarafından “kurulmaya” çalışıldığı ülkelerde, dinî yaşama bağlılıkta önemli ölçüde bir zayıflama anlamına gelmiştir (Berger, 1977, s. 77-78). Berger’in bu önemli görüşlerinden hareketle sekülerleşme serüvenini biraz daha açmak istiyoruz.
Sekülerleşme ve Din
Modern çağın büyülü ve bir o kadar da muğlâk kelimelerinden birisi de bilindiği üzere sekülerleşme/dünyevîleşmedir. Öyle ki sosyolojinin bir disiplin haline gelmeye başladığı günlerden bu yana genel anlamda sosyologların özel anlamda ise din sosyologlarının zihnini hayli meşgul eden kavramlardan birisidir. Peter Berger, Thomas Luckmann, Rodney Stark,
William S. Bainbridge, Jeffrey K. Hadden, Robert N. Bellah, Grace Davie, David Martin, Bryan Wilson, Steve Bruce, Daniel Bell ve diğer birçok Batılı sosyolog gerek kitaplarıyla, gerekse makaleleriyle sekülerleşme konusunu çok geniş bir şekilde işlemişlerdir. Bundan dolayı pek tabiidir ki, bu sosyologlar arasında kavrama yaklaşımlar noktasında belirgin ayrımlar söz konusudur. Bir tarafta dinin eski zamanlardaki etkinliğini yitirdiğini ve dünyanın modernleştikçe sekülerleşeceğini ve dinin tabiri caizse buharlaşarak insanoğlunun hayatından çekip gideceğini savunanlar varken, diğer tarafta ise bunun böyle olmadığını, sosyal hayatın bazı alanlarındaki etkinliği ya da merkezîliği konusunda kısmî önem kaybına uğrasa da, dinin halen etkisini sürdürdüğünü ve dünyanın hemen her tarafında yeni bir dinî uyanışın ayan beyan olduğunu iddia eden birtakım sosyologlar vardır. Bir zamanlar sosyolojide “dokunulamaz” konulardan olup kesin bir kabul gören sekülerleşme kavramına, son onlu yıllarda dokunulmuş, üzerinin örtüsü açılmış ve ne olup olmadığı konusunda geniş çaplı analizler yapılmış ve hatta meselenin yelpazesi, bu kavramın sosyoloji literatüründen atılıp atılmaması gerektiği tartışmalarına kadar genişlemiştir.
Yukarıda ismini zikrettiğimiz sosyologlar içerisinde sekülerleşmeyle ilgili görüşleri konusunda belki de en ilginç düşüncelere sahip olan kişi Peter Berger’dir. Onun konuya yaklaşımı da bilindiği üzere hayli maceralıdır. Çünkü Berger’in hayatı, sekülerleşme savunucusu ve karşıtı olmak üzere iki ana bölüme ayrılır. “Genç Berger” olarak isimlendirebileceğimiz “Berger’in Birinci Dönemi”nde, o, modern dönemde dinin bir kültürde paylaşılan ve herkesi içine alan insanî bir gerçeklik algısına sevk eden ve böylece insanı yabancılaşma tehlikesinden kurtaran kutsal şemsiye olma vasfını yitireceğini öne sürüyordu. 1960’lardan 1990’lara kadar sekülerizmin sıkı savunucusu olup “dinin krizi”ni dillendirirken, “Berger’in İkinci Dönemi” diye adlandırabileceğimiz 1990’lardan itibaren ise tam zıt kutba geçerek sekülerizm karşıtı olmuş ve artık “sekülerizmin krizi”ni dillendirmeye başlamıştır.
Berger’in Birinci Dönemi: Dinin Krizi
Berger’in bu dönemindeki sekülerleşme yaklaşımı özellikle Kutsal Şemsiye adlı eserinde oldukça belirgindir. Berger, “sekülerleşme” kavramının, modern Batı tarihinde tecrübî olarak mevcut ve büyük önem taşıyan süreçlere işaret ettiğini belirterek kendisinin bu kavramla, toplum ve kültür alanlarının dinî kurumlar ve sembollerin egemenliğinden çıkarıldığı süreci kastettiğini ifade eder (Berger, 2005, s. 166-167). Sekülerleşmenin toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şeye karşılık geldiğini belirtir. Sanat, felsefe ve edebiyatta dinî içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir bakış açısı olarak yükselişinde gözlenebildiği gibi bu süreç, kültürel ve düşünsel hayatın tamamını etkisi altına alır. Dahası, burada sekülerleşmenin aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu kastedilmektedir. Nasıl toplumun ve kültürün sekülerleşmesi söz konusu ise aynı şekilde bilincin sekülerleşmesi de söz konusudur. Yani bu, modern Batı’nın dinî açıklamalardan yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.
Berger’e göre, hayatın kutsal ve profan olarak ayrılan alanlar arasındaki duyarlı denge eskiden Hıristiyanlık, yani din tarafından dizginleniyordu. Fakat bu realite kaybolduğunda, “Dünya”nın tamamen hızlı bir biçimde dünyevileşmesinin gerçekleşmesi kaçınılmaz olmuştur. Dünyevileşme modern insan için yepyeni bir durum ortaya çıkarmıştır. Belki de tarihte ilk kez dünyanın dinî bakımdan yasallaştırılışları yalnızca az sayıda bir entelektüel için değil, başka kenardaki bireyler ve özellikle de tüm toplumların geniş halk yığınları için de makul olma özelliklerini yitirmiştir. Yani, sadece devlet veya ekonomi gibi büyük kurumlar için değil, günlük hayatın gelişi-güzel alışkanlıkları için de bir “anlamsızlık” sorunu baş göstermiştir (Berger, 2005, s. 188-190).
Berger’e göre her şeyden önce, dünyevîleşmenin sokaktaki insanı etkilediği en çarpıcı yönlerinden biri, dinde bir güvenilir olma bunalımı doğurduğu yöndedir. Çünkü bir açıdan dünyevileşme, realitenin geleneksel dinî tanımlamalarının makul olma özelliklerinin topyekûn çöküşüyle sonuçlanan bir gelişmedir. Dünyevîleşmeyi, ancak modern toplumdaki somut alt-yapısal süreçlerin bir yansıması olarak gözükecek biçimde çözümlemek mümkündür. Dünyevîleşme, dinin üzerinde o denli etkindir ki, onun etkisi altında olan din bugün ancak “bağımlı bir değişken” olarak ikna edici bir biçimde tahlil edilebilir (Berger, 2005, s. 195).
Berger Kutsal Şemsiye adlı bu meşhur eserini 1967’de yayımlamıştı ve 1968’de “kendi fikrini beyan etmeme” şeklindeki entelektüel çekingenliğine rağmen, New York Times’a, kendisiyle yapılan söyleşide, “21. yüzyılda dine inananların çok küçük cemaatlerden ibaret olacağını; dünyanın her tarafına yayılan seküler kültüre karşı koyabilmek için de hepsinin bir arada yaşamak zorunda kalacaklarını” (Stark, 2002, s. 36) söylüyordu. Hatta Stark’ın da belirttiği gibi Berger, o konuşmasında tasvir yeteneğini de kullanarak “dine inanan kimsenin halinin giderek Amerikan üniversitelerinden birine uzatmalı bir ziyarette bulunan Tibetli bir müneccimin durumuna benzeyeceğini” ifade ediyordu. Fakat az sonra bahsini edeceğimiz ikinci döneminde ise “Amerikan üniversitelerinin Budist lidere konferans verdirmek için sıraya girdiklerini” yazacaktı.
Berger’in İkinci Dönemi: Sekülerizmin Krizi
Berger’in fikirlerindeki değişimin ilk nüvelerinin iyice belirginleştiği yer 1997 yılında National Interest’te yayımladığı “Secularism in Retreat” adlı makalesidir. Bu makalesinde genel olarak dünyanın hemen her tarafındaki inanç fotoğrafının, sekülerleşme konusunda kendisinin yanıldığına kanıt teşkil ettiğinden bahsetmektedir. Ona göre bir zamanlar bu teoriyi savunmak için gerekli sebepler olsa da bugün bunu söylemek ihtimal dâhilinde değildir. Çünkü bugün itibariyle modern toplum yakından incelendiği zaman, din ve sekülerizm çekişmesinde garip bir yer değişiminin olduğu görülür. Şöyle ki: “Modern dünyada önceleri din kriz yaşarken şimdilerde sıra sekülerizme gelmiştir. Bir dünya görüşü olarak sekülerizm, Aydınlanma düşüncesiyle aynı kaderi paylaşarak son zamanlarda önemli bir sarsıntı geçirmiştir. Bu da tabiatıyla dinin modern toplumdaki durumunu ve geleceğini etkilemektedir” (Berger, 2002b, s. 76).
Din sosyolojisinin son dönemdeki en önemli başarısının, bir zamanlar ağza bile almaya cesaret edilemeyen sekülerleşme teorisinin reddi olduğunu belirten Berger’e göre bunun nedeni, felsefî ya da teolojik anlamda yaşanan değişiklikler değil tezin, ABD de dâhil olmak üzere dünyanın dört bir yanında elde edilen deneysel bulguları açıklamada yetersiz kalışıdır (Berger, 2006, s. 90). Öğrencilerine bir teolog veya filozof olmaya göre sosyolog olmanın en zevkli yanının bu olduğunu söylediğini belirten Berger’e göre bir sosyolog inandığı teoriler ve onu destekleyen bulgular varken, zamanla bunların doğru olmadığını ya da yeni delillerle yanlışlandığını görebilir.
Modernitenin ve sekülerizmin bugün kesin bir kriz içerisinde olduğunu söylemek için oldukça önemli nedenler vardır Berger’e göre. Çünkü Üçüncü Dünya ülkelerindeki modernleşmenin aynı çizgide gerçekleşen ve değiştirilemeyecek bir süreç olmadığı çok daha açık bir hal almaya başlamıştır. Dahası en başından beri, modernizasyon süreci, karşı-moderni- zasyonun kontrolü altında gerçekleşen karşı-koyucu/telafi edici güçlerle sürekli etkileşim halinde olan bir süreçtir. Berger, sekülerleşmenin de aynı şekilde sekülerleşme-karşıtı güçler ile sürekli etkileşim halinde olan bir süreç olduğunu düşünmektedir. Bu etkileşimi tüm detayları ile araştırmadan karşı-modernizasyon ve karşı-sekülarizasyon hareketlerinin yalnızca Üçüncü Dünya ülkelerinde gözlemlenmediğini aynı zamanda kapitalist ve sosyalist varyasyonları içerisinde barındıran ve gelişmiş endüstri toplumları dediğimiz ülkelerde bile gözlemlendiğini söylemek yeterli olacaktır (Berger, 1990, s. 137-138).
Dünya ölçeğindeki bu dinî canlanmanın ise iki istisnası vardır. Bunlardan ilki, söz konusu sekülerleşme teorisinin geçerli göründüğü ve halen geçerliliğini sürdürdüğü Avrupa’dır. Batı Avrupa’da gittikçe yükselen bir ivme gösteren modernleşme ile birlikte sekülerleşmeyi belirleyen göstergelerde de bir yükselme olmuş ve kilisenin öngördüğü dinî inançları olduğu gibi kabullenen insanların sayısı azalmıştır. Cinsellik, evlilik ve çocuk yapma gibi konularda çoğu kimse dinî prensipleri takip etmez olmuştur. Kiliseye gidenlerin ve din adamı olmayı tercih edenlerin oranı ise büyük ölçüde düşmüştür. Artık oralarda yaygın bir seküler Avrupa kültürü söz konusudur. Ama bunun yanında son zamanlarda özellikle Fransa, İngiltere ve İskandinav ülkelerinde yapılan bazı din sosyolojisi araştırmaları sekülerleşme nitelemesini sorgulamaktadır. Bu tartışmalar organize kiliselere karşı var olan yabancılaşmaya rağmen, özellikle Hıristiyanlık içerisinde çok kuvvetli bir dinî canlanmanın olduğunu gösteren veriler ortaya koymaktadır. Bu veriler dikkatle incelendiği zaman Avrupa’da dini tanımlayan şeyin “sekülerleşme”den ziyade “kurumsallaşmış dinden kaçış” olduğu görülmektedir. Yani din için bir “yok olma” değil bir “yer değiştirme” söz konusu olmuştur. Bununla beraber Avrupa’nın, dünyanın diğer bölgelerinden farklı olduğunu da belirtmek gerekir. Mesela ABD, Avrupa’dan din adına müspet yönde kesin bir farklılık arz eder. Amerikalılar Avrupalılara nazaran daha dindar ve kiliseye daha bağlıdırlar. Berger’e göre din sosyolojisinin sekülerleşme konusundaki en önemli görevlerinden birisi, Avrupa ile Amerika’yı kıyaslamak olmalıdır. Çünkü böyle bir karşılaştırma, modernite ile sekülerleşme denklemini, yani modernitenin sekülerleşmeyi doğuracağı tezini geçersiz hale getirecektir. Çünkü Amerika Avrupa’ya göre çok daha dindardır ama daha az modern değildir (Berger, 2002c, s. 22).
Peki, dünyanın en modern ve gelişmiş ülkesi olarak telakki edilen Amerika, daha az modernlik vasfı bulunan Avrupa’dan niçin çok daha dindardır? Bunlardan hangisi istisnaî bir durumdur; Amerika mı yoksa Avrupa mı? Berger, bu soruya Avrupa’nın istisna teşkil ettiğini söyleyerek cevap verir. Çünkü Amerika da dâhil olmak üzere dünyanın hemen her tarafı dindarlaşırken Avrupa’nın gittikçe sekülerleşmesi normal bir durum değildir. Dinin dünyadaki genel durumuna bakınca, sekülerleşmeyi bir norm olarak değil de açıklanması gereken ilginç ve sapkın bir fenomen olarak ele almak gerekir. Berger, bugün din sosyolojisinde bazı soruların doğru sorulması gerektiğini ifade eder. Örneğin “Amerika niçin daha dindar?” yerine “Avrupa niçin hâlâ seküler?” sorusunu sormak gerekir. Yine mesela “İran’daki funda- mentalizmi nasıl açıklarsınız?” sorusu yerine “Niçin Batı Avrupa farklı?” sorusunu sormak gerekir (Epistemological Modesty…, 1997).
Berger’in Avrupa’yı, dindarlaşma ve dinin sekülerleşmeye galip geldiği konusunda istisna tutmasına bazı önemli sosyologlar karşı çıkmaktadırlar. Örneğin bunlardan biri olan İngiliz din sosyologu Grace Davie, 1945’ten Bu Yana İngiltere’de Din adlı kitabında, kurumsal dinin Avrupa’nın birçok yerinde önemli rol oynamaya devam ettiğini ileri sürmektedir. Fransız din sosyologu Daniele Hervieu-Leger ise Fransa’da tecrübe edilen yoğun sekülerleşme sürecine rağmen Katolikliğin Fransız kültüründe halen etkin bir konumda olduğunu iddia etmektedir (Bodur ve Çapcıoğlu, 2012, s. 141).
Berger’e göre Avrupa’nın yanında sekülerizmin gerilediğini öne süren teze istisna oluşturacak bir örnek daha vardır: Batı’yı örnek alan ülkelerde Batı tipi yüksek eğitim alan özellikle sosyal bilimlerden insanların oluşturduğu sekülerleşmiş bir alt kültür mevcuttur. Bu alt kültür ilerlemeci ve Aydınlanmacı düşüncenin inanç ve değerlerinin kendi ülkelerindeki bayraktarlığını yapmaktadır. Dünyanın hemen her bölgesinde böyle bir tablo söz konusudur.
Berger’in Fikrî Değişiminin Sebepleri
O güne kadar sekülerleşme konusundaki fikirleriyle sosyologları peşinden sürükleyen bir sosyolog olan Berger bu düşüncelerinden niçin vazgeçmiştir? Sebeplerini soruşturduğumuz zaman, aslında Berger’deki değişimin yukarıda ismi geçen makaleyi yayımladığı 1990’lı yıllardan çok daha öncesine dayandığını söyleyebiliriz. Bu değişimin altında yatan etmenlerden belki de en önemlisi, Berger’in 1969 ila 1972 yılları arasında, Ivan Illich ve onun Meksika Curnavaca’daki “think-thank”indeki diğer önemli isimlerle birkaç yaz tatilini geçirmesidir (Davis, 2012). Bu yıllar, “entelektüel ajandamda keskin bir dönüş gerçekleşti” dediği yıllardır. Eskiyle yeni dönemi arasında köprü vazifesi gören eseri The Homeless Mind’in önsözünde Berger, buna bir ipucu olarak, gelişme problemlerine yönelik ilgisinin bilimsel nedenlerden daha ziyade siyasal nedenlerden dolayı (Berger vd., 2000, s. 11) ortaya çıktığını söyler.
İlginç olan nokta ise Berger’in otobiyografik eseri olan ve kendi hayatıyla ilgili pek çok itirafta bulunduğu Adventures of an Accidental Sociologist -How to Explain the World Without Becoming a Bore- (2011) adlı son kitabında bu dönüşümüyle ilgili hemen hiçbir şey söylememesidir. Bunun yanı sıra kendisiyle yapılan söyleşilerde de ona bu dönüşümünün sebepleri sorulduğunda ayrıntıya girmeden cevaplar verdiği görülmüş ve farklı özelliklere sahip dünyanın pek çok yerinde dinin yükselişine işaret etmiştir. Zira Berger’e göre bu dönüşüm, öncesiyle sonrası arasındaki bir değişim yolculuğudur; kesinlikle bir zihniyet değişimi değildir (Davis, 2012). Yine ona göre sosyal bilimler, birilerinin teorilerinin doğrulandığı kadar yanlışlandığı zaman da “eğlenceli”dir ve sosyolojideki bazı derinlikli içgörüşler/kavrayışlar, zaferlerden çok yanlışlardan ortaya çıkmıştır (Hijelm, 2012). Bununla birlikte bazı yazarlara göre Berger’in sekülerleşme konusunda yaşamış olduğu değişim ve dönüşüm, onun Avrupa’dan Amerika’ya göç etmesi ve artık Amerikalı gibi düşünmesinden kaynaklanmıştır (Swatos ve Christiano, 2002, s. 111).
Çoğulculuk ve Din
Berger’in düşüncelerinin temelinde yer aldığını öne sürdüğümüz üçlü sacayağının üçüncü ve son ayağı, onun sekülerleşmenin “ikiz kardeşi” olarak tanımladığı çoğulculuk olacaktır. Zira Berger’in bu tezi de en az sekülerleşme ya da modernleşme konusundaki görüşleri kadar önemlidir. Her şeyden önce Berger’in konuyla ilgili en önemli sözünü dile getirelim: “Modernleşme kaçınılmaz olarak herkesin iddia ettiği gibi sekülerleşmeye değil, çoğulcu- laşmaya yol açar” (Berger, Davie ve Fokas, 2008, s. 12).
Berger “çoğulculuk” kelimesini kısaca şu şekilde tanımlar: “Farklı dünyagörüşü olan toplum- larda, yurttaşlık barışı şartları altındaki değer sistemlerinde ve insanoğlunun birbiriyle etkileşim halinde bulunduğu yerlerde, aynı yerde varolma durumu” (Mathewes, 2006). Modern dönem öncesinde bireyin hayatının merkezinde kaderin ön planda olduğuna dikkat çeken Berger bu dönem insanlarının yaşamlarında, gündelik meşgalelerinde, düşüncelerinde, umutlarında ve beklentilerinde, başına gelen şeylerde,kısacası hemen her şeyde kadere razı bir durum olduğuna işaret etmiştir. Modern dönemde ise durum değişmiş, modern öncesi dönemde merkezî bir konumu olan kader arka planlara itilmiş ve kişinin akıl ve mantığıyla yaptığı, yöneldiği seçimler önem kazanmıştır. Berger’e göre bunun en belirgin örneği doğum olaylarında ve değişen hamilelik anlayışındadır. Modern öncesi dönemde hamile kalmak tamamen kadere irca edilen bir özelliğe sahipken, modern dönemde hamileliği önleyen ilaçların ortaya çıkması bu olayı kader çizgisinden çıkarmıştır. Aynı şekilde doğum kontrolü, aile planlaması gibi modern dönemde ortaya çıkan anlayışlar da doğum olaylarını kader meselesi olmaktan ziyade modern bireylerin kendi akıl ve mantıklarıyla yaptıkları seçim haline gelmiştir. Kısacası Berger’e göre önceden kaderin aldığı yeri, şimdi birtakım seçimler almaktadır. Ya da kader artık karara dönüşmüştür.
Bu karar çoğaltma ameliyesi, sistematik fikre az ilgisi bulunan ya da hiç bulunmayan sıradan sayısız insan tarafından teorik öncesi düzeyde tecrübe edilmiş ve kaçınılmaz olarak, bu durum, kader tarafından kendisine verilen şeyleri sistematik olarak sorgulayan yeni bir yoruma davetiye çıkarmıştır (Berger, 1979, s. 12-16). O halde modern birey, geleneksel bireyin içerisinde yaşadığı kader dünyasıyla keskin bir zıtlık oluşturacak şekilde bir seçim dünyasında yaşamaktadır. O, gündelik yaşamın sayısız durumları arasında seçim yapmak zorundadır; fakat bu seçme zorunluluğu onu inançlar, değerler ve dünya görüşü/hayat felsefesi alanlarına götürmek zorundadır. Kısacası modern birey, hayatın her alanında alternatifler dünyasında bir seçim yapmak zorundadır.
Berger, çoğulculuğun sadece sosyal hayatta değişiklikler meydana getirmediğini, dinî kuruluşların tekelliğini de yerle bir ettiğini önemle belirtir. Ona göre insanlık tarihinin büyük bir kısmı boyunca dinî kuruluşlar toplumda tekeller olarak mevcudiyetlerini sürdürmüşlerdir. Dinî kurumlar bu tarihî dönemlerde doğrusunu söylemek gerekirse sahici kurumlar, yani hem düşünce hem de aksiyonu düzene koyan merkezler idi. Dünya, yalnızca toplumun olağan güçleri ve onların toplumsal denetim araçları vasıtasıyla değil çok daha temelli bir biçimde o toplumun üyelerinin sağduyusu vasıtasıyla da idame ettirilen bir dünya idi. Dinî olarak tanımlandığı için bahis konusu dünyanın dışına adım atmak demek, kaotik bir karanlığa, anomiye ve belki de çılgınlığa adım atmak demekti (Berger, 2005, s. 205). Fakat modernite, getirmiş olduğu büyük değişim ve dönüşümlerden sonra bu anlayışı darmadağın etmiştir. Aynı şekilde modern öncesi toplumlardaki pek çok bireye bilinmez olan bilişsel ufku açan kitlesel eğitim ve kitlesel okuryazarlıkla ya da daha vahimi, modern kitlesel iletişim medyası aracılığıyla modernite bu homojenliği ortadan kaldırmıştır. Modernite bu etkiyi uzun zamandır gerçekleştirmekteydi; fakat küreselleşme ile hızlı bir şekilde bu etki dağılmakta ve daha da yoğunlaşmaktadır. Bugünün dünyasında birisi, bu çoğulcu dinamiğin dokun(a)madığı pek az yer bulabilir (Berger vd., 2008, s. 13).
Berger bundan böyle artık insanların hayatlarında “tekel bir din”den söz etmenin mümkün olamayacağını, pek çok dinî grubun ya da cemaatin, insanların dinî anlayışlarında etkin olmaya başlayacağını öne sürer. Yani “(1) modernite, bireylerin yaşamlarını çoğullaştırır, çeşitlendirir ve bu durum da sonuçta (2) bireylerin kendilerine ait olan inançlarını aşındırır” (Berger, 2006, s. 90). Berger böyle bir sürecin ilk defa Amerika’da gerçekleştiğine dikkat çeker: “İyi bilinen tarihî nedenlerden dolayı, çoğulculaştırıcı süreç ilk defa, günümüze kadar varlığını sürdüren ve karşılıklı hoşgörülü mezheplerden oluşan bir sistemin kurulmasıyla sonuçlanan Amerika’da tahakkuk etti. Amerikan usulü bu mezhep biçimi, gerçekte kalıcı olması ve kendi öz bölgesindeki diğer kiliselerle rekabete gitme noktasına ulaşması nedeniyle bir kilise olarak tanımlanmıştır” (Berger, 2005, s. 207).
Berger’e göre toplumdaki ve bireylerin hayatlarındaki anlam krizlerini oluşturan en önemli faktör, modern sekülerleşme değil modern çoğulculuktur. Modernite, nitel çoğulculuk kadar nicel çoğulculuk anlamına da gelir. Modern çoğulculuğun yapısal sebepleri ise herkes tarafından bilinir: Nüfusun artması, göçler ve bununla da ilişkili olarak, şehirleşme, fiziksel, demografik anlamda çoğullaşma, market ekonomisi ve pek çok türden insanları birlikte aynı yere atan ve onları mantıksal olarak barışçıl şekilde birbirleriyle ilişki kurmaya zorlayan endüstrileşme; hukuk kuralları ve bu barışçıl bir arada oluşa garanti teşkil eden demokrasi. Kitle iletişim araçları ise daimî ve şüphe götürmeksizin hayat şekillerinde ve düşünüşlerde çeşitliliği ayan beyan göstermektedir. Bu da kitlesel eğitim-öğretim üzerinde etkisi bulunan yazılı materyalin, kitleler üzerine zorunlu okullaşma ile baskı kurmasından ve en yeni elektronik medyanın etkisinden kaynaklanmaktadır. “Eğer bu çoğulculuğun meydana getirdiği etkileşimler, şu ya da bu şekilde engellenemezse, etkisini bütün gücüyle gösterecek ve o yıkıcı “yapısal” anlam krizini getirecektir” (Berger & Luckmann, 1995, s. 37-38).
Berger’in din ile çoğulculuk arasında kurmuş olduğu ilişkiler konusunda en dikkate değer söylemlerinden biri, çoğulculuğun ortaya çıkardığı dinlerin “pazarlanmak” zorunda kalacağını ve dolayısıyla dinî bir piyasanın oluşacağını öne sürmesidir. Ona göre din bundan böyle “satın almak” zorunda olan bir müşteriye “satılmalıdır”. Çoğulcu konum her şeyden önce bir pazar konumudur. Orada dinî kurumlar birer teşhir merkezleri haline gelirken dinî gelenekler de birer tüketici malları haline dönüşür. Bu durumda her nasıl olursa olsun hatırı sayılır bir ölçüde dinî aktivite pazar ekonomisinin mantığına göre belirlenmeye başlar (Berger, 2005, s. 208). Çoğu tekelci bir yapıya/statüye alışkın olan dinî kurumlar, bugün artık bir yarışma halindedirler. Bu durumda bireylerin seçim yapmak zorunda kaldıkları dinî bir market ortaya çıkmaktadır (Berger vd., 2008, s. 12).
Berger’e göre modern dünyada çoğulculuğun getirmiş olduğu ortamda dinî gelenekleri değişmez bir hakikat olarak korumak giderek zorlaşır. Diğer taraftan tüketici tercihinin dinamikleri dinî alana da dâhil edilir. Dinî içerikler böylelikle birer “moda” konusu haline gelir. Bu durum zorunlu olarak hızlı bir değişmenin olacağı ya da değişemezlik ilkesine teolojik olarak teslim olunacağı anlamına gelmez, aksine değişme olasılığının sözü edilen yapıya bir daha çıkmamak üzere ilk ve son defa dâhil edilmesi demektir (Berger, 2005, s. 217). Çıkan sonuç şudur: Çağdaş dönem büyük ölçüde bir “şüphecilik dönemi”dir.
Sonuç
Peter L. Berger geçirmiş olduğu entelektüel dönüşümleriyle bugün sekülerleşmenin lehinde ve aleyhinde konuşlanan her iki düşünür grubunun da atıf yaptığı bir isim olmuştur. Zira bugün sekülerleşmenin halen sıkı savunucusu olan pek çok sosyologa görüşleriyle ilham veren Berger, akademik ve entelektüel dünyayı şaşırtacak şekilde karşı cenaha geçmiştir. “Dinin krizi”nden “sekülerizmin krizi”ne olan bu yolculuk elbette ki çeşitli akademik ve sosyo-politik sorgulamalara konu edilebilir. Fakat açık olan bir şey var ki o da, insanın varoluşunu anlamlandıran dinî düşüncenin, klasik sosyologların öne sürdüğü gibi, ortadan kaybolup gitmeyeceği gerçeğidir. Zira modernite, yeni imkânlar sunmuş ve bireylerin zihin dünyalarını önemli ölçüde değiştirmiş olsa da insanlığa vaat etmiş olduğu “mutlu insanlık” formülünü gerçekleştirememiş, savaşların ve sıkıntıların olmadığı dünya cennetini tesis edememiştir. Dolayısıyla insanlığın yaşamış olduğu onca değişime ve dönüşüme rağmen dine olan inanç halen modern bireylerin de zihin ve gönül dünyalarında yer etmekte, dinî duygu ve düşünceler dünya ölçeğinde yeni toplumsal ve siyasal olaylara sebebiyet vermektedir. Bununla birlikte zamanın ruhuna uygun olarak dinin farklı anlaşılma ve yorumlanma şekillerinin ortaya çıkması ve dinî hayatın farklı hüviyetlere bürünmesi de kaçınılmaz görünmektedir.
Kaynakça
Berger, P. L. (1977). Facing up to Modernity: Excursions in society, politics and religion. New York: Basic Books.
Berger, P. L. (1979). The Heretical Imperative: Contemporary possibilities of religious affirmation. Garden City, New York: Doubleday.
Berger, P. L. (1990). A Rumour of Angels: Modern society and the rediscovery of the supernatural. New York: Doubleday.
Berger, P. L. (2002a). Dini ve Toplumsal Kurumların Değişimi. A. Çiftçi-R. J. Wuthnow-P. L. Berger, Din ve Modernlik -Toplumbilim Yazıları I- içinde, A. Çiftçi (drl. ve çev.), s.121-174. Ankara: Ankara Okulu yay.
Berger, P L. (2002b). Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine. Sekülerizm Sorgulanıyor içinde, A. Köse (drl. ve çev.), s. 75-93. İstanbul: Ufuk Kitapları.
Berger, Peter L. (2002c). Sekülerizmin Gerilemesi. Sekülerizm Sorgulanıyor içinde, A. Köse (drl. ve çev.), s. 11-32. İstanbul: Ufuk Kitapları.
Berger, P L. (2005). Kutsal Şemsiye. çev. A. Coşkun. İstanbul: Rağbet yay.
Berger, P L. (2006). Günümüz Din Sosyolojisinin Problemleri. A. Köse (hzl. ve çev.), Laik Ama Kutsal içinde, s. 87-107. İstanbul: Etkileşim yay.
Berger, P L. & Luckmann, T. (1995). Modernity, Pluralism and the Crisis of Meaning -The Orientation of Modern Man-. Gütersloh: Bertelsmann Foundation Publishers.
Berger, P L. – Berger, B. – Kellner, H. (2000). Modernleşme ve Bilinç. çev. Cevdet Cerid. İstanbul: Pınar yay.
Berger, P L. – Davie, G. – Fokas, E. (2008). Religious America, Secular Europe. Burlington: Ashgate Publishing Company.
Bodur, H. E. ve Çapcıoğlu, İ. (2012). Sosyolojik Teori ve Din. Din Sosyolojisi El Kitabı içinde, İ. Çapcıoğlu (Ed.), s. 111-147. Ankara: Grafiker yay.
Canatan, K. (1995). Bir Değişim Süreci Olarak Modernleşme. İstanbul: İnsan yay.
Davis, J. E. (2012). Peter L. Berger, Adventures of an Accidental Sociologist… SpringerScience+BusinessMedia, Soc, 49, 193199.
Dereli, M. D.(2012). Din Fenomenine Sosyolojik Yaklaşımlar -Peter L. Berger Örneği-. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
Hijelm, T. (2012). Book Reviev: Adventures of an Accidental Sociologist: How to Explain the World without Becoming a Bore. Acta Sociologica. 55, 292-298.
Mathewes, C. T. (2006). An Interview with Peter Berger. The Hedgehog Review. 8: (1-2), 152-157.
Stark, R. (2002). Toprağın Bol Olsun Sekülerleşme. Ali Köse (drl. ve çev.), Sekülerizm Sorgulanıyor içinde, s. 33-74. İstanbul: Ufuk Kitapları.
Swatos, W. H. ve Christiano, K. J. (2002). Sekülerleşme Teorisi: Bir Kavramın Serüveni. Ali Köse (drl. ve çev.), Sekülerizm Sorgulanıyor içinde, s. 95-121. İstanbul: Ufuk yay.
Epistemological Modesty: An Interview with Peter Berger. The Christian Century (1997). 114: 972-978.
Varacalli, J. A. (2012). Book Reviews. The Catholic Social Science Review, 17, 280-284.
————————————————————
Kaynak: IV. Türkiye Lisansüstü Çalışmaları Kongresi – Bildiriler Kitabı I
[i] Arş. Gör., Erciyes Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Din Sosyolojisi Bölümü. İletişim: [email protected], Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Melikgazi, 38039, Kayseri.