Prof.Dr. Bayram Ali ÇETİNKAYA[i]
Onuncu yüzyılda ortaya çıkan İhvân-ı Safâ topluluğunu, yaşadıkları dönemde var olan çeşitli bilimlerle ilgili arkalarında bıraktıkları 52 risâleden (Resâilu İhvâni’s-Safâ ve Hullani’l-Vefâ) tanıyoruz. Topluluğun kurucularının kimler olduğu, ne zaman ve nerede ortaya çıktıkları, faaliyetlerini nerede ve hangi tarihlere kadar sürdürdükleri, İslâm toplumunun hangi kesiminden oldukları gibi konular yüzyıllar boyu tartışılmış. İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde bile topluluk mensuplarının isimlerinin zikredilmemesi, çalışmalarında gizliliği kendilerine ilke edinmeleri, bilimsel problemleri tartışmak üzere belirli zamanlarda düzenledikleri toplantılara kendilerinden olmayanların katılamaması bu topluluğun “gizli” bir örgüt olduğu görünümünü veriyor. Bu durum onların kimlikleri ve dolayısıyla Resâ’ilü İhvâni’s-Safâ yazarı veya yazarları hakkındaki tartışmaların da kaynağını oluşturuyor.
Topluluğunun üyelerinden sadece şu beşinin ismi biliniyor: Ebu Süleyman Muhammed b. Ma’şer el-Bustî el-Makdisî (el-Mukaddesî), Ebu’l-Hasen Ali b. Hârûn ez-Zencânî, Ebu Ahmed Muhammed el-Mihrecânî (veya Nehrcûrî), el-Avlî (Avfî) ve Zeyd b. Rufâ’a. Makdisî dışındaki dört ismin topluluktaki fonksiyonunun, Makdisî’nin yazdığı risâleleri istinsah edip çeşitli bölgelere ulaştırmak, yazım için bilgi toplamak, periyodik olarak topluluğun kendine has faaliyetlerini konuşmak, düzenlenen toplantıları organize etmek gibi faaliyetler olabileceği anlaşılıyor. Bununla birlikte Cemiyet’in faaliyet merkezi Basra olmasına rağmen Bağdat ve Mısır’da da şubelerinin bulunduğu tahmin ediliyor.
Cemiyetin nasıl üye kabul ettiğine baktığımızda, ancak şahsî ve güvene dayalı temaslarla girilebildiğini anlıyoruz. Grup üyeleri genel olarak yaş durumuna göre tayin edilmiş olan dört dereceden oluşuyor. Yaşlı kesimin bilgilenmeye ve aksiyon almaya kapalı olmalarından dolayı gençler arasında faaliyet gösterdiklerini ve sadece belli bir yaş aralığında üye kabul ettiklerini biliyoruz.
Sembolik ve batın hermenötik
İhvân, Peygamberlerin getirdikleri, meleklerin haberleri, İblis kıssası, Âdem, meleklerin secdesi, misâk, kıyamet, yeniden dirilme (ba’s), haşr, hesap, mizân, sırat, cehennemden (ateş) kurtuluş, sevap, cennet, vb. hususların Tevrat, İncil, Kur’an ve diğer peygamberlerin sahifelerinde mevcut olduğunu söyleyerek, bunların varlığı konusunda bir şüphesinin olmadığını açık ve kesin bir şekilde ifade ediyor.
Hedeflerini gizlilik içerisinde gerçekleştirme yöntemini tercih ettikleri için Basralı filozofların, işlerini, fikirlerini ve hedeflerini hakikat kılıfıyla perdelediklerini anlıyoruz. Bu eylemlerinde belki de zorunlu olarak sembollere (remz) başvuruyorlardı. Ancak yine de Risâleler’ini bilimsel kıstasları gözeterek, felsefeyi geçmişin şümullü anlayışı çerçevesinde anlatıp, düşüncelerini satırlar arasına sıkıştırıyorlardı. Bundan dolayı her şeyin te’vil edilerek, her zâhirin de batın olarak anlaşılacağını ifade ediyorlardı.
İhvân’a göre, ayetlerin te’vili dikkat gerektiren bir sırdır ve bunun ilmi de derin bir deniz gibidir. Bu bağlamda İhvan, te’vil yapabilecek olanları, peygamberlerin halifeleri, hadis ehli (rivayet âlimleri), fakihler, zahitler olarak sınırlandırır.
Kur’an’ı mecazî olarak yorumlama yolunu tercih eden İhvân-ı Safâ, şerîatın ruhçu bir açıdan yorumlanması gereğini öne sürdü. Bu konuda onlar, yalnız din kitaplarına bağlı kalmadılar, Kelile ve Dimne gibi Hint kaynaklı kitapları ve Zerdüşt’ün eserlerini de yorumladılar.
Risâle yazarı, kutsal kitaplardaki yaratılış, Âdem, şeytan, bilgi ağacı, haşr, hesap günü, cehennem, cennet gibi bütün metafizik motiflerin sembol olarak alınması ve mecazî şekilde anlaşılması gerektiğini ifade eder. Yalnızca onlar nezdinde böyle şeylere akıl erdiremeyen avâmdır ki söz konusu olguları sözlükteki maddi anlamlarıyla alırlar. “O, gökten su indirdi” (13 Ra’d, 17) gibi temalar bile onlara göre sembolik anlamda alınmaktadır; nitekim ayette geçen “su”, bu bağlamda Kur’ân demektir.
İhvân-ı Safâ’nın kanaati, dini kanunların, milletlerin ihtiyaç ve mizaçlarına uygun olarak farklı olduğuydu. Tıpkı Mutezîlîler gibi onlar da, yukarıda belirtilen mevzularla birlikte bütün dinî temaların semboller olarak alınması ve alegorik olarak incelenmesi gerektiğini iddia ettiler. Bu çerçevede onlar, melekler, cin, şeytan ve iblisi tabiat kuvvetlerinin sembolleri olarak açımlardılar. Netice itibariyle olayları ve olguları zâhir ve bâtın ayırımı kapsamında değerlendiren İhvân için bu yöntem, İhvân düşüncesi üzerinde geniş bir etki bıraktı. Bu hususta onlar, te’vil için bir kapı, kitapları için bir üslup buldular ve te’villerinde sınır tanımadılar. Çoğu zaman İslâm’ın kaynaklarına dayanarak ortaya koydukları düşüncelerinin propagandasını yaptılar. Yayılmasını kolaylaştırmak için, fikirlerini ilim kılıfıyla sundular ve marifet boyasıyla boyaladılar, sembollerle ve işaretlerle göndermelerde bulundular.
Mensupları içerisinde gayrimüslim bulunmayan İhvân-ı Safâ, genelde din, özelde İslam dini hakkında özel te’villere müracaat etmişlerdir. Özel bir misyon duygusuyla yürütüldüğü hissini veren faaliyetlerinde hemen göze çarpan Şiî renkler sadece dramatik bir özellik taşımaktadır; zira bu özellik onlara kitlelerin duygularını zekice yönlendirme konusunda oldukça yardımcı olmuştur.
Topluluğun yorumlama yöntemini İsmâlîlikle ilişkilendiren Netton’a göre, İhvân’da Kur’an ve İslâmî geleneğin tefsir kavramları, İsmailîlik’in batınîliğiyle hafifçe boyanmıştır.
Dinî metinlerin yorumlanma tekniği
Risâleler’inde Kur’an ayetlerini sıkça zikreden İhvân-ı Safâ, çok sayıda araştırıcının tartışmalı biçimde kendilerine nispet ettiği İsmâiliyye akımının te’vil anlayışına uygun olarak, zâhir ve batın kelimelerinin altını çizmiş ve bu anlayışla ayetleri tefsir etmiş. Her şeyden önce onlar, Kur’an’daki müteşabih ayetlerin ancak kendilerine hikmet verilmiş bilginlerce yorumlanabileceğine inanmışlar ve doğal olarak kendilerini o sınıfın içerisinde görmüşler. Onlar, antropomorfist çağrışımlar yapan ayetleri te’vil hususunda ısrarlı olmuş, “hurûf-ı mukatta”ın gizli anlamlar taşıdığını ima ederek onları yorumlama yetkisine sahip olduklarını izhar etmişlerdir. Genel olarak Kur’an ayetlerine kısa ifadelerle yorum getirdiği görülen İhvân, nadiren bazı ayetlerin kapsamlı yorumunu yapmıştır.
Şeriatı spirituel bir yaklaşımla açıklayabilmek için Kur’an, mecaz yolu ile tefsir edilmiş. Aynı şekilde tefsirler, din ile alakası olmayan, mesela Kelile ve Dimne adlı eserdeki hikâyelere de tatbik edilmiş. Hatta Goldziher’in ifade ettiği gibi, özellikle hayvanların “sadık safîler” (İhvan-ı Safâ) sıfatı ile avcıların tuzaklarından ve diğer başka tehlikelerden, karşılıklı yardımlar sayesinde, nasıl kurtulduklarını anlatan “Boynu halkalı kumru” hikâyesi, birliğin adının konmasında etkili olmuş olabilir.
Hemen hemen konuyla ilgili tüm araştırmacılara göre “ruhanî rivayetleri” ilk defa “işaret te’viline” uygulayan ekolün ilk temsilcileri, Basra İhvân-ı Safâ’sıdır. Yine, Hintlilerin Pantschaatanta isimli masal kitabını Kelile ve Dimne adıyla Arapça’ya tercüme ederek kendi felsefî teorilerine göre te’vil eden de yine bunlardı. Onların üzerinde en çok özen gösterdiği şey, İslâmî rivayetleri kendi hedefleri ışığında te’vile tabi tutmaktı. Onlar, naslarda yer alan ve insanların kapasitelerine göre farklı idrak ettikleri kıssaların kapağı altında çok yüce hakikatler buluyorlardı. Yine, kimi zaman duyusal idrak, kimi zaman da rivayet ve nakil yoluyla ulaştıkları şeylerin hakikatine karşı da bir yandan derin gözlem ve araştırma, öte yandan da bâtınî keşif yöntemini uyguluyorlardı.
Sırrı koruma ilkesi
Hakikatin bilinme süreci ve aşamaları, onlara göre, insanlara bahşedilen ya da kendilerinin elde ettikleri kapasite ve yeteneklere paralel olarak değişen bir süreçtir. Bu farklılık, Goldziher’e göre, dini hakikatlerin anlaşılmasında da basit, olgunlaşmamış idraklerin salt maddî algılayışlarıyla, olgunluğun zirvesine ulaşmış kâmil insanların hakikatleri felsefî kalıplar içerisinde derinliğine anlayışları arasında da aynen geçerlidir.
Onlar, üstü kapalı ifadelerin altında yatan hakikatleri ve kendilerini kuşatan sufî gizemciliğinin labirentlerinde kaybolmadan dolaşmanın yollarını biliyorlardı. Bununla birlikte, bilmecemsi ve çözümü oldukça zor bir anlatım üslubu kullanmakta sufîlerden aşağı kalmıyorlardı. İslâm’da kelâmî düşüncenin başladığı günden beri çok tartışılan meselelerden biri olan “Allah’ın görülmesi” meselesinde, “ru’yetullah” tabirini, salt sözcüklere dayalı bir tezle şöyle yorumluyorlardı: “Allah’ın görülmesi, nurun, nurla, nur için, nurda ve nurdan görülmesidir.”
Bu türden ifade kalıpları ve mazmunlar, sufîlerin kitaplarında sık görülen şeylerdir. Bunlar, Arap dilinde harf-i cerler kullanılarak yapılan artistik gramer jimnastiğidir. Ve toplumdan “rızaya ermiş” ve marifette zirveye ulaşmış yetkin insanlardan başka kimselerin bu türden şeyleri anlamaları mümkün değildir. İhvân-ı Safâ’nın müteaddid olarak dikkat çektiği “sırrı koruma ilkesi” uyarınca, kendisine nasip verilmemiş kimselere ya da bu konuda yeterliliğini ispatlamamış kimselere bu bilgiyi vermekten kaçınıyorlardı. Onlar şöyle diyorlardı: “Bu sırrın sadece bir boyutunun ima ve ona bir şekilde işaretle yetinmek istiyoruz. Çünkü yüce Allah’ın şu sünnetine tebean onu açıklamak caiz değildir: ‘Allah dilediğini dosdoğru yola ulaştırır.'” Aynı cildin 98. sayfasında şöyle denilir: “Ey kardeş, anla işte bu işaret ve uyarıları. Ve buna benzeyen şeyleri bununla kıyaslayıp sırrı ifşa etme…” Yine onlar bir başka yerde şunları söylüyorlardı: “O (yani harfler ve sayısal semboller) gizlenmiş sırdır. Onları Allah’ın ihlaslı kulları dışında herkese öğretmek doğru değildir. Bu işaretlere delalet eden harflerden bir kısmını burada andık. Onlar Kur’an’ın sırrıdır. Açıklanması caiz değildir. Çünkü hakimler ve peygamberler buna izin vermemişlerdir.”
“İster Tevrat’a ister İncil’e ve isterse Kur’an’a inansın”
Bu da onları en büyük tarafa, Kur’an ve hadisteki dinî kıssaları te’vil yoluyla yorumlamaya yöneltiyordu. Onlar şunu diyorlardı ki: “İyi bil ki, ilâhî kitapların indirilişi zâhirî bir üslupladır. Onlar, okunan ve işitilen sözcüklerden oluşmaktadır. Bu zâhirî sözcüklerin bâtınî te’villeri vardır. Bu anlamlar da mantıkî ve anlaşılabilir anlamlardır. Böylece şeriat kurucular bu sözcükler ve anlamlar üzerine kanun koyuyorlar. Konulan bu kanunların da açık ve zâhirî hükümleri, onları dünya hayatında uygulayan insanlar için dünyevi bir kurtuluştur. Onların gizli bâtınî sırları da onu bilen kimseler için uhrevî bir kurtuluştur. Kim ilahi kitapların anlamlarını kavramayı başarır, şeriatların sırrı kendisine bildirilir, sünnet-i hasene ile amel etmeye çabalar, adil bir yol izlerse, bu özellikleri taşıyan nefisler cesetten ayrıldığı zaman, cennetlerin (sekiz kattır) kendilerine açıldığı meleklerin rütbesine yükselir.
Uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyuttan oluşan maddi varlığından kurtulur ve her biri yer ve göklerin yüz ölçümü kadar olan sekiz katlı cennetin tüm derecelerine kanat çırpar. Kim de bu sırrı bilmez ve söz konusu gizli manaları anlamaya irşat edilmez, lakin şeriatın zâhirî hükümleriyle amel eder, sünneti yaşar, adalete muvaffak olursa, bu nefisler de cesetten ayrıldıkları zaman, insan suretini muhafaza ederek kendisi lehine izin verilinceye kadar sırat-ı müstakim üzere kalır.”
İhvân-ı Safâ, işaret tefsirini sadece kıssalarla sınırlı tutmadı, dinin ibadet ile ilgili alanlarını da bu tefsir çerçevesinde yorumladı. Farzlar, hadler ve cezalar hakkında şöyle düşünüyorlardı: “Peygamberlerin haberlerinden kendilerine ulaşan şeyler, şeriatlerinin hükümleri arasında yer alan hadler, para cezaları ve ölçüler… Bütün bunlar nereden gelip nereye gittiğinden gafil olan nefse birer nasihat ve hatırlatma vesilesidir, tıpkı farzların belli sayılarda oluşu, peygamberlerin hükümlerinin belli şartlar üzere oluşu, onların terbiye ve talimi için özel vakitlerin seçilmesi, muhtelif kıblelere yönlendirmeleri, belli kurallarla ibadet edilmesi gibi. Bu kimse ister Tevrat’a ister İncil’e ve isterse Kur’an’a inansın!”
Ebru ve diğer ananevi sanatlarımız söz konusu olduğunda öncelikle hangi kurallar üzerine inşa edildiğine bakmamız gerekir. Batı sanatları Grek ve Romen estetik kurallarına göre kurulmuştur. Batılı sanat göze, İslam sanatları gönle hitap eder. Gönül kelimesinin Batılı hiçbir dilde karşılığı olmadığı için anlaşılmasını da beklememeliyiz ve onların gözlüğü ile kendi sanatlarımıza da bakmamalıyız.
Bu kısa girişi, iştigal ettiğim sanat dalı olan ebru ile tafsil etmeye çalışayım. Ebrunun bir zahiri (görünen) bir de batıni (görünmeyen) tarafının olduğunun farkına varıldı. Bu iki kısımla ayrı ayrı ilgilenenler oldu. Görünen tarafı boyalı bir kâğıttır ve para-pul, şan-şöhret, ilgi-itibar gibi amaçların peşinde koşmaktır. Bu da gölgenin peşinden koşmaya benzer, yani ışığı arkamıza almak demektir. Ne kadar hızlı koşarsanız koşun, gölgeniz de sizden o hızla uzaklaşacaktır. Ayrıca ışığa, güneşe arkanızı döndüğünüz için gölgeniz büyüyerek sizden uzaklaşacaktır.
Görünmeyen batıni tarafında ise ilahi güzellik, gerçek bilgi, erdem arayışı vardır; yani ışığa doğru koşmak gibidir. Bu özellik, insan olma yolunda yürümek isteyenlerin ruhsal gelişiminde ve manevi terakkilerinde, ruh sağlığının koruyucu hekimliği olarak kullanılması gibi değerlendirilmiştir. Aslında bu durum yeni bir şey değil, unutturulmuş olan eskiyi hatırlamaktır.
Bunun kanıtı ise, bu sanat, günümüzde bağımsız hale gelene kadar, daha çok dergâhlarda ve tasavvuf ehlinin nezdinde neşvünema bulmuş ve itibar görmüştür. (Özbekler Tekkesi halen devam eden ünü ve unvanı ile bilinmektedir). Görünen tarafı Batılı anlayışla değerlendirilir ve göze hitap eder. Görünmeyen tarafı -ki İslam sanatları içinde yer alır- ise gönle hitap eder. Görünen tarafını yaşatanlar için “estetik” kelimesi belki yeterli olabilir ancak görünmeyen tarafı için estetik kelimesi yeterli olmaz.
Estetik yerine letafet
Yunanlılar metafizik ile uğraşmaya başladıkları vakit, Allah’ın varlığını ispat için bulunan türlü delillerin arasında “estetik delil” (duyu bilimi öğretisi) adını alan eşyanın ahengi yahut kozmos (evren) üzerinde çok durmuşlardır. Oldukça kavrayışlı olan bu kelime daha çok açıklamaya lüzum bırakmaz. Çünkü gerçek imanlı bir Müslüman Allah’ı ispat için asla uğraşmaz ve bu uğraşı Allah’ın varlığından şüphe duyanların işi olarak görür. Müslüman ilahiyatında bu cins delil yoktur. Tek bir delil vardır. Baki olan yalnız Allah’tır. Her şey geçip gider, her şey fanidir. Kendi deyimiyle yalnız O’nun didarı (yüzü, çehresi) bakidir.
Bu sebeple, İslam sanatlarının niteliklerini anlatırken kullanılan “estetik” kelimesi her zaman yeterli gelmez. Kendinden geçercesine, vecd (ilahi aşk, muhabbet) anlamlarını da içeren letafet (cisimden alakayı kesip bir nevi nuraniyet kesp etmek) kelimesini kullanmak daha doğru bir yaklaşım olur. Ayrıca bu kelime “estetiğin” içerdiği bütün anlamları da içinde barındırır.
Dolayısıyla sanat onlar için yaratılmışların kendiliklerinden var olmadıklarını göstermeye bir vesile olacak ve belki bundan başka bir şey olmayacaktır. Şu halde İslam sanatı bize “değişmeyi bildirecek bir sanattır.” Müslüman, sanatın tuzağına düşmek istemez. “Allah’ın izni olmadan bir yaprak bile kıpırdamaz.”
İslam sanatlarının nasıl kurulduğunu incelerken anlaşılacaktır ki, bu sanat yabancı tesirlerle doğmamış ve İslam metafiziğinin en esaslı önerilerine dayanarak büyümüş, kıvamını bulmuştur. Kur’an, İslam metafiziğinin birinci misalidir. Baştan aşağı metafizik tariflerle doludur. Zaten metafizik (doğa ötesi) iddialı bir kelimedir. Düşünmeye başlayan her insan, metafizikle uğraşmış olur.
Bütün bu anlatılanları, yani İslam sanatlarının temel ilkelerini merhum Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’den bizlere intikal eden “Ebru duasında” özet olarak bulabiliyoruz: “Bismillâhirrahmânirrrahiym. İlâhî, ya Rabbî! Ezel’deki Hükm’üne uygun olarak bu teknede zuhûr edecek olan nakışların, Hilkat’inin (yaradılışın) nakışlarında meknûz (saklı) olan Hikmet’ini (gizli sırlarını) idrâkden ciz olan bu fakîrin nefsini teshîr (büyüleyip aldatma)
edip de enâniyyetini (benlik, ego) azdırmasına izin verme! Nefsimi, Senin gibi bir Hâlık (yaratıcı) olma vehminden de bu vehmin tevlîd edeceği
(doğuracağı) bir şirk-i hafîden de (gizli şirk), hubb-i riyâsetten (üstünlük sevdası) de koru, yâ Hafîz! (Koruyan) Fakîri “Lâ Fâile İllâllāh” (Allah’tan başka yapan yoktur) sırrının edebiyle teçhiz (donat) et! Bu tekne başındaki mesâiyi Senin zikrinle taltîf (iltifat, yumuşatma) ve sana olan kulluğumun bir nişânesi (göstergesi) olarak kabûl et!”
Sanat ve ibadet ilişkisi
Duada geçen “Sana olan kulluğumun bir nişanesi olarak kabul et” cümlesinden şunu anlamalıyız: Gerçek sanat duygusunun farkındalığına ulaşmış kimseler, şuursal olarak teslimiyet içerisinde yaptıkları eserlerin inşa sürecinde tıpkı ibadetlerde olduğu gibi sevgiyle, zevkle, canla, başla, huşu (yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük, hayâ etmek) ve vecd ile kendinden geçer ve bir tür boyut değiştirme, o boyuttaki yaşamını idrak ve seyretme hali yaşar. Çünkü yapılan ibadet ile alt frekanslardaki yapı (beden) tek olana (yüksek frekanslı bilinç hallerine) yükselmektedir.
Yapılan ibadetler gibi yapılan sanat eserleri de bilinçsizce, tefekkürden uzak bir şekilde, başkalarını takliden yapıldığında, vazife gereği yapılan zahmet ve külfete dayalı zoraki bir hizmet olmaktadır. Beyin sadece bedensellikte “günlük bilinç hallerinde” kalıp üst bilinç hallerine geçiş yapamadığından, kişinin yaptığı eser aynen ibadet gibi, kıldığını zannettiği namaz gibi gerçek amacına hizmet edemeyebilir. Burada, gerçek ibadetin herkesin kendi hakikatini, yani yaradılıştaki ismini ortaya çıkarmak olduğunu öğreniyoruz.
İsmimizin (Rabb-i Has) hakikatine mecbur olduğumuzu idrak ediyoruz…
Yaradılışın sırrındaki tekâmül (ilerleme, evrim) doğal olarak sanatta da bulunmaktadır. Her bölgenin olduğu gibi her dönemin de belirli bir tarzı, zevki ve anlayışı var. Bunun için sanat tarihi diye bir bilim dalı var. Allah her insanda farklı tecelli ediyor, yani herkesin ilhamları farklı. Kur’an da “Ben insanı yarattım ve ona bütün isimleri (esma) öğrettim” diyor.
İsimlerin aslı, âlemin yapı taşları, yani şimdi içinde bulunduğumuz yaradılışımız, atomlarımız, zerrelerimizdir. Bu isimlerle adlandırılışımız ona hayatımızda yer açmamızdır. Esmasız hayat olmaz. Allah’ın, “ruhumdan ruh üflediğim” dediği insana bazı şeyleri devrettiğini, kendine ait özellikleri, zenginlikleri belirli derecelerde, ölçülerde ve herkese farklı olarak yüklediğini görmekteyiz. Sınırlı olanın sınırsız olanı anlaması tabii ki imkânsızdır. Ancak Allah’ın isimleri ile bize vermek istediği mesajları kavramak O’nu tanımamıza, hayatımıza zenginlik ve derinlik katmamıza vesile olur.
İsimlerin tezahürlerini kendinde görmek, Hakk’ı o isimle çağırmak, anmak demektir. Bu da Allah’ın boyası ile boyanmak anlamına gelir. Gül bahçesinden gelen gül kokar, “Ben Hakk’ın kuluyum beni O yarattı” diyorsan Hakk’ın tecellileri nerede? Allah bize güvendi ve birçok imkân verdi. Gören göz, işiten kulak, yürüyen ayaklar, düşünen beyin, hisseden kalp, hayal gücü, akıl, hayat… Bunların hiçbirinin bedellerini ödemezsek Allah belki de bize sorar. “Ben sana güvendim, yaradılış amacın uğrunda davranman için seni donattım, ben abes, amaçsız iş yapmam.” İşte Rabbimizi böyle anlarsak yaptığımız işlerde, ürettiğimiz eserlerde ya da başkalarının eserlerinde O’nun tecellileri görünmeye başlar.
Sanat tevhidi hedefler
İslam sanatları bir ilahi güzellik arayışı içinde Allah’a yaklaşmayı, Allah’la bir olmayı, tasavvufta vahdet-i vücut olarak bilinen sonuca ulaşmayı hedefler. Hedef bu olduğunda ilk vazgeçilmesi gereken engel nefsimiz, egomuzdur. İslami sanat eserlerine genellikle imza atma geleneğinin olmadığını görürüz. Mesela Mimar Sinan’ın hiçbir eserinde imzası yoktu. Sadece bir köprüde adı geçer ki onu da kendisi değil başkaları yazdırmıştı. Her sanatçı kendi üslubu, yöntemi ile ilgilileri tarafından bilinir ve tanınırdı. Bazı hat eserlerinde bulunan isimlerin başında “hakir, fakir, takdise muhtaç” gibi kendini aşağılayan kelimeler bulunurdu. Derviş tevazusu gereği, “bunu ben yarattım” anlamına gelebilecek isim yazma, imza atma işi pek hoş karşılanmazdı. Ancak tarihe vesika bırakmak, şüpheleri kaldırmak amacı ile eserin arkasına veya fazla görünmeyen bir yerine tarih, yer ve isim gibi notlar düşülürdü. Ancak günümüzde sanatkârların çoğalmasına mukabil ilgili entelektüellerin azalmasıyla ve Batı etkisiyle imzasız eserlerin değersiz olduğu anlayışı yaygınlaştı.
2000 yılında Porto Riko’da UNESCO’nun düzenlediği bir uluslararası zanaatkârlar toplantısına katılmıştım. İspanyolca bir bildiride, “sanatkâr imza atmamalı, eseriyle tanınmalı” diye bir cümle duydum. O anda aklıma gelen ve ebrunun görselliğini anlatan bir tamlama içimi rahatlattı: “Hikmet-i Huda”, Farsça anlamıyla “Allah’ın hikmeti” yani bilinmeyen sırları. Bu anlamda ebru tamamen kontrol edilebilen bir yöntem değildir. Eski ustalar ebru için “zuhurat sanatı” ibaresini kullanmışlardır. Yani, “kendi kendine oluşan beklenmedik gelişmeler” anlamına gelir. Ebru duamızda geçen bu cümle işin özünü anlatmaya yeterlidir: “Hilkat’inin (yaradılışın) nakışlarında meknûz (saklı) olan Hikmet’ini (gizli sırlarını) idrâkden âciz olan bu fakîrin nefsini teshîr (büyüleyip aldatma) edip de enâniyyetimi (benlik, ego) azdırmasına izin verme!” Eserlerimin altında kullandığım Hikmet-i Huda ibaresi ebru görüntüsünün ne ve nasıl olduğunu bilmekten aciz olduğumu anlatmaktadır.
Son yıllarda ebruya ve diğer kadim sanatlarımıza ilgi giderek artıyor. İlginin daha da yaygınlaşması ve tekâmülün devamı için sanatın eğitim tarafını asla göz ardı etmemeliyiz. Ebrunun zanaat tarafında söylenecek fazla bir şey yok ancak sanat tarafındaki gerçek eğitim önce eski tarz ebruyu öğrenmekle başlamalıdır. El becerisi olan kişi öğrendiklerinin aynısını sürekli yaparak geçmiş dönemleri yaşatırlar. Akıl sahipleri için bu tekrar, son derece güzel bir davranıştır, olmalıdır, gereklidir. Ancak fikir sahibi insanlar yani tefekkürle yeni fikir üretebilme yeteneğine sahip olanlar öğrendikleri ile yetinemezler; onlar başka şeyler, farklı güzellikler, değişiklikler ve yenilikler araştırırlar. Yaradılışın sırlarından biri de tekâmüldür.
Geleneği tekâmül ettirmeli
“İki günü eşit olan ziyandadır” der Efendimiz. İkbal, “Kalk, başka bir âlemi tasvir et. Aşkı zekâya karıştır.” diyor. Bu özlü sözlerin anlamını kavrayan mütefekkirler, zanaatın içinden farklı geçiş, çıkış yolları ararlar. Bu arayışlar hedefine ulaşır, yani ortaya konan şeyler eğer beğeni görür ise, (belki uzun yıllar sonra da olabilir) işte bu sanat eseri olur. Bu durumda “inovasyon” gerçekleşmiş demektir. Sanatta yapılan yenilikler eğer taklit edilmeye başlanıyorsa -ki bu aslını yaşatmak demek oluyor- ve de beğeni alıyorsa, işte o zaman inovasyon gerçekleşmiş, yerine oturmuş demektir.
Eğitimden maksat alfabeyi iyice öğretmek (gelenek) ve sonrasında da talebenin kendi hikâyesini, romanını, şiirini yazması için önünü açmaktır. Yoksa belli bir kalıp içine sıkışıp aynı şeyleri sürekli olarak yapmak hem sıkıcı bir tekdüzelik getirir hem de ilerleme gerçekleşmez. Bu durum sanatın özüne ve insanlığın yaratılış prensibi olan tekâmül ilkesine son derece aykırıdır. Ayrıca aynı şeyleri görmekten insanlar sıkılır, bıkar ve zamanla terk ederek unutulur.
Günümüzde kadim sanatlarımızda başarılı olanların, yurt dışında tanınanların birçoğu geleneğin üzerine yenilik yapanlardır. İşin zanaat kısmına takılıp kendini sanatçı sananların, hüsranda olduklarının farkında bile olmadıkları kanaatindeyim. Hiç kimse sanatçı olduğunu söylemez. Torunlarımız, belki de onların çocukları bizi ansiklopedilerde, yaşayan eserlerde gördükleri zaman “sanatçı” kelimesini kullanabilirler.
Ebru sanatının ruha hitap ettiğini, bu sanatı uygulayanlar, ebrunun oluşumunu seyredenler ile sudan çıkan ebrulara bakanların, insanın özünü keşfetmesi ve maneviyatını güçlendirmesi yolunda ilerleme kaydettiğini daha eski zamanlarda bile anlamış insanoğlu.
“Uygar insan” düşünmek zorundadır… Cenab-ı Allah cümlemize akıl fikir versin.
—————————————————-
Kaynak:
https://www.lacivertdergi.com/dosya/2025/02/13/sanat-tekamul-ister
[i] Prof. Dr. İstanbul Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Felsefe Tarihi Ana Bilim Dalı