Neredeyse tüm yaşamın kitle iletişim araçları ile nasıl da farklılığa gittiğini, bir anlamda onların tutsağı olduğumuzu görüyorsunuz? Öyle değil mi? Sevgili Okurlar. Gerilim ve aksiyon yaşamın bir parçası oldu, adeta. Nasıl söyleyeyim, Ian Malcolm’un tasvir ettiği ‘Jurassic Park’ını bilmeyenimiz neredeyse yoktur. ‘Dinozorlar Parkı’ Çok etkileyici, bir tasavvurdu, kurgulamaydı. Bana kalırsa olabilir mi? Bence olabilirliği son derece yüksek. Yani, olabilir, yeterli koşullar sağlanırsa. Gelin hep birlikte ‘Kayıp Dünya’ (the Lost World Jurassic Park) filminin kısaca senaryosunu anımsayalım. John Hammond’un kurduğu ‘Jurassic Park’ faciasından sonra, aradan 4 yıl geçmiştir. Artık dinozorlar doğal yaşam alanlarında kendi yaşam popülasyonlarını, habitatlarını kurmuşlardır. Dinozorların doğal yaşam alanlarını fark eden John Hammond, yıllar önce kaybettiği itibarını geri kazanmak için adaya bir ekip göndermesiyle, daha doğrusu dinozorlar dünyasına girilmesiyle çarpıcı bir biçimde film başlar. Film o kadar çok ilgi çeker ki, tüm dünyada ve ülkemizde, neredeyse her vilayet kendi Dinozorlar Parkını kurar. Büyük paralar harcanır. Ülkemizde bu konuda başı çeken kişi de unutmayalım, Ankara Büyükşehir Başkanı Melih Gökçek olmuştur. Eski Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, 750 milyon dolara mal olduğu iddia edilen ve şu an kullanılmayan ‘Ankapark’ı da bir tür ‘Jurassic Park’ olarak düşünmüştü. Malî konuda kendisini savunan Gökçek; “Bizim yapmış olduğumuz masraf 1 milyar 350 milyondur, 400 milyon dolar civarında bir paraya tekabül eder. Dinozorun tuttuğu miktar binde 4. Bu dinozor parkı dünyadaki kapalı en büyük dinozor parkı.” Biçiminde kendini savunmuştur, kendi medya platformunu kullanarak savunmaya da devam etmektedir. Tarih öncesinin sevimli canavarlarının günümüzdeki maket varlıklarının tartışması da bir o kadar tartışmalıdır. Ama bizim konumuz bu değil, ABD ‘nin günümüzdeki dinozor görüntüsüdür. ABD şimdilerde çirkin Amerikalı’dan görüntü itibarıyla “dinozor” a dönüşmüş durumdadır. Bunu açıkça itiraf edeyim. Bu arada söyleyelim her an başkalaşıma uğrayan ABD için söylenilen ‘Dinozor’ metaforu bana ait değil. Aslında metaforlara sığınmamak lazım, en iyi metafor ölü metafordur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Huzur’da belirttiği gibi başımıza ne geldiyse bir şeyleri, başka şeylere benzetmekten gelmedi mi zaten? Aslında çok da güzel Türkçe bir karşılığı vardır, metaforun. “Mecaz, mecazî anlam”. Türkçe mecaz anlamındaki metafor köken olarak Yunancada taşıyıcı, aktarıcı anlamına gelen meta+phora sözcüğünden gelmektedir. Dilde, anlamın, düşüncenin, gösterilenin yani içeriğin kendi varsayımsal göstereninden farklı bir gösterenle ifade edilmesidir. Evet sevgili okurlar metaforik bir olgu olarak son zamanlarda ABD için kullanılan dinozor betimlemesi müthiş bir anlam ifade etmektedir. Bakınız, CNN sunucusu Ferit Zekeriya (Fareed Zakaria) sözleriyle ABD Hükümeti şöylece tanımlamaktadır:
“ABD hükümeti artık vücudu büyük ve beyni az bir dinozora benziyor, giderek daha iyi korunan, ancak sıradan insanlardan uzaklaşan ve ulusun karşı karşıya olduğu gerçek zorluklara yanıt vermeyen büyük, hantal bir canavar.”(1)
Doğru söze ne buyrulur. Ancak şapka çıkarılır. Daha da anlamlı betimlemesi daha vardır.
“Kapitalizm, önce Batı’da şimdi de dünya ölçeğinde, sıradan insanların yoksulluktan kurtuluşu için tek kalıcı yolu açmıştır… Dünyanın büyük çoğunluğu için en büyük tehlike küreselleşmenin başarısı değil, tam tersine başarısızlığıdır.” (2)
Ha bu arada söyleyelim, Türkiye hakkındaki değerlendirmeleri pek de masum değildir. Zekeriya, “Bir zamanlar ABD’nin güçlü müttefiki, NATO’nun kurucu üyesi Türkiye’nin şimdi çoğu zaman bir dosttan çok sorun yaratıcı olarak göründüğünü” öne sürmektedir. (3)
Korunmak lazım. Genelde ABD’de “Müstahkem Mevki, Kale Amerika” (Fortress America) terimi, genellikle aşırı izolasyonculukla eşdeğer olduğundan, halktan alabildiğince uzaklaşmayı da ifade ettiğinden aşağılayıcı bir terimdir. Ancak 2021Mart ayında, CNN sunucusu Ferit Zekeriya bu düşünceye yeni ve aynı derecede rahatsız edici bir yön vermekten çekinmemiştir. Washington Post’taki gerçekten düşündürücü bir köşe yazısında Zekeriya, güvenlik konusundaki aşırı endişelerin ABD’yi görünüşte eski sömürge imparatorluklarından daha “emperyal”, sömürgeci hale getirdiğini, hendekler engeller ya da tahkimatlarla çevrili elçilikleri ile, kamu binaları ile, şimdi de son saldırıdan sonra ABD Kongre Binası’nı örnek olarak göstermiştir. Dış dünyaya ve Amerikan halkına güven, güç ve açıklık ileten hoş bir görünüm sunmak yerine, Amerika’nın kamusal yüzünün belirsiz, savunmasız, korkulu ve mesafeli olduğu tezini ileri sürmüştür. Doğru mudur? Fazlası var, eksiği yok. ABD Hükümeti halkından uzaklaşan bir profil çizmektedir. Zekeriya’ya göre, bu tür endişeler aynı zamanda gizliliğe aşırı bir saygıyı, yeni hiyerarşi ve kısıtlama katmanlarını ve kamu politikasına ürkek ve sert bir yaklaşımını özendirmektedir, teşvik etmektedir. Yanlış bir tutumdur, dolaylı bir tutum olarak bir strateji kabul olunamaz. Asıl sorulması gereken soru şu: Bu neden böyle olmuştur? Yerküre daha tehlikeli hale geldiği için mi? Yoksa Amerika Birleşik Devletleri’nin yurtdışında örgütsel davranış biçimi ile ülke içinde tüm dünyanın şahit olduğu gibi neredeyse bir polis devleti olarak kendi yurttaşının özgürlüğünü tehdit etmesi arasında bir bağlantı mı var mıdır? ABD’de George Floyd adlı bir siyahi vatandaşın bir polis tarafından öldürülmesinin yankıları sürerken, ırkçılık yanlısı olaylar ülkede halen etkisini göstermektedir. Polis memurları, bir kişiyi sadece siyah olduğu için tutuklamaya çalışırken, söz konusu kişinin FBI ajanı çıkması savımızı doğrulamaktadır. (4) Gelinen durum siyaset felsefesinde yapmış olduğu çalışmalarla bilinen İngiliz düşünürü Thomas Hobbes (1588-1679)’un Leviathan tezini de doğrulamaktadır. ABD açık ve seçik olarak, doğrudan Thomas Hobbes’un metaforik bir olgu ile Büyük Britanya İmparatorluğunu simgeleştirdiği bir deniz canavarına dönüşmüştür. Ama ‘Leviathan’ bir gücü, korku imparatorluğunu sembolleştirirken, ABD yerinde bir saptama ile bir dinozora dönüşmüştür. Malum, Hobbes’un “Leviathan” adlı eseri devletin doğuşunu «toplum sözleşmesi» kuramına dayandırmaktadır. Öyle ki, bir büyük deve dönüşen devlet ya da imparatorluk «LEVİATHAN»dır. Roma İmparatorluğunda yaygın bir şekilde söylenilen altın vecize ‘İnsan insanın meyve kurdudur.’ (Homo homini lupus est.)Thomas Hobbes’un betimlediği insan doğasını ifade etmek için kullanılan Latince bir deyimdir. Ancak ABD, bunu bir tık daha ileri götürerek, mankurtlaştırdığı, başkalaştırdığı hedef aldığı ülke insanlarını kendi ulusunun içten içe bitirmesini tetiklemiş, adeta bunu evrenselleşmiştir.
Hobbes’a göre Leviathan mutlak iktidar sahibi bir kraliyettir. Sivil ve dinî kurumların üzerinde yer almaktadır. Hobbes’un devlet felsefesi mutlakıyetin ve mutlak egemenliğin bir izahıdır. Devlet, Latince Civitas olarak adlandırılır. Bu büyük Leviathan‘ın doğması demektir. Büyük deniz canavarı, Leviathan halkı adeta köle olarak konumlandırarak onların canının ve malının korunması sözünü vermekte bunu “Toplumsal Sözleşme” (Sosyal Kontrat) denilen bir de yazılı bir taahhütname ile de mühürlemektedir. Ancak köle durumuna getirilen halk zaman içinde öylesine bizar duruma gelmiştir ki, bu tek dişi kalmış canavara “Temsilsiz vergileme olmaz!” (No taxation if no representation); “yasal soyguna hayır!..” (No legal corruption); “yasal haraç ödemeyi reddediyoruz…” (We refuse to pay legal tribute), Korku İmparatorluğu «Feary Empire»’ nda haksızlık, adaletsizlik, liyakatsizlik, hırsızlık ve yolsuzluğu reddediyoruz. Demek zorunda kalmış, isyan, etmiş, ayaklanmıştır. Adı toplumsal sözleşmedir ama bizdeki 1808’de ilan edilen ‘Sened-i İttifak’a benzer şekilde mutlakiyetçiliğin, monarkın, tekbaşlı yönetimin yerel oligarklar ile paylaşımıdır. İşte bu nedenle anayasacılık hiç şüphe yoktur ki modern uygarlık yolculuğunda döşenmiş ilk taşlardır.
ABD’nin yurtdışındaki baskıcı örgütsel davranışı son zamanlara kadar ABD seçmeninin pek fazla dikkatini çekmemiştir. Ancak son seçimlerdeki yaşanılan toplumsal olaylar Birleşik Devletler içinde daha fazla güvensizliğe, paranoyaya, güven kaybına ve bölünmeye yol açmıştır. O kadar ki yetkililer artık ve birçok başka şehirde olduğu gibi, Washington’un her yerine barikatlar kurmak zorunda kalmışlardır.
Bunlardan birinci neden, sistemin yeniden düzenleme ve düzeltmelerini ön plana alan geri besleme (feed back)‘den ziyade, ABD seçmenine göre yüzde yüz bir polis devletinin geri tepme (blow back)’sine şahit olmuştur. Oysa Soğuk Savaş sonrası Fukuyama ‘nın Tarihin Sonu olarak betimlediği “Tek Kutuplu” dünyadaki hegemonik güç sırasında ABD’li yönetimi, hararetli bir dış politikanın Birleşik Devletler ve dünyanın geri kalanı için iyi olacağına eni konu ikna olmuşlardır. Eski Başkan George W. Bush’un göreve gelmesinden birkaç yıl önce söylediği gibi, dünyayı ABD’nın imajına göre yeniden oluşturmak, “nesiller boyu demokratik barış” yaratacaktır, beklentisi maalesef gerçekleşmemiştir. Bunun yerine, demokraside sürekli bir bozulma ve yurtiçi ve yurtdışında güvenliğin aşındığı görülmüştür. Çünkü ABD bu politikaya kapalı kapılar arkasında “Haçlı Seferi” (Crusade Campaign) olarak başlamıştır. ABD federal yönetimi niyet ne olursa olsun, uygulamaların bazen CAATSA “Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası” (Countering America’s Adversaries Through Sanctions Act) gibi yaptırımlar, kapalı kapılar arkasından planlanan ve güdülenen eylemler, haydut diktatörlere destek (support for thuggish dictators) ve yakın müttefiklere ve gerçek stratejik ortaklara yapılan acımasız uygulamalar ve bunların görmezden gelinmesi dost ülkelerde ABD karşıtlığını güçlendirmiştir. ABD hiçbir şekilde bırakın çuvaldızı iğneyi bile kendine batıramamış, şapkayı önüne alıp bir durum muhakemesi yapamamıştır. Birbiri peşi sıra ürettiği yalanlarla Irak üçe bölünürken, arkasından Irak’ın kuzeyinde kukla bir Kürt devleti kurulurken, küresel memurlar Türkiye’ye doluşmuşlardır. ‘Amerika Araştırmaları Programı’ sayesinde Amerikan Milli Güvenlik Konseyinin, düşünce kuruluşlarının haber alma teşkilatının önemli isimleri Türkiye’ye gelmişler ve ‘Global Liderlik Forumu’ toplantısını örgütlemişlerdir. Gelenler hep bilinen karanlıklar prensleri Marc Parris, Morton Abramowitz, Prof.Dr. Vamık Volkan ve Alan Makovsky gibi büyük karıştıran isimlerden oluşmuştur. Amerika’nın uzak askeri faaliyetleri, kısa zamanda kanaat önderleri ve akil insanların suikastları üzerine yoğunlaştırılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin işgal ettiği ülkeler, attığı bombalar ve gerçekleştirdiği insansız hava aracı saldırıları göz önüne alındığında, bu yerlerdeki insanların Amerikalıları sevmesi mümkün olabilir mi? Bir zamanların ‘Çirkin Amerikalı’sı, ‘Nefret Edilesi Amerikalı’ şekline dönüşmüştür. Her halde bu durum sizce de şaşırtıcı değildir.
Oğul Başkan Bush, ‘Taliban’ın, ‘El kaide’nin “özgürlüğümüzden nefret ettikleri” için ABD’yi düşman ilan ettiğini, ABD’yi hemen her yerde her vesileyle tel’in ettiklerini her zaman ve de her vesileyle söylemiştir. Aslında ABD politikasına karşı yoğun muhalefet olduğunu gösteren, aşırı Amerikan karşıtlığına neden olan parametreler hakkında ‘9/11 Resmî Komisyon Raporu’ (the Official 9/11 Commission Report) da dahil olmak üzere yığınlarca kanıt bulunmaktadır. Yaptığı her şey yanlış olmamakla birlikte ABD’nin özellikle Orta Doğu’da yaptıkları düşünüldüğünde, ABD eylemlerinin mazur görülmesi ya da meşrulaştırılması mümkün değildir.
İkincisi, Amerikalıların aşiretlerden yada yasadışı örgütlerden ulus inşa etmeye çalışması, bugüne kadar hiçbir şekilde demokratik evrimden geçmemiş ülkelerde demokrasiyi yaymaya çalışması ya da hiç bir şekilde sorgulamadan özgürlük mücadelelerini bile “küresel erişimli teröristler” olarak nitelemesiyle beraber eylemler içim harcadıkları büyük meblağlar, kaçınılmaz olarak kendi ülkelerinde ülkenin uzun süreli savaşlarının gazileri dahil sosyal yardıma muhtaç Amerikalılara yardım etmek için daha az kaynak bırakmasına neden olmuştur. ABD, kendi savunma şemsiyesi NATO’da ulusal güvenlik için hâlâ kendinden sonraki altı veya yedi ülkenin toplamından daha fazla para harcamaktadır. ABD bu parayı harcıyor harcamasına da, ancak tüm bu paranın etkileyici miktarda askeri güç ürettiğine dair birçok kuşku bulunmaktadır. Şunu açıkça söylemek gerekirse Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en iyi ilk ve orta okullarına, en iyi sağlık hizmeti, en iyi ‘Kablosuz Bağlantı Alanı’ (Wi-Fi , Wireless Fidelity)’ne, en iyi demiryolları, yollar veya köprüler ya da en iyi güç şebekelerine sahip değildir. Bu durum yadsınamayan bir gerçektir. ABD yaşadığımız küresel salgın döneminde seçmenlerinin gereksinimlerine hizmet edebilecek ya da ülkenin bu yüzyılın geri kalanında diğer ülkelerle rekabet edebilmek için ihtiyaç duyacağı teknolojik üstünlüğü korumasını sağlayabilecek iyi finanse edilmiş kamu kurumlarından açıkça yoksun bulunmaktadır. Geriye dönüp baktığımızda, oğul Başkan Bush’un Afganistan ve Irak’taki kazanılamayan savaşlar için harcanan para da dahil olmak üzere “teröre karşı savaş”a harcanan para 6 trilyon dolardan fazladır. Bu parayla neler yapılabilir, şeklinde bir mukayese yapılmasa da kesinlikle Amerikalıların evlerinde daha rahat ve güvenli hayatlar yaşamalarına yardım etmek için harcanmış olabilirdi, belki de bu paralar vergi mükelleflerinin, seçmenlerin ceplerinde kalabilirdi. Bir de bunun üzerine yönetime gelen ABD Başkanlarının kararlarıyla, ekonominin bazı sektörlerine ciddi zarar veren ve 2008 mali krizine yol açan hızlı küreselleşmeyi ve malî kuralsızlaşmayı teşvik etme kararlarını listeye eklediğinize asker ve sivil devletçi seçkinlere olan güvenin neden darbe aldığını daha iyi anlaşılmaktadır.
Üçüncüsü, hırslı ve son derece müdahaleci bir dış politika yürütülmesidir. Özellikle de yabancı ülkelerin iç politikalarını manipüle etmeye, yönetmeye ve nihayetinde biçimlendirmeye çalışan bir dış politika çok fazla aldatma gerektirir. Halkın desteğini sürdürebilmek amacıyla, o ülkenin devletçi seçkinlerinin tehditleri şişirmesi, yararları abartması, gizlice hareket etmesi ve halka anlatılanları manipüle etmesi için de arzu edilenden çok zaman harcaması gerekli olmaktadır. Kuşkusuz yalan dolan üzerine kurgulanan bu plan sonunda, en azından gerçeklerin bir kısmının ortaya çıkmasına neden olmakta ve halkın güvenine bir başka darbe indirmektedir. Ve yurtdışındaki ABD Bölge Komutanları tarafından kurgulanan bu eylemler içlerinde geri tepmeye yol açtığında, hükümet yetkilileri daha fazla kısıtlama getirmeye ve sıradan vatandaşların yaptıklarını izlemeye kendilerini zorunlu hissederler, bu durum da doğal olarak hükümete karşı şüphe ve güvensizliği daha da artırmaktadır.
Daha da kötüsü, başarısızlık mimarları nadiren sorumlu tutulmakta neredeyse yapanın yanına kâr kalmaktadır. İster asker olsun isterse sivil, devletçi seçkinler, hatalarını açıkça kabul etmektense, itibarını yitirmiş eski yetkililer bile, partileri Beyaz Saray’ı yeniden kazanır kazanmaz iktidara geri dönmeyi umarak şirket kurullarına, nispeten güvenli ve kazançlı danışmanlık şirketlerine gidebilirler. Bunlar nerede kalmıştık diye göreve döndüklerinde, ne kadar sıklıkla başarısız olurlarsa olsunlar önerileri asla değişmeyen bir uzmanlar korosu tarafından desteklenen önceki hatalarını tekrar etmekte özgür bulunmaktadırlar. Uzmanlar, eski hatalarından ders almak bir yana, değişim için gerekli olan kişisel donanımdan da kaçınmaktadırlar. İşte bu nedenle, sokaktaki sıradan Amerikalılar, kendilerini defalarca yanlış yönlendiren, söz verildiği gibi vaat ettiğini bir türlü teslim edemeyen, ulusun servetinden her zamankinden daha büyük bir pay alan ve geçmişteki hatalarından dolayı hiç ders almayan bürokratik elite neden güvensin? Herhalde, bu noktada, ABD seçmeninin karşısına çıkıp “sistemin hileli” olduğu ve ana akım medyanın “sahte haberleri” ile ikna etmek daha da kolay hale gelmektedir. Şimdi söylemek lazım değil mmi? Donald Trump 2016’da iktidara geldiğinde yalan söylemeyi sistem içinde öğrenmedi, aksine, kariyeri ilk günden itibaren yalanlara dayanıyordu. ‘Twitter diplomasisi’yle kamuoyunun nabzını elinde tutan Trump’ın bir dönemlik başkanlık döneminde Amerikalılar artık kimsenin gerçeği söyleyeceğine güvenilemeyeceğine iyice inanmış durumdadırlar.
ABD’nin sosyo-politik ortamı komplo kuramları için verimli bir ortam yaratmaktadır. Bu ortamda özellikle de Amerikalılara defalarca karanlık ve acımasız düşmanların özgürlüklerini ellerinden almak için plan yaptıkları enjekte edilmektedir. Gelin bakalım mı, bu komplo kuramlarına duyarlı zeminine? Bir kere her şeyden önce söyleyelim, 1940’lı yıllarda ABD’de: “ABD hükümetinin devrilmesine yönelik her türlü propaganda suçtur’’ diye bir yasa çıkartılmıştır. Bu yasanın gücünden de yararlanılarak II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ortamda; hükümet muhaliflerine karşı bir “cadı avı” başlatılmıştır. McCarthycilik ya da İkinci Kızıl Panik, 1940’lı yılların sonunda başlayıp 1950’li yılların sonuna değin ABD’de sürmüş antikomünist kuşkuculuğunu belirtmektedir. İkinci Kızıl Tehlike olarak da anılan terim, adını ‘iftiracı ve ispiyoncu’ olarak tanınmış ABD senatörü Joseph McCarthy’den almakta, ayrıca 1950’lerde bu durum, komünist sızma korkusunu simgelemektedir. Cadı avı, ABD Başkanı Truman’ın antikomünist öğretisinin ülke sınırları içerisinde hayata geçirilmiş halidir. Bu dönemde bürokrasi içinde yükselen McCarthy; yalan iddialar, sahte belge ve delillerle demokrat, komünist, sosyalist aydınlar, sendikacılar, akademisyenler; bilim adamları ve sanatçıları düşüncelerinden dolayı itibarsızlaştırmış; işlerinden kovdurmuş, vatana ihanet ettikleri ve SSCB ajanı oldukları gerekçesi ile provokasyonlar yapmış ve hapse attırmış, kimilerini de idam ettirmişlerdir.
11 Eylül’den sonra sözde İslam’ın, göçmenlerin ya da bir “mülteci istilası” nın ölümcül tehlikesi pompalanmıştır, ABD seçmenine. İslam Devleti’nin ciddi ama yönetilebilir bir sorun olmaktan ziyade varoluşsal bir tehdit oluşturduğuna ikna edildikten sonra, ABD seçmeni üzerindeki toplumsal baskıları bir kenara iten ve sadece içgüdülerine göre hareket eden bir olgu haline getirilmiştir. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, ABD seçmeni bu soruna bigâne bırakılmıştır. Ne yazık ki, ABD seçmeni yeni ve oldukça bulaşıcı bir virüs gibi bazı gerçek tehlikeler hakkında endişelenmeye bile kulaklarını tıkamak zorunda kalmıştır. Bu durumun oluşumunda sosyal medya adeta bir tutku gibi, nefret dolu, çirkin ve aldatıcı olarak zengin olabileceğini anlayan medya figürlerinin galaksisine itilmiş ve ABD seçmeninin duyarsızlaştırılmasında oldukça etkili olmuştur.
ABD Başkanı James Madison “Hiçbir ulusun sürekli savaş ortamında özgürlüğünü koruyamayacağı” konusunda gelecekteki Amerikalıları uyarmıştır. (5) Bu görüş gerçekten de doğrudur. Dünya üzerinde bitmek bilmeyen savaşlar, sağlıklı bir demokrasinin dayandığı yurttaşlık erdemlerine aykırı olan bir dizi siyasi gücü -militarizm, gizlilik, güçlendirilmiş yürütme yetkisi, yabancı düşmanlığı, sahte vatanseverlik, demagoji vb.- gibi etmenleri açığa çıkarmaktadır. Başkan Joe Biden, Amerika’nın iç cephedeki bölünmelerini gerçekten iyileştirmek istiyorsa, başka yerlerde daha az muharebe etmeli, daha da iyisi savaş yapmaktan vazgeçmelidir. Afganistan’dan çekildiği gibi, şapkayı önüne almalı dünyayı karıştırmaktan vazgeçmeli, büyük bir çekilme harekâtına başlamalıdır. Türkiye’yi, RF’ni, ÇHC’ni çevreleme düşüncesinden süratle arınmalıdır. Aksi takdirde, Monreo doktrini sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nin daha büyük duvarlara ihtiyacı olabilecektir. Bu doktrin gereği ABD tüm Avrasya ülkelerine eşit mesafe durarak içişlerine karışmayacak fakat herhangi bir Avrasya ülkesi Amerika kıtasına sömürgecilik maksadı ile adım atarsa ABD kuvvet kullanabilecektir.
Unutmamak gerekir ki, 18 Mart’ta Alaska’da ÇHC’yle ilk buluşmada Biden’ın ekibi, ‘azar modu’nda Tayvan, Hong Kong ve Sincan (Uygur) dosyasıyla lafa girince alışık olmadıkları bir durumla karşılaşmışlardır. Çinli diplomatlar, ABD’nin insan haklarından bahsedecek durumda olmadığını, uluslararası toplum adına konuşamayacağını ve üst perdeden buyuramayacağı karşılığını vermişlerdir. Artık ‘Alttan alan ağırbaşlı’ Çinli görüntüsü sona ermiştir. ABD, Çin’i önleme stratejisini birincil öncelik haline getirdikçe Pekin de küresel stratejisinin eksik duran askeri-politik taraflarına bakabilecektir. İyice anlaşılmalıdır ki, Biden ile birlikte ÇHC, Amerikan baskılarını jeopolitik hamlelerle karşılıksız bırakmayacağını göstermektedir. Bunun son örneği Çin-İran ilişkilerinde görülmektedir. Çin lideri Xi Jinping’in 2016’daki İran ziyareti sırasında üzerinde durulan 25 yıllık kapsamlı ortaklık anlaşması nihayet 27 Mart’ta Tahran’da iki ülkenin dışişleri bakanları tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiştir. Çin çok sayıda ülkeyle benzer anlaşmalar yapmış olsa da hiçbiri bunun kadar gürültüye mazhar olmamış, hatta bazı Amerikalı yorumcular ‘şer ekseni’ benzetmesi bile yapmışlardır. Evet sevgili okurlar, şimdi sormak lazım değil mi? “ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR”Duyar gibi oluyorum.
Dipnotlar
(1) Stephen M. Walt, “America’s Forever Wars Have Come Back Home” (Amerika’nın Sonsuza Kadar Savaşları Evine Dönüyor.) Foreign Policy, March 3, 2021; https://foreignpolicy.com/2021/03/03/americas-forever-wars-have-come-back-home/Erişim Tarihi 18.04.2021/
(2) New York Times Book Review, 25 Nisan 1999; https://www.birgun.net/haber/fareed-zakaria-neyin-nesidir-6812/Erişim Tarihi 18.04.2021/
(3) ABD medyası: ‘Türkiye tehlikeli oyun oynuyor’ https://www.mynet.com/abd-medyasi-turkiye-tehlikeli-oyun-oynuyor-110100515322/Erişim Tarihi 18.04.2021/
(4) ABD polisinin tutuklamaya çalıştığı kişi FBI ajanı çıktı! https://video.memurlar.net/video/63162/abd-polisinin-tutuklamaya-calistigi-kisi-fbi-ajani-cikti.html/Erişim Tarihi 18.04.2021/
(5) Jonathan Tepperman, Can Biden End America’s Forever Wars? (Biden Amerika’nın Bitmek Bilmeyen Savaşlarını sonlandırabilir mi?) Foreign Policy, March 3, 2021; https://www.facebook.com/112091933632530/posts/jonathan-tepperman-foreign-policy-can-biden-end-americas-forever-wars-delivering/210845967090459/Erişim Tarihi18.04.2021/