Avrupa bölümlemesine göre Ortaçağda (395-1453) Arap yarımadasında, Son Peygamber Hz. Muhammed Aleyhis Selâm’ın zuhûrundan önce, 6. Yüzyılda, Câhiliyyet hâlinde yaşamakta olsalar da, insanların soyu sopu belli idi. Tufeyl bin Amr, (Amr oğlu Tufeyl) , Sevde binti Zem’a (Zem’a kızı Sevde) vb., yâni kişi, babasının adıyla birlikte anılırdı: Falan oğlu Filân, Falan kızı Filân, gibi. Yedinci yüzyılda da, daha sonraları da bu durum devâm etti, günümüze kadar geldi. Yâni, Kaşıkçı’nın Suudî Arabistan Konsolosluğunda öldürülmesi olayında sorumlu görülen Muhammed bin Selmân, böylesine ağır bir cürümle suçlanıyor da olsa, soyu bellidir, hiçkimse ona soysuzluk isnâd edemez.
Avrupa’da ise, Ortaçağda Derebeylik/Feodalite düzeni vardı; insanlar, serf idi, yarı köle durumunda idiler. Derebeyi, bir toprak parçasını sattığı zaman, üzerindeki insanlar da, çiftlik hayvanları gibi, sâhip değiştirirlerdi: sâhipleri, toprağın yeni sâhibi olurdu. Bir kız evlendiğinde, ilk gecesini kocasıyla değil, Feodal Lord’la geçirmek zorundaydı; bu, kanundu: lâtincesi : jus primae noctis.
Bu sosyal durum yüzyıllarca devâm etti. Avrupa’lı insanların soylarının nasıl karmakarışık hâle gelmiş olabileceğini düşünün!
En keskin, en acıklı kırılma noktamız olan Tanzîmât ve devâmı olan İslâhât denilen bocalamalar sonucu, kendimize, târihimize, değerlerimize bu Avrupa’lıların baktığı açıdan bakmağa alıştırıldığımız için, sıradan diplomalılarımızın zihninde, Ortaçağ, karanlık bir çağdır. Halbuki, Ortaçağ, Avrupa için karanlıktır; Ortaçağ’da medeniyeti Müslümanlar temsîl ediyordu; kan dolaşımını, Harvey’den yüzyıllarca önce Müslümanlar bulmuştu, Meridyeni Müslümanlar ölçmüştü, İbn Heysem’in optik buluşları vardı ama, Dr Sigrid Hunke’nin belirttiği gibi (avrpanın üzerine doğan İslâm Güneşi) tarihteki 1000 yıl, hiç yaşanmamış gibi ele alınmış, bizimkilere öğretilmiş olan çâresizlik hâli ile, tarih de Avrupa’daki gibi öğretilegelmiştir.
Medeniyetin, Müslümanlardan Avrupa’ya Palermo/İtalya ve Endülüs/İspanya yoluyla geçtiği asla unutulmamalıdır. Bâzı aydın(!)larımızın zihninde ortaçağ denince hemen karanlık hatıra gelmesi, bu kültür istilâsının meyve(!)lerinden biridir.
İlâhiyat Fakültelerinin en kıdemlisi olan Ankara’dakinde (1949 yılında kurulmuş) bir profesörün, genç akademisyenlere, iyi niyetle, Islamic Jurisprudence (Fıkıh) okuttuğunu, onları böylece akademik İngilizce uslûbuna alıştırma işini hatırlıyorum. Tabiî, arka plana bakılmayınca, o konu hatıra bile gelmeyince, oryantalistlerin ne yazdıklarına bakma eğilimi, akımı sürdü gitti, anlaşılan ve iş, soyu da karışık kâfirlerin İslâm hakkında yazdıklarının Türkçeye tenkîdsiz, sorgusuz sualsiz aktarılmasına kadar gitti. Öyle ki, İlâhiyat Fakültelerinden birinde görevli Tefsîr Profesörü, Kur’ân-ı Kerîm’e, Hz. Muhammed’in, kendisinin de birşeyler eklemiş olabileceği ifâdesini kullanabildi! İşin şakası yok: İslâm inancına göre, Kur’ân, Allah kelâmıdır, böyle inanan Müslümandır, kimsenin Müslüman olmak mecbûriyeti de yok; ama, İlâhiyat Fakültesi’nde ‘Müslüman kimliği ile’ böyle ifâde!: Allah korusun!
Ankara’daki İlâhiyat Fakültesi’nde kendi dillerini öğretmekle görevli İngiliz, Fransız, Alman okutmanlar vardı; Müslüman gençlere, İslâm’ı, ‘Müslüman Kimliği ile’ anlatmak, çok başka bir olay.
Diyânet İşleri Başkanlığı makamında uzun yıllar bulunmuş başka bir profesör de, ‘dediğini doğru bulmamakla berâber’ ‘maksadını aşmış ifâde’ filân diyerek onu savundu.
İyi, güzel, arkadaşını savunsun, tamam.
Peki, Üniversite gençliğinin ahlâk bakımından tehlikede olduğunu, ‘gidelim, bakalım, bazı illerdeki üniversite yakınındaki kiralık meskenlerin durumunu görelim’ dediği için; zinayı, kendi dünya görüşü çerçevesinde (İslâm inancı kendisini bağlamadığı için) tabiî, kaçınılması gerekmeyen, sıradan bir şeymiş gibi ele alıp bu vahim durumu dile getiren profesöre medyada saldıranlara karşı; arkadaşını savunan, ağzı da iyi lâf yapan, Diyânet’in en tepesinde yıllarca bulunmuş olan aynı profesörün, hiç ağzını açmayışına, hiçbir şey yapmayışına ne buyurulur?
Kendi adıma, ülkemizdeki bütün ayrılıkların, anlaşmazlıkların temelinde Tanzîmatla disk kaymasına uğradığımızın farkında olmakla, Tanzîmâttanberi tutulan yolun ‘çağdaş’, ‘gerekli’, ‘zarûrî’, ‘hayâtî’ olduğu saplantısının. resmî görüşünün yattığı kanaatindeyim.
Kültür İstilâsı, felâketlerin en büyüğüdür: kaplanı maymun hâline getirircesine, insana, ‘kim idiğini’, kendi kimliğini unutturur, kendini, ‘başka bir şey’ zannettirir, şaşkına çevirir de, buna uğrayan zavallı, acınacak durumunu farkedemez, üstelik bu ‘yeni’ durumuyla öğünç duyar.
Ne kadar tekrarlansa az olan tipik bir misâli anarak bu yazıyı bitirelim:
Afrika’lı bir yerliye, ‘hiç İngiltere’ye gittin mi?’ diye sorulduğunda şöyle dermiş:
-No, I have never been home. (Hayır, hiç yuvada, anavatanda bulunmadım.)
(Bunu bana nakleden, kiracısı olduğum yaşlı İngiliz bu ‘attitude of mind’ı muhâfaza edemedikleri için üzüntüsünü dile getirirdi.)
Zavallı Afrika’lı, kim idiğini, kimliğini yitirmiş; kendini, vatanından ayrı düşmüş zannediyordu, -üzerinde yaşadığı kendi vatanı, onun için ‘vatan’ değildi- onda öyle bir ‘kafa yapısı’ oluşturulmuştu!
*******
Bol keseden ‘aydın’ denilen diplomalılarımızdan değişik, tuhaf ifâdeler sudûr ettiğinde, bu ‘Kültür İstilâsı’ olgusunu hatırlamak, olayın niçin öyle cereyân ettiğini anlamamıza yardımcı olur.
Açıkçası, ‘tuhaf’ bulduğumuz görüşleri ortaya atanların -hepsi değilse- pek çoğu, Tanzîmât’ın ne idiğinin farkında olmayan, okulda kafalarına doldurulanla kalmış olan etiketlilerdir.
Ciddîye alınmağa değmez! demek bile gereksiz!
Şöyle de söylenebilir:
Türkiye’de, ‘aydın’ olmanın ilk adımı, Tanzîmât Gerçeği’ni bilmektir.
Bu bilinmeden, ‘diploma sâhibi’ olunur; aydın olunmaz!
19-12-2020