Doğu Akdeniz Satrancı ve Türkiye

Türkiye, bütün bu riskleri göz önüne alarak Libya sorununu bir an önce diplomatik alana taşımalıdır. UMH‘nin masada olmasının yanı sıra Tunus ve Cezayir’in de görüşmelerde bulunmalarına zemin hazırlamalıdır. Almanya’nın bu konudaki önerisi kuvvetle desteklenmeli, Soçi benzeri bir siyasi platform oluşturulmalıdır. Bu sağlanırsa UMH‘nin meşruiyeti, uluslararası bir görünüm kazanarak güçlenir.

*****

Nuri GÜRGÜR[i]

Doğu Akdeniz’de iki binli yılların başından itibaren bulunan petrol ve doğalgaz yatakları, bölgenin sanılandan çok daha büyük ekonomik potansiyelinin olduğunu ortaya koydu; bu tablo jeopolitik bir depreme yol açtı.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan, stratejik bir hamle başlattı. Mısır, İsrail, Ürdün, Suriye ve Lübnan ile art arda anlaşmalar yaparak Ada çevresinde geniş bir alanı “münhasır ekonomik bölge” ilan etti. Böylelikle Türkiye’nin Antalya körfezine sıkışıp kalmasına yol açacak yeni bir bölge jeopolitiği inşasına çalışıyor.

Rumlar; İsrail ve Mısır ile birlikte çıkaracakları doğalgazı, Girit üzerinden Avrupa’ya iletecek boru hattı için prensipte anlaştılar. Ancak Yunanistan ve GKRY, daha ekonomik olduğu için İsrail’in konuyu Türkiye ile görüşmek istediğine dair haberler duyulması üzerine, bir an önce imza sürecini tamamlamaya çalışıyor. AB’nin bu girişimleri destekliyor olması, cesaretlerini artırıyor.

Türkiye, BM’in tanıdığı meşru Libya Hükûmeti ile imzaladığı “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması”na ilişkin muhtıra ile stratejik bir atak yapmış oldu; kendisini Doğu Akdeniz’de oluşan enerji denkleminin dışında bırakmaya yönelik girişimlere izin vermeyeceğini gösterdi. Ardından UMH’nın daveti üzerine Libya’ya asker göndermek suretiyle kararlılığına askerî bir nitelik kazandırmış oluyor.

Libya’ya asker gönderilmesi, elbette sıradan bir olay değil; beraberinde önemli riskleri barındırıyor. Kararla bunlar göze alınmış oluyor.

Libya’da uluslararası hukuka göre meşru sayılan Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkent Trablus ve çevresinde egemen. Buna karşılık: General Hafter’in başında olduğu Derne ve Tobruk merkezli muhalif güçler, nüfus yoğunluğu bakımından değilse bile, alan genişliği açısından ülkenin üçte ikisinde hâkim durumda.

Libya’da Arafat’tan sonra kabileler ve sosyal gruplar arasında yaşanan ayrışma, toplumsal bütünlüğü engelliyor, silahlı çatışmalar sürüyor. Rusya ve Mısır başta olmak üzere Fransa, BAE gibi dış güçler Hafter’i destekliyor. Putin’in ülke dışı operasyonlarda kullandığı ve Rus özel kuvvetlerinden bir generalin komuta ettiği Wagner adı verilen özel birlikte, iki bin kadar Rus‘un yanısıra Sudan ve Çad’dan getirilen beş binden fazla paralı askerin olduğu ifade ediliyor.

Savaş uçakları ve ağır silahlara sahip olan, Mısır’dan destek sağlayan Hafter güçleri Trablus’u kuşatmış durumda. UBH Türkiye’nin desteklememesi durumunda çok uzun direnemez. Ancak Türkiye’nin de uzun süre desteğini sürdürmesi mümkün değil. Bunun hem ekonomik ve politik hem de gönderilecek askerimizin hayatı açısından maliyeti katlanılamayacak derecede büyük olur. Ayrıca bu uzaklıktaki bir ülkeye gerekli lojistik desteğin ulaştırılması da kolay değildir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Tunus ziyaretinde bu hususta bir anlaşma sağlandı mı bilmiyoruz.

Putin ile Erdoğan’ın 8 Ocak’ta yapacakları görüşmede Rusya’nın pozisyonunda değişiklik olmaması halinde iki ülke ilişkilerinde görünürdeki bahar havası tersine dönebilir. İdlib’te yaşanan gerilim, YPG‘ye paralel bir Rus YGS’si oluşturma girişimleri ve Barış Pınarı operasyonunun daha geniş alanda sürdürülmesinin engellenip buraların Şam rejimine devredilmesi gibi güven sarsan sorunlara Libya’nın da eklenmesi halinde ilişkilerin krize dönmesi kaçınılmaz olur.

Türkiye, bütün bu riskleri göz önüne alarak Libya sorununu bir an önce diplomatik alana taşımalıdır. UMH‘nin masada olmasının yanı sıra Tunus ve Cezayir’in de görüşmelerde bulunmalarına zemin hazırlamalıdır. Almanya’nın bu konudaki önerisi kuvvetle desteklenmeli, Soçi benzeri bir siyasi platform oluşturulmalıdır. Bu sağlanırsa UMH‘nin meşruiyeti, uluslararası bir görünüm kazanarak güçlenir.

Diğer bir atak İsrail ve Mısır ile ilişkilerimizde yapılmalıdır. Bu iki ülke ile ilişkilerin buzdolabına kaldırılmaları, bizimle doğrudan ilgili olmamakla beraber, bu ülkelerde belli konularda yaşanan manevi, insani ve siyasi sorunlardan kaynaklanıyor; İsrail’in Filistin halkına sürdürdüğü insanlıkla ve hukukla bağdaşmayan, BM kararlarını bile yok sayan uygulamalarına, Mısır’da Mursi’nin askerî darbeyle devrilmesine tepki göstermek ne derece doğruysa ilişkilerin sırf bu gerekçelerle dondurulması da aynı derecede yanlıştır. Tepkilerimizi etkili olmasalar da sürdürelim ama bunu siyasi ve ekonomik ilişkilerin kesileceği noktaya getirmenin Filistinlilere hiçbir yararının olmadığını da görelim.

Benzer durum Mısır konusunda da yaşanıyor. Tepkilerimiz, Mursi’nin devrilmesini de taraftarlarının acımasızca ezilmesini de engelleyemedi. Biz tanımıyor olsak bile bütün dünya, başta İslam ülkeleri olmak üzere, Sisi’yi devlet başkanı olarak tanıyor. Devlet politikasını, karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı devletlerarası ilişkileri müteveffa Mursi’ye ve İhvan’a hissi bağlılık ve vefa duygularıyla düzenlemenin rasyonel bir izahı yapılamaz. İsrail’in başta PKK terör örgütü olmak üzere, bölge meselelerinde çok defa Türkiye’nin temel çıkarlarına aykırı bir politika izlediğini biliyoruz. Hâlen ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirmeye çalıştığı PKK/YPG devleti projesinin arkasında İsrail var. Ama bir yandan bütün bunları görüp önlemek için elimizden ne geliyorsa yaparken diğer yandan ilişkileri sürdürerek başka alanlarda çıkarlarımızın gereğine uygun adımları atmak zorundayız. Çünkü devlet aklı bunu gerektirir.

Zengin hidrokarbon yataklarının bulunmasıyla birlikte Doğu Akdeniz’in geleneksel jeopolitiği yeni baştan oluşurken, bu denklemin dışında kalmamak için duygulara, hamasete değil akla ve reel politik şartlara uygun politikalar izlemeliyiz. Enerji hatları güzergâhı konusundaki coğrafi avantajımızdan yararlanmalıyız. Türkiye, Mısır ve İsrail arasında, “kazan-kazan” anlayışıyla bir blok oluşturulması hâlâ mümkündür. Çünkü İsrail ve Mısır, Türkiye’nin Libya ile yaptığı Deniz Yetki Anlaşması’nı benimsemeleri durumunda, Rumlarla yaptıkları anlaşmadan çok daha fazlasını elde ediyorlar. Ayrıca Girit güzergâhının ağır mali külfetinden de kurtulmuş oluyorlar.

Türkiye, Libya Anlaşması’nı yapmakla, kendisini bu yeni jeopolitik denklemin dışında tutan plana ağır bir darbe vurdu; doğru bir hamle yaptı. Ancak sonuç alınabilmesi için vakit geçirmeden yeni siyasi hamlelerin yapılması gerekiyor. Bunlar yapılamadığı takdirde Libya’ya asker göndererek yüklendiğimiz külfetin anlamı kalmaz. Çünkü tek başımıza altından kalkamayacağımız çapta, uluslararası jeo-ekonomik bir oyunla karşı karşıyayız; kuşatılmak üzereyiz. Buradan sıyrılıp çıkabilmek, imkânlarımızı ve gücümüzü azami derecede verimli kılmak için akla, bilgiye, erbabıyla istişareye her zamandan fazla ihtiyacımız var.

——————————————–

Kaynak:

https://www.turkocaklari.org.tr/yazar/nuri-gurgur/dogu-akdeniz-satranci-ve-turkiye-9840

———————————-

[i] Türk Ocakları Eski Başkanı, ATO Meclis Eski Başkanı, İşadamı, mütefekkir-yazar.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen