Maraş’ta Bir Dergi Çıkarmak –
1980 İhtilâlinin ardından sokaklar sakinleşmiş, insanlar bir taraftan içinden geçtikleri nice ihanetler, kanlı çatışmalarla bulanık dönemin muhasebesini yaparken, bir taraftan da herkes kendi meşrebine göre tatmin arayışlarına girişmişti. Meselâ, Anadolu şehirlerinde birden bire birtakım Tarikat merkezleri konuşulmaya ve halktan yahut okur-yazar insanlardan bazılarının bu merkezlere otobüs dolusu gidip geldikleri duyulmaya başlamıştı. Bizim coğrafyamızda Adıyaman/Menzil ile Malatya/Darende hareketliliği bu anlamda zikredilmeye değer. Mistik/tasavvufî cereyanların tarihî oluşumuna da uygun bir olgudur bu husus: Siyasî-sosyal baskıların arttığı, katı otoriterliğin hâkim olduğu dönemlerde (Batıda olsun, bizde olsun), insanların “içe-dönmeleri”yle birlikte hep bu tip oluşumlar zuhur etmiş ya da mevcut olanlar artmıştır. Bir taraftan İhtilâl idaresinin ülkede “kuş uçurtmadığı” söz konusuyken, bir taraftan da bu işlerin – sözde gizli gizli – artışı ilginçtir. (O kadar ki, o zamanlar çıkan bir söylentiye göre, M. Güvenlik Konseyi lideri Org. Kenan Evren bile, ağır hasta olan karısının şifa bulması için Menzil’le temas kurdurtmuştur!… Bu arada, o sıralar benim çalıştığım okulun – 20 yıllık öğretmen olan – “Menzilci” baş muavini, ihtilâlin sanırım birinci yılında ilk re’sen emekli olanların halkasına dâhil edilmiştir, ki ayrı hikâye…)
Demek istediğim, ANAP’ın tek parti iktidarına rağmen 12 Eylül şartlarının psikolojisi hâlen de tam ortadan kalkmamışken, şair ve yazar bolluğu ile meşhur Maraş’ta, okuyup yazma heveslesi çoğunluğu genç sayılan öğretmenler olarak bizler, yukarıda andığımız mistik tatmin arayışları yerine daha fazla dergiler takip etmek, kitap imza törenlerine aracılık etmek vs. girişimleriyle kendi hayatımıza renk katmak istiyorduk, şimdi anladığımıza göre… Meselâ, çalıştığım lisede ilâve yaptıklarımız arasında, farklılık arayan öğretmenler olarak bir araya gelip merkez şehirlere nitelikli kitaplar, musikî kasetleri ısmarlamak gibi işler de böylesi canlılık örnekleri arasındaydı.
Biz böylesi işlerde küçük tatminler ararken, hemşehrimiz-ağabeyimiz, aile dostumuz, o yıllar peş peşe şiir kitapları yayımlanan Bahaeddin Karakoç ise sanat hayatının verimli zamanlarını yaşıyordu. Birkaç yerden ödüller filan da aldı; Kayseri Sanat Derneği (KASD) bunlar arasındaydı (1983). Bu yıllarda arkadaşımız Ali Akbaş ile Alper Aksoy’un yönetiminde Ankara’da çıkan Doğuş Edebiyat dergisi de takip ettiğimiz vasıflı dergilerdendi. Hatta oraya ben de bir yazı göndermiştim (1983 veya 84 olmalı); hatırladığıma göre Kayserili bir arkadaşın (ismi sanırım, Ahmet Kaplan olacaktı), adı geçen derneğin ödülünü almak üzere bu şehre gelen Cemil Meriç hakkında – tören sonrası Kayseri kökenli dergilerden birinde çıkan – tahfif edici bir yazısına karşılık polemik çıkaracak türden bir yazıydı. Fakat sonradan öğrendiğime göre, derginin yayın Kurulunda bulunan Kayserili akademisyen bir arkadaş çok çaba sarf etmiş ve Kurul üyesi Ayvaz Gökdemir rahmetlinin de desteğini alarak yayımlanmaktan alıkoymuştu. (Bunu bize, yaklaşık bir yıl sonra Doğuş Edebiyat’ı ziyaretimiz sırasında, o zamanlar keskin ve genç bir “ülkücü” olarak Derginin işlerine koşturan Nihat Genç, anlatmıştı.)
Dolunay’ın Doğuşu
Efendim, “okuma-yazma işleri” kendimizce bu minval üzere giderken, 1985 yılının güz aylarında, Maraş’ta bizim gibi okuyup-yazma hevesinde olan ve Bahaeddin Karakoç’un etrafında bulunan sekiz-on arkadaş, önemli ölçüde başarılı örnekler veren Kayserili yazarların o yıllar çıkardıkları dergiler gibi, bu şehirde bizim de bir dergi çıkarmaya niçin tevessül etmediğimiz konusunu gündeme getirip tartışmaya başladık. Sık sık bunu konuşuyor, tartışmaları Bahaeddin ağabey ekseninde yürütüyorduk. Yakınımızda hazır, meşhur şairimiz Bahaeddin Karakoç varken, o yıllar Sağlık Teşkilatından yeni emekli olmakla bütün zamanını böyle bir işe ayıracak durumda iken, her İstanbul’a-Ankara’ya gidip gelişinde falanca meşhur şair-yazardan nice haberlerle iştihamızı da körüklüyorken, bir organizasyonla biz de burada bir dergi çıkarma işini niye düşünmüyorduk? İmam-Hatip’te çalışan (ilâhiyatçı) Fazıl Tiyekli ile (Türkçeci) Abdulhakîm Eren, Teknik Lisede çalışan (felsefeci) bendeniz, sık sık Bahaeddin ağabeyle bir araya gelip konuştuğumuzu hatırlıyorum. O günler öğretmen (Türkçeci) şair Arif Eren’in de ayni konuda, Bahaeddin ağabeyle birlikte hareket ettiğini öğrendik. Ayrıca Bahaeddin ağabey, başkaca genç öğretmenlerin, yazmaya hevesli gençlerin de kendine yardıma hazır bulunduklarını, yazı, şiir, desen vereceklerini söylüyordu. Bir müddet sonra bunlardan önemli birisinin (edebiyatçı) Ali Yurtgezen, diğerinin (öğretmen-ressam) A. İhsan Aslantürk ve bir üçüncüsünün (bir kurumda memur) Ahmet Doğan (sonra “İlbey” adını da taktı) olduklarını öğrenecektik.
Dergi çıkarmaya karar verince, finansman konusunu elbette en başta düşündük, ama çoğu memur 5-10 kişinin aylık nakit taahhüdünden ileri somut bir varlığının olmadığını görüyorduk. Tabii bir de ne kadar yapabilirsek yıllık abone plânımız vardı.
Dergi için mekân ararken, o sıralar Türkçe öğretmenliğinin yanında ilâve bazı işler yapmak için bir yazıhane kullanan öğretmen arkadaşımız Faruk Paksoy’un da dergi tasarımızla yakından ilgilendiğini gördük; o kadar ki, Trabzon caddesi Akdeniz apartmanındaki kendi yazıhanesinin asma katını kira bedeli istemeden bize tahsis edecek kadar… Hatta Faruk bey, Maraş’taki iş çevresi arkadaşlarından reklam da vaad edince, şevkimiz ve ümidimiz bir kat arttı. Parasız-pulsuz bir yazıhaneye kavuşmuştuk. İş, organize olmaya ve dergiyi çıkarmaya kalmıştı. Dergi adı için üst üste yaptığımız toplantılarda birkaç isim üzerinde anlaşmıştık. (Şimdi adları aklımda değil; fakat bir teklif de ben yapmıştım: Yeni Tavır. Bahaeddin ağabey, “felsefî” bir ad olduğu cihetle mesafeli durmuştu galiba.)
Derginin Vilâyete bildirilmesi aşamasında, meğer bizden habersiz adını da kendi koymuştu: Dolunay. Hepimiz de beğenmiştik. Şiiriyetli ve güzel bir addı; adıyla müsemma, edebiyat ve sanat ağırlıklı bir dergi olacağı da belliydi. Ve 1986 Ocak ayına çıkmak üzere bütün hazırlıklar yapılmıştı. Sanırım 300 küsur civarında bir abone planımız da ortaya çıkmıştı (sonra, yanılmıyorsam azamî 400 gibi bir rakam var hatırımda). Eğitim camiası yanında okumuş-esnaf diyebileceğimiz eczacı, mühendis, doktor v.b. arkadaşlar da bize bir miktar abone olmuş ve bulmuşlardı.
Aralık ayının ortaları gibi yazılar toplandı, çoğu yukarda andığımız arkadaşlardan müteşekkil bir Yayın Kurulu oluşturduk: Bahaeddin Karakoç, Arif Eren, Fazıl Tiyekli, Ali Yurtgezen, Abdülhakîm Eren, Faruk Paksoy ve Mustafa Kök. Belki hatırıma gelmeyen bir-iki arkadaş daha vardı. Sahibi ve yazı İşleri müdürü elbette B. Karakoç olacaktı. Bir gün oturup ilk sayıya girmesi muhtemel yazı ve şiirleri Kurul olarak okuyup değerlendirdik. Yayın sırasını tabii Bahaeddin ağabey belirleyecekti. Son haftaydı galiba Bahaeddin Bey’i derginin basımı için Ankara’ya gönderdik. Dizgisinden tashihine kadar baskı yükü de onun üzerine kalmıştı. O sıralar İstanbul’da mimar olarak çalışmaya başlayan oğlu Enver’den, sanırım Ankara’daki diğer bazı gençlerden de destek gördüğünü öğrenmiştik, ama kimlerdi, şimdi hatırlayamıyorum. Yalnız, yakın arkadaşlarımız oldukları için Ali Akbaş ile Bayram Bilge Tokel’den haberler getiriyordu. Nihayet planladığımız gibi 1986 Ocak ayının başına dergi yetişti. Bir şafak vakti getirmişti Dolunay’ı. O zaman arabası olan çok insan yok, malûm. Bizlerden sadece Abdülhakim Bey’in bir arabası vardı; sanırım o karşılamıştı kendisini Garajda. Ama birkaç kişi daha okula gitmeden sabahın ilk saatlerinde Dergi yazıhanesine koştuğumuzu hatırlıyorum. Hepimizde bir heyecan… Aç insanların fırından çıkan sıcak ekmeğe saldırışı gibi paketleri açtık. Ne kadar da güzel görünüyordu gözümüze, kuşe kâğıt dış kapak üzerinde koyu lâcivert dolunay başlık figürü ile süzülmekte olan turna deseni (dördüncü sayıdan itibaren çift turnaya dönüşecek). Başlık altında, kökleri açıkta, sarmaşık halde birbirine dolanmış, Enver Karakoç çekimi nefis bir ağaç resmi; altında yazarlar kümesi. (Dolunay, aylık fikir ve sanat dergisi, sayı:1, 1 Ocak 1986, kapaklar dâhil, 36 sayfa.)
“Manifesto”muz
Yazılar Bahaeddin Karakoç’a ait – çıkış serüvenimizi anlatan okuyucuya mektup türünden – bir yazıyla başlıyor, ayni zamanda Derginin “manifestosu” niteliğinde, Dolunay imzalı: “Özenti Değil Özden”. İddialı “Manifesto”yu bir-iki satırla özetleyelim:
“Sanayi atıklarıyla, önce sular kirlendi. (…) Sonra, (…) hovardaca akaryakıt tüketimi yüzünden havalar kirlendi. Kısır politik çekişmeler yüzünden gönüller kirlendi. (…) İnsanoğlu ay’a uçmakla aylı düşler, hülyalar kirlendi. (…) Beride önce kelimelerle oynadılar (…) “Eski” dediler, “arı” dediler bizimkiler; “ileri” dediler, “geri” dediler; (…) bir yabancılaşma uğruna nice kültür değerlerimizi boynuzladılar (…). Dil kirlendi, (…) dil anarşisi, nice anarşilere öncülük etti. (…) Lügatler kirlenmişse, sanat, edebiyat ve kültür de o oranda kirli sayılmalıdır. Kirli bir sanat, edebiyat ve kültür ise ancak sömürge sanatı (…) çerçevesine sığar, millî kültür çerçevesine değil.” (…)
“Paris, sömürge kanlarıyla canlılığını korumaya çalışan çok kimlikli (..) bir burjuva sanatçıları ocağı. Moskova (SSCB’nin Moskova’sını kastediyor. mk), Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Pasternak’ı, Soljenitsin’i inkâr eden bir Allahsızlar, katiller mektebi. (…) Atina, hâlâ boyanma ve boyama sanatını devam ettiren histerik bir kurtizan, cılk bir batı sentezi… Londra, beynelmilel Yahudi hesabına çalışan bir dedektif ofisi. Bizim dışımızdaki ve bize yabancı her yer ve her şey öyledir.” (…)
“Burası Kahramanmaraş… Çok çileli zamanlar yaşamış, ama yiğitliğine hiçbir zaman gölge düşürmemiş bir Anadolu kenti. Burada, bizim de söylenecek sözlerimiz, sergilenecek özlerimiz var. İstiyoruz ki, sesimiz, ışığımız, dağları ve ufukları sıyırsın. İşte DOLUNAY, bu gaye için açılan ilk bayraktır. Evet, DOLUNAY, Türk-İslâm boyutlu sanat, edebiyat ve kültür serenine asılan bir inanç bayrağı. (…) Müslüman Türklerin yaşadıkları bütün mukaddes topraklara, iman coğrafyalarına sevgi ve selâmlar uçuran bir ılık yürektir. (…) Dede Korkut’tan, Yunus’tan (…) Âşık Veysel’e bir öz emanet taşır sürekli olarak: Toprak sesi, bayarak sesi, ezan sesi, insan sesi… Ve yeni zamanlara, yeni mekânlara nakşeder bu kutsal emanetleri.”
“DOLUNAY, çıktığı sürece, Türk diline, Türk edebiyatına ve Türk kültürüne, kirlenmeden, kirletmeden (…) hizmet etmeyi bir ülkü borcu sayar. (…) Özenti değil, özden sesleniyoruz: Yolumuza duvar örmeyenlere bin selâm olsun!”
Görüldüğü gibi “manifesto”nun çerçevesi gayet net: Batı’ya ve batılılaşmaya mesafeli, zamanın Moskova’sına “Allahsızlar ve katiller mektebi” diycek kadar haşin, maddede ve mânada kirlenmiş ve kirletmiş her şeye düşman, Türk-İslâm kültürüne, Müslüman Türklerin yaşadıkları bütün coğrafyalara ve oralardaki değerlere dost; Dede Korkut’tan günümüze, toprağın, yani vatanın, bayrağın, ezanın sesiyle ruhu dokunmuş insanın sesini öz emanet bilip nakşetmek yeni zaman ve mekânlara. Yani millî bir fikir, edebiyat ve sanat, millî ve kirlerinden arınmış bir kültür arayışı… Karakoç’un söylediklerinin ara satırlarında söylemek istedikleri, kast ettiklerini de okursak, 12 Eylül öncesi ideolojik ortamın yarattığı ideolojik sanat ve edebiyat hayatının eseri olan kirlenmeye karşı kendilerinin sanatı ve edebiyatı oralara bulaştırmadan, geçmişten günümüze milletin kutsalları ışığında yapacakları vaadidir, diyebiliriz. B. Karakoç, Dolunay’ın ilk sayısından sonuncusuna kadar bu arayışına sadık kalmaya özenmiştir, yaşadıklarımız ve bildiklerimiz kadarıyla. Biz şâhitlik ederiz. Ne var ki, genel okuyucu nezdinde biz “taraf” olarak gözükeceğimiz için, asıl bu konuya objektif bakacakların ne düşüneceği, hatta otuz yılı aşkın bir zaman sonra üç yıllık Dolunay koleksiyonu üzerine akademik inceleme yapacak olanların ne diyeceği önemli. (Henüz yapılmış bir araştırma var mı, açıkçası bilmiyorum.)
Yazarlar, Yazılar, Yankılar
Başlamışken ilk sayıdaki diğer yazar ve yazıları da sıralayıp ilk yankılarına da dokunalım:
Sırayla Mustafa Kök’den “Osmanlıyı Doğru Anlamak Meselesi” başlıklı makale, Aysen akdemir’den “Hasret Kaldık Bayramlara” başlıklı şiir, Arif Eren’den “Yaralar Sevgiyle Sarılmalı” başlıklı şiir, Sait Yaylalı’dan (B. Karakoç müstearı) “Sanat ve Edebiyat Ödülleri Ya da Gazoz Şişesi Kapaklarından Boyalı Madalyalar Üstüne” başlıklı eleştiri, Fâzıl Tiyekli’den “Kur’an Ahlâkı” başlıklı makale, Hasan Lâtif Sarıyüce’den “İlkler” başlıklı şiir, Ali Yurtgezen’den “Günümüz Mizahı Yahut Basınımızda Arabesk” başlıklı makale, Bahaettin Karakoç’tan “Konuşan Parmak İzleri” başlıklı şiir ve üstünde A. İhsan Aslantürk’ten bir desen, Ahmet Doğan’dan “Türk Fikir Hayatının Farklı Çizgileri ve Aydınların Durumu” başlıklı makale, Şükrü Karaca’dan “Ömrüm Oldukça” başlıklı şiir ve üstünde yine Aslantürk’ün bir deseni, Arif Eren’den “Derin Yara” başlıklı hikâye tahlili, Seyit Ahmet Kutuzman’dan “İki Mevsim Arası” ve Kul Hamit’den, “Dağlar” başlıklı üst üste şiirler, H. Ali Uyduran (sonra Özturan)’dan “Kan Dâvası” başlıklı hikâye, Çiğdem Artar’dan “Zamansız” başlıklı şiir ve üstünde Oğuz Karakoç’tan bir desen, Yusuf Mardin’den “Meltemle Rüzgâr” başlıklı şiir ve üstünde bir desen, nihayet “Genç Kelemler” sayfasında İlkay Ergenoğlu’dan “Zafer Hayatın Kendisidir” başlıklı bir deneme… Ön kapağın iç sayfası üst kısmında Ankara ağırlıklı “Kültür ve Sanat Haberleri”, en altta Derginin künyesi. İç ve kapak baskıları, Ankara matbaaları.
Arka kapak iç ve dışta birer reklâm (son sayfada da iki reklâm mevcut) hepsi Maraş menşeli. Yazı, şiir ve diğer ürünlerin nerdeyse yüzde sekseni Maraş menşeli, diğerleri ise hemen hepsi B. Karakoç’un adı sayesinde kotarılmış Maraş dışından edebî ürünler… Derginin çıkışı sade bizler arasında değil, bütün Maraş okumuşları arasında heyecan yarattı. Dışarıdaki edebî çevrelerde de hayli ilgiyle karşılandı. Dergilerden başka gazetelerin edebiyat sayfaları da övgüyle bahsettiler. Taşrada böylesi nitelikli bir Edebiyat ağırlıklı derginin yayımlanmasının başarısına işaret ettiler. Bizim yayın kurulumuzdan olup da dışarılarda yazar-şair olarak tanınan Bahaeddin Bey ile Arif Eren’den başaksı yoktu. Geri kalan bizim takımın hemen hepsi aslında bal gibi “amatör” sayılırdık. Şahsen benim ve sanırım Fazıl Tiyekli’nin – hayli yazıp çizdiklerimiz olsa da – ciddî nitelikli ilk yazılarımız, Dolunay’da çıkmıştı, oysa yaşımız kırka merdiven dayamıştı (yani hayli gecikmeli yazı adamları olacaktık – olabilirsek tabii, nitekim olamadık.) Buna rağmen, o zamanlar profesyonel yazarlığını genç yaşta ispat etmiş ve Tercüman gazetesinin Kültür-Sanat sayfasını yöneten Beşir Ayvazoğlu’nun Dergimizi hayli öven yazısında biz “amatörler”e de yer vermesi, hepimizi adamakıllı umutlandırmıştı. Özetle şöyle diyordu B Ayvazoğlu, “Anadolu Dergileri” başlıklı yazısında: “Daha kapağından Karakoç’un titizliği fark ediliyor. (…) Her Anadolu şehri, ayrı bir kültür merkezi olma kapasitesini taşıyor. Esasen kültürü yaygınlaştırmanın başka bir yolu da yok. Dolunay’da – kılıcı biraz keskin görünmekle beraber – biz bu samimiyeti ve hassasiyeti bulduk. “Özenti Değil Özden” başlıklı ilk yazıda, Dolunay’ın misyonu şöyle açıklanıyor: Türk-İslâm boyutlu sanat, edebiyat ve kültür serenine asılan bir inanç bayrağı.” Mustafa Kök’ün “Osmanlıyı Doğru Anlamak” adlı yazısı, ölçüleri teşekkül etmiş bir kafanın ürünü. Osmanlı’nın çok zaman yanlış anlaşıldığını örneklerle açıklayan Mustafa Kök, “geleceğimizin sırrı geçmişimizdeyse Osmanlıyı doğru anlamak gerek” diyor. Said Yaylalı imzalı yazı ile “Günümüz Mizahı ya da Basınımızda Arabesk” yazıları da dikkate değer.” (Yukarıda belirtmiştik, Yaylalı adı Karakoç’un müstearıydı, diğer andığı yazı da Ali Yurtgezen’e ait olanı.) Sonrasında Ayvazoğlu, Dolunay’ın bu ilk sayısındaki diğer şair ve yazarların adlarını sıralıyordu. (Tercüman, 12 Ocak 1986, s.12). B. Ayvazoğlu’ndan ibaret değil, hemen Ocak ayıdan başlayarak devam eden bir Dolunay ilgisi hep olageldi. Şair O. Olcay Yazıcı, Türkiye gazetesi Kültür-Sanat, keza Serdar Yakar Millî GazeteKültür ve Sanat sayfalarında, Erguvan, Türk Edebiyatı, İlim ve Sanat, Boğaziçi ve Güneysu dergileri, kültür-sanat haberlerinde sitayişle bahsettiler. Serdar Yakar, “Dolunay, bir taşara dergisi olmasına rağmen büyük şehirlerde yayımlanan birçok dergiye taş çıkartacak bir dergi. Ciddî bir çalışmanın ürünü” diyordu. (Yakar, Dolunay Esintisi ve B. Karakoç, K. Maraş 2015, s.30.) Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı Talat S. Halman, Karakoç’a Amerika’dan yazdığı mektupta “Dolunay’ı ve sizi heyecanla kutlarım. İçindeki yazılar ve şiirlerle, görünüşüyle enfes bir dergi. Eminim, Dolunay Türk düşünce ve edebiyat âlemine, önemli katkılarda bulunacak” diyordu. (Dolunay, B. Karakoç, “Hedefe Doğru”, S. 4, s.3.) Ayrıca o zamanın meşhur kadın romancıları Emine Işınsu ile Sevinç Çokum’un Dolunay ile yakından ilgilenmeleri, özellikle Işınsu’nun yazdığı uzun mektubu hepimiz için moral kaynağı olmuştu. Işınsu, “Karakoç ağam” diye hitap ettiği Bahaeddin beye – Töre’den kaynaklı tecrübesiyle ve eğlenceli bir üslupla – hem matbaa-hurufat ve kâğıt derdinden para denkleştirmesine, tembel, kaprisli yazarlardan yazı beklentilerine, hele hele “okuyucu denen”, “yedi başlı, yedi başında yetmiş iki ağızlı, yetmiş iki ağzında yüz yetmiş iki dilli “velînimet”e kadar akla gelen-gelmeyen zorluklarını hatırlatıyor, hem de “ ‘yepyeni, güpgüzel dergi’ çıkarmanın tadına doyulmaz zevki”ni anarak “Hoş Geldin Dolunay” diyordu. (E. Işınsu, Dolunay, S. 5, s. 5.vd.)
NOT: Dergâh dergisinde yayımlandı (Cilt: 30, Sayı:350, s. 26-28, Nisan 2019 – II. Bölüm, bir sonrakinde, Mayıs sayısında yayımlandı).
Dr. Mustafa KÖK
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Felsefe Bölümü Emekli Öğretim Üyesi