Dost; Sevilen insan, muhib, yâr.Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, maşuka, mahbûbe. Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah (c.c).[1]
Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki “dost” kelimesinden dilimize geçen dostluk, İslâmî literatüründe sadâkat, uhuvvet, meveddet, sohbet gibi değişik kelimelerle ifâde edilmiş, ayrıca “velî” ve “rafîk” kelimeleri başka anlamları yanında, dost mânâsında da kullanılmıştır.Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok geçen kelime, “velî”dir. İnsanlar arasındaki samimiyet ve sevgiye dayalı bağlılık haline “dostluk” diyoruz.
Kur’ân-ı Kerim’de yine dostluk anlamında kullanılan “hulle” kelimesi, sözlüklerde genellikle “kalbin derinliklerine nüfuz ederek kökleşen engin dostluk” şeklinde açıklanmaktadır.
Engin dostluğun kaynağı ise; sevgi ve muhabbet, kalbin, sevgilinin kalbine yönelmesi, meyletmesi, duygu ve düşüncenin sevgilinin güzellik ve özelliklerine uzanması ve devamlı onunla meşgul olmasıdır. Öyle ki bu yöneliş ve meşgûliyetle seven ile sevilen arasında rûhî ve mânevî bir dostluk ve sevgi bağı meydana gelir. Böylece sevgi kuvvetlenerek dostluğa, dostluk güçlenerek hevâ’ya, hevâ da artarak aşka dönüşür.
Kıymetli Şahver Çelikoğlu Hanımefendi; Dost olmayı şu şekilde târif ediyor. “Allah Teâlâ kişiyi, kendisine dost eylemek isterse, aşkının kâsesinden sana (öyle) bir sunar ki, onu içince, susuzluğun daha da artar. Öyle bir zevk hâsıl olur ki, O’na kavuşma özlemin (şevkin) daha da artar. Öyle bir yakınlık olur ki, O’nu istemen daha çok artar! Öyle bir sükûnet (hareketsizlik) hâsıl olur ki, kararsızlığın ve hareketliliğin artar da artar.
Bu sarhoşluk sende ortaya çıkınca, seni “şaşkınlığa” düşürür. Seni sarhoşluğa düşürünce de “hayret”e düşürür. İşte burada sen “mürîd”sin.
Hayrette kalman devamlı olunca seni senden alır, seni senden yok eder ve sen “yağmalanmış” ve “meczub” bir halde kalıverirsin. İşte o vakit sen “murad”sın. Çünkü arada “sen” olmaksızın sen O’nunla berâbersin, “mekânsız” bir halde O’nun yanındasın, “keyfiyetsiz” bir halde O’nu müşâhede ediyorsun.
Zâtın, yâni varlığın yok olup, beşeriyet sıfatların kaybolunca senin sıfatların yerine O, “sıfatları” ile, senin yokluğun yerine O, “bekâsı” ile kâim olur. Senin üzerine “… Benimle işitir, benimle görür” hil’atini (rütbesini) giydirir.
Artık O, senin dostundur. O da seni dost ve yetkilisi edinmiştir. Konuştuğun zaman, O’nun hatırlatması, verişi, ihsânı ile konuşursun. Baktığın zaman, O’nun nurları ile bakarsın, hareket ettiğinde O’nun kuvveti ile hareket edersin, tuttuğun zaman O’nun kudreti ile tutarsın. Artık, orada, ikilik yok olmuş; “ben” ve “o” farklılığı kaybolmuştur. Ayağın sağlamlaşıp, sırrın sükûnet bulup, sarhoşluğundan ayrılırsan “Hû=O” dersin”.[2]
En güzel örnek olarak vereceğimiz İbrahim (a.s) “halîl” yâni dost olduğu için çok zor durumda olmasına rağmen, dostluğun şartı olarak büyük bir teslimiyet ve tevekkül içindeydi; gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu. Ateşe atılacağı zaman kendisine yardım teklifinde bulunan meleklere:
“-Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona razıyım; kurtarır ise lütfundan, yakarsa kusûrumdandır. Sabredici olurum inşâallâh…” diye mukâbelede bulunduktan sonra devamla:
“-O, hâlimi biliyor! Hem söyleyin; ateş kimin emri ile yanıyor, yakmak kimin işidir?” diye sordu.
Nihâyet o büyük dosttan, yâni Allâh’tan gelen emir ile ateş İbrahim (a.s)’a serin ve selâmet oldu. Bu şekilde ilahî dostluğun güzelliği sergilendi. Cenâb-ı Hakk, İbrahim (a.s)’ı işte bu sadâkati sebebiyle âyet-i kerimede şöyle buyurur.”Sözünün eri olan (ahdine vefâ gösteren) İbrahim…” (en-Necm 37) şeklinde âyet-i kerîme ilede övülerek Dost defterine, İbrahim (a.s)’mın kayıtlı olduğunu göstermiştir.
Âşıkların şâhı Hz. Mevlânâ: “Kum suya kandığı halde, ne acâyip ki ben kanmadım. Şu dünyâda benim yayıma lâyık bir kiriş yoktur” mısralarıyla, âşıkların kademe kademe olduğuna işâret ediyor. Meselâ Sûfî şeyhlerinden Yahya b. Muâz-ı Râzî (k.s) Bayezid-i Bistâmî’ye (k.s) gönderdiği bir mektupta “Muhammed (s.a.v) kadehinden o kadar içdim ki, nihâyet mestoldum” demiş. Hz. Bayezîd-i Bistâmî (k.s) ise cevaben: “Muhabbet şarabını kâse kâse içtim, lâkin ne şarap bitti ne de benim hararetim geçti” beytini yazıp göndermişti. Dost defterine kayıtlı olanlar, işte böylesine Hak aşkı ile dopdolu olan zevâtı kiramdır.
Her hâdise karşısında iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile dostluk yaşanır. Gerçek dostluk iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yâni muhabbet akışı neticesinde sevilenin her hâli sevene sirâyet eder.
Rivayet edildiği üzere birgün Peygamber Efendimiz (s.a.v) hastalanmıştı. Bunu duyan Hz.Ebû Bekir (r.a) derhâl mübârek hâl ve hatırlarını sormak için,Nebî sallâllâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’in ziyâretine koştu. Ancak o Âlemler Efendisi’ni rahatsız bir hâlde görünce dayanamadı ve eve döndüğünde teessüründen yatağa düştü.
Birkaç gün sonra sıhhate kavuşan Efendimiz (s.a.v), Hz.Ebû Bekir (r.a)’da hastalandığını işitti ve ziyâretine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e:”-Rasûlullâh seni ziyârete geliyor!” dediler.
O peygamber âşığı hemen yatağından fırladı; büyük bir canlılık ve tarifsiz bir mutluluk içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuştu. Âlemlerin Efendisi’ni kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti. Onu böylesine sıhhat ve âfiyet içerisinde mesrûr olarak gören Rasûlullâh Efendimiz hayretle:
“-Yâ Ebâ Bekr! Senin hasta olduğunu söylemişlerdi.” dedi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e aşk ve muhabbette herkesten daha ziyâde nasibdâr olan Hz.Ebû Bekir (r.a), Rasûli Kibriyâ Efendimizin, ziyâretinden mest bir hâlde şu mukâbelede bulundu:
“-Yâ Rasûlallâh! Dostum hasta oldu; ona teessürümden ben de hasta oldum! O âfiyet buldu, ben de âfiyet buldum!..”buyurdu.
Hz.Ebû Bekir (r.a) Efendimizin bu ve benzeri dostluk ve muhabbet tezâhürleridir ki, onu, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan «ikinin ikincisi» olma şerefine nâil eylemiştir. Onun için bütün mes’ele, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu ve bizleri istikâmetlendirdiği gönül alâkalarını en samîmî dostluk bağlarıyla kuvvetlendirmek ve böylece ilâhî aşkın neşvesinden nasib alabilmekdir. Zîrâ ancak böyle dostluklar, hakîkî mânâda muhabbet ve aşktan hisse alıp,isimlerine Dost Defterine yazdırabilmişlerdir.
Rüzbârî (k.s) der ki: “Bütün varlığından sıyrılmadıkça muhabbetin sınırına yaklaşamazsın.”
Dostluk defterine adını yazdırmış olan güzide insanlar, Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin lütuf taâmından yediler. Ünsiyet şarâbından içtiler, yakınlığının kapısını müşâhede ettiler. Sırf haberle kanaât etmediler. Bilakis mücâhede ettiler. Sabretdiler. Sıkıntı ve meşakkatlere katlandılar. Tahammül gösterdiler. Hem kendilerinden, hem de diğer insanlardan ve bütün fânilerden geçerek, dost olma şerefine erdiler.
Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allâh Rasûlü onun bu hareketini fark edince:
“–Ey Ebû Bekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Ebû Bekir (r.a);Yâ Rasûlallâh! Müşriklerin arkanızdan yetişebileceklerini düşünüyor arkadan yürüyorum, ileride pusu kurmuş olabilecekleri aklıma gelince de hemen öne geçiyorum!” dedi.
Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar.
Sıddîk-ı Ekber Hazretleri:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve içeriye girdi. Mağaranın her tarafını iyice temizledi. Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça yırtıp orayı kapatıyordu. Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamâmını deliklere tıkadı, sadece bir delik kaldı. Ona da topuğunu koyduktan sonra:
“–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.
Sabah olduğunda durumu fark eden Peygamber Efendimiz:
“–Ebû Bekir, elbisen nerede?!” diye hayretle sordu.
Ebû Bekir Efendimiz, akşam yaptıklarını anlattı. Bu davranış karşısında son derece duygulanan Allâh Rasûlü, Fahri Kainat Efendimiz, ellerini kaldırarak Hazret-i Ebû Bekir için duâ buyurdu.
Allah Teâlâ seni sevdiğinde, aslında kendisini sevmiştir. Çünkü sen O’nun kudretinin eserisin, O’nun san’atısın, O’nun hikmetisin. Öyleyse seni sevdiği zaman, aslında kendi san’atını sevmektedir. Hani bir san’atçı yaptığı eseri güzelce tamamlayınca onu sever ya. Aslında kendi eliyle yaptığını, incelikle ortaya koyduğunu sevmiştir.
Senden kesb ve fiil olarak ortaya ne çıkıyorsa, hakîkatte o da Allâh’ın takdiridir. Ve sen, aslında O’nun kudretine boyun eğiyorsun, O’nun dilemesiyle amel ediyorsun, iş senin elinde değildir. Seni kendisine yakın etmek isterse, seni senden alır; seni senden sıyırır, seni fâni sıfatlarından koparır ve senin üzerine kendisinin bâkî sıfatlarını giydirir. Sonra seni kendi varlığında kâim eyler.
İnsanın gerçek tabiatı saklı bir hazinedir. Bu sebeple, insan ruhu ilâhi olana karşı konulmaz bir güçle çekilir. Bu sonsuzluğa ulaşma arzusundan kaynaklanan ilâhi bir susuzluktur. İnsanda gerçek olan tek şey onun ruhudur ve bu ruh bütünüyle Allâh’a aittir. Tüm ruhlar, şuurlu veya şuursuz olarak yalnızca O’nu arzularlar.
Veysel Karânî Hazretleri ilahî câzibenin en üst makamlarının sembolü olarak görülür. O’nun Peygamber Efendimiz’e olan aşkı öyle güçlü, öyle yüce, öyle saftı ki, Peygamber âşıkları içinde o, en üst makama yükseldi. O sevgili Nebî’yi hayatında bir kez bile görmemesine rağmen O’na olan aşkın verdiği neşeyle sarhoş olup kendi varlığından geçti. Sırların sırrı, Sevgili’ye duyulan hayranlık, hasret ve aşktır.
Üveys el-Karânî Hz. Yemen’de deve çobanıydı. Hayattaki tek varlığı olan annesi, yatalak bir hastaydı. Onu öylesine sever, ona öylesine hizmet ederdi ki, bunu târif etmek mümkün değildir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v),Veysel Karânî Hz.lerinin kendisine olan aşkından,muhabbetinden dolayı mübârek Hırka-i şerif’lerini hediye olarak ona gönderdi.Böylece görmeden bile dost olabileceğini Fahri Kâinat Efendimiz göstermiştir.
Mesnevî şerhinde buyurulur:”Kelâm sahibi olan Allâh, bulutun kulağına bir sır söyledi, gözünden su tulumu gibi yaşlar boşandı. Gülün kulağına bir sır söyledi; onu renk ve râyiha saltanatı ile güzelleştirdi. Taşa bir sır söyledi; onu mâden içinde akik etti. Yâni latîf sıfatı ile tecellî edip buluttan su akıttı, gülü güzelleştirdi, taşı da kıymetlendirdi.”
“İnsan vücuduna bir sır verdi. O sırrı muhâfaza edenleri sonsuzluğa yüceltti. İlâhî âlemden ilham alan bu vücutlar, cisimden kurtulup Hakk’la yakınlığın sırrına erdi.”
Nitekim bu sırra ermiş bulunan nebîler ve velîler, târih boyunca dostluğu muhabbetle zirveleştiren, fıtrattaki kudsî neşveleri olgunlaştıran meş’aleler olmuşlardır.
Cenâb-ı Hakk, bize büyük bir lütuf olarak kendi muhabbetini ve dostluğunu, Habîbi’nin muhabbetinive dostluğunu ve evliyâsının muhabbetini ve dostluğunu ihsan buyursun!(Amin)
KAYNAKLAR
[1] Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat,Türdav
[2] Şahver Çelikoğlu,Rabıta,Marifet Y.