Tek çıkar yolumuz, “tarih içinde edinilmiş ve daha çok kendi dışından tanımlanmış” bir üst-kimliği (Türklüğü) “veri” kabûl edip bunun siyasî hukukunu zedelemeden, ferdî hak ve hürriyetler temelinde ve sivil alanda her türlü farklılığı meşrû gören; “kamusal statü” olarak sadece yurttaşlığı esas alan çoğulcu ve demokratik bir düzendir.
Mustafa Çalık’a göre, millî devletlerin eşit yurttaş dışında aslî unsuru olmaz.
Dr. Mustafa ÇALIK
Türk milleti ne etnik bir grubun adıdır, ne de hayalî ve farazî bir tasavvurdur. Bu kavram Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ve kalbî-iradî sadakatle bağlı Türk vatandaşları kadar, Türk diye anılmaktan şikâyeti olmayan uzak ve yakın coğrafyadaki kardeş ve akrabalarımızı da ifade eder. Dolayısıyla siyasî irade beyanı kadar; tarihî, medenî ve kültürel bir aidiyetle de kazanılabilir.
Bu bizim red veya kabulümüze bağlı bir vâkıâ olmadığı gibi, görmemezlikten gelebileceğimiz bir keyfiyet de değildir. Bir tarafıyla tarihin, bir tarafıyla coğrafyanın, bir tarafıyla da hem tarih, hem coğrafya ve hem de kültürel mevcudiyetimizin önümüze koyduğu mukadderattır. Türklük, bizim şimdi icad ettiğimiz zoraki bir kavram değil, yaşadığımız tarih ve biriktirdiğimiz medenî tecrübenin yaşayan değerleridir.
Tarihî-kültürel mirasımız, burada asırlardır bir arada yaşayan bütün “Müslüman” unsurların ortak kimliğini yansıtıyor. Hiç bir ciddî tarih, kültür ve sosyoloji analizi aksini kolay kolay iddia edemez. Buna rağmen, bir an için farz edelim ki, yoktur böyle bir ortak miras ve kimlik; o takdirde bile farklı kültürel kimlik iddia ve talepleri üzerinden yürütülecek siyasî mücadelenin demokratik meşrûluğu yoktur; çünkü, kültürel kimlik iddiasına dayalı siyasî talepler demokrasi ve demokratik mücadele içinde karşılanamaz, ancak savaş ve askerî mücadele ile gündeme gelebilir.
Ferdî kimlikler “grup” kimliğine dönüşebilir mi?
Üniter cumhuriyet de çoğulcu demokrasi de farklı kültürel kimlik taleplerine ancak ferdî planda ve ferdin temel hak ve hürriyetleri çerçevesinde bakabilir. Dolayısıyla bu taleplerin karşılanması da aynı çerçeveyi aşamaz zira, kültürel kimlikler sübjektif algılamalardır ve sübjektif telâkkiler de her zaman objektif kriter haline getirilemez.
Getirilirse şayet, bu tam anlamıyla totaliter bir “dayatma”ya dönüşebilir. Bir toplum veya topluluktaki fertlerin kendi kültürel kimliklerine dair farklı algılamalarını ret veya inkâr etmek ne ise içlerinden birinin veya bir kısmının belirli “veri”lere (meselâ, etnik menşe, ana dil, din, mezhep, felsefî inanç vs.) müracaat ederek benimsedikleri “farklı” kimliği, aynı “veri”lere sahip olduğu halde bunu farklılık için yeterli görmeyen veya farklı kimlik tercihi haline getirmeyen başkalarına teşmil etmeye kalkmaları da odur.
Demokratik bir kamu otoritesi, sübjektif kimlik telâkkilerinin sivil alandaki tezâhürlerini reddedemeyeceği gibi, etnik ve yahut dinî-mezhebî sınırlar ihdas ederek onları “total”leştiremez de… Sübjektif alanın zoraki biçimde totalleştirilmesine rıza gösteremez; totalleştirilen sübjektiviteye karşı, başka sübjektif gerekçelerle ileri sürülecek itirazları imkânsızlaştıran bu tür ayırımcılıklara irade hürriyetini hiçe sayarak “resmiyet” de kazandıramaz.
Ferdî planda farklı kimlik beyanı, ne kadar demokratik bir hak ve hürriyetse ancak ferdî alanda doğru ve geçerli olabilecek sübjektif (indî) kriterlerle “grup” tanımları yapıp, tanımlanan grupları kamu iradesiyle belli kimlik kalıplarına sokmaya çalışmak da demokrasi ile bağdaşmayacak bir “dayatma” ve “resmî” ayırımcılıktır.
Karışık gibi gözükse de gayet basit bir meseledir bu. Meselâ, etnik menşei Kürt ve ana dili de Kürtçe olan bir kişi, “Ben bu hususîyetlerimden ötürü Kürdüm” diyorsa kimsenin bu ferdî irade beyanını ret ve inkâr etme hakkı olmamalı. Bu mevzuda ciddî bir problem de zaten yok.
Başka bir kişi, “Benim de etnik menşeim Kürt ve ana dilim de Kürtçe ama bence bunların ehemmiyeti yok, ben kendimi daha ziyade Müslüman olarak tanımlıyorum ve “kavmiyetçiliği” de zaten günah sayıyorum” derse veya aynı durumdaki bir başkası, “ben bütün etnik, millî ve dinî sıfatlardan nefret ederim, komünistim veya kozmopolit bir insanî kimliğe inanıyorum” deyince ne olacak?
Kamu otoritesi, bunları da irade beyanına göre ayrı bir kimlik kategorisine dâhil edip her birine farklı bir resmî statü mü tanıyacak yoksa sadece “Kürdüm” diyenin iddiasına hak verip, farklı irade beyanlarını kaale almaksızın, etnik menşe ve ana diline bakarak hepsini birden “Kürt kimliği” kategorisine resmen ve dolayısıyla “cebren” dâhil mi edecek?
Daha çetrefili, “Kürdüm” diyen birisi, yarın bir gün, şu veya bu sebeple farklı bir irade beyanında bulununca, yani kendi kimliği hakkında kanaatini değiştirince nasıl olacak? Kamu otoritesi, bu irade beyanını yok sayıp, “Sen Kürtsün, Kürt kalmak zorundasın!” mı diyecek, değilse dilekçesini alıp “statü”sünü mü değiştirecek ve bu “statü değişimi” bir defaya mahsus mu yoksa sınırsız bir hak mı olacak?
Hadi biraz daha karıştıralım bu işi: Anne ve babası farklı etnik, dinî veya mezhebî menşelerden gelen insanların kimliğini neye göre tanımlayacağız, kendi irade beyanlarına göre mi, “genetik” hesaplara göre mi? Genetik hesaplara göre nasıl bir tanım yapacağız, Hz. Süleyman”ın kıssasındaki gibi ortadan ikiye ayıramayacağımıza göre, böylelerini “Türk-Kürt” diye çifte kimlikle mi tanımlayacağız, bu olmazsa tercihi kendisine mi bırakacağız? İnsanları hangi durumlarda ve nereye kadar tanımlanmış kategorilere sokacağız, ne ölçüde kendi tercihleri ile sınıflandıracağız?
Tekrar pahasına vurgulamak gerekir ki, fertlerin etnik veya kültürel kimlik telâkkilerine, temel bir ferdî hak ve hürriyet olması hasebiyle karşı çıkılamayacağı gibi, sübjektif mahiyetinden ötürü hakemlik de edilemez. Dolayısıyla bütün sübjektif kimlik kategorileri ancak ferden sahiplenilebilir ve tamamen şahsî “ikrar”a tâbidir. Anlatmaya çalıştığım şey, bu mâhiyetinden ötürüdür ki, farklı etnik ve yahut kültürel kimlik algılamalarının sübjektif telâkkiler olarak ancak ferdî alanda tanınabileceği ve geçerlilik taşıyabileceği, aksi takdirde az veya çok etnik-kültürel farklılıkların bulunduğu bir ülkede birlikte yaşamayı temin edecek bir kamu düzeninin mümkün olamayacağıdır.
Üst-kimlik ve kamusal statü
Anayasada Türkçenin yanına ikinci bir resmî dil olarak Kürtçenin, “kurucu” veya “aslî” unsurlardan biri olarak da “Kürtler”in yer alması türünden, tâbir câizse “ipe sapa gelmez” taleplerle kamuoyu önüne çıkanların, önce şunun farkında olmaları gerekir: “Aslî unsur”, ilke olarak millî devletlerde değil “imparatorluk”larda bulunur. Millî devletlerin, hele üniter bir cumhuriyete dönüşmüşse “eşit yurttaş” dışında “aslî unsur”u olmaz.
Millî devletlerde, tarih içerisinde edinilmiş ve çoğu zaman kendi dışından tanımlanmış, yani “objektif” bir “üst-kimlik” söz konusudur, “aslî unsur” değil… Bunun içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti”nin hiç bir siyasî hukuk belgesinde “eşit yurttaşlık” dışında, “aslî unsur” gibi bir kavram, atıf veya ima yoktur. Türkiye”de Türk ırkçılığının da yasak edildiği ve ağır cezalık suçlardan birini teşkil ettiği nasıl oluyor da unutuluyor veya hatırlanmıyor?
Ezcümle, tek çıkar yolumuz, “tarih içinde edinilmiş ve daha çok kendi dışından tanımlanmış” bir üst-kimliği (Türklüğü) “veri” kabûl edip bunun siyasî hukukunu zedelemeden, ferdî hak ve hürriyetler temelinde ve sivil alanda her türlü farklılığı meşrû gören; “kamusal statü” olarak sadece yurttaşlığı esas alan çoğulcu ve demokratik bir düzendir. Üst-kimlik olarak Türklük de “kamusal statü” olarak eşit yurttaşlık da ferdî çerçevedeki farklı etnik ve yahut kültürel kimliklerin rakibi veya alternatifi değildir; aksine, olsa olsa bütün o farklılıkların teminatı ve mahfazasıdır.
Millî devlet (nation-state), laik ve demokratik cumhuriyet vasıflarından vazgeçmedikçe, etnik, kültürel yahut dinî-mezhebî kısmîliklere resmiyet tanıyarak “yurttaş eşitliği” ilkesini fiilen ortadan kaldıracak “radikal demokrat” yorumlara itibar edemez.
“Radikal demokrasi”ye gelince, demokrasinin yorum veya açılımı olmaktan çok “radikalizm”in versiyonu sayılabilir. Üstelik “radikalizm”in diğer yansımalarında da görülebileceği gibi, “radikal demokrasi” de büyük ölçüde aslından ve doğrusundan ciddî bir “sapma” eğilimidir.
——————————————————————————
Mustafa ÇALIK, 1956’da Gümüşhane’de doğdu. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1980-89 arasında DPT’de uzman olarak çalıştı. 1985-87 yılları arasında ABD’de Denver Üniversitesi GSIS’de Milletlerarası Politika alanında yüksek lisans yaptı. 1981’de Mülkiye’de başladığı siyaset ilmi doktorasını, MHP Hareketi’nin Siyasî Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları başlıklı bir tez savunarak 1992 yılında tamamladı.1989’dan beri Türkiye Günlüğü dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü’nü yürütmektedir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir.
———————————————————————————
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/ust-kimlik-ve-kamusal-statu
13 Oca 2016