Rahmetli Alpaslan Türkeş’in tabiriyle “Türkmen Ağası” olan Dündar Taşer büyüğümüzü tanımak ve tanıtmak Türk biz milliyetçileri için elzem olduğu kadar aynı zamanda da bir vazifedir. Onun gençliğe verdiği katkıları anlamalı, yolunu bilmeli, Meselesini meselemiz edinmeliyiz. Biz de bu amaçla rahmetlin Dündar Taşer’in aziz hatırasına hürmeten onun devlete ve devlet adamlarına bakışınız inceleyeceğiz.
Öncelikle rahmetli Taşer’in devlet mefhumuna bakışını ele alalım. Bir döneme imzasını atmış asker, siyaset adamı fakat her şeyden önce bizce bir fikir adamı olan Dündar Taşer devlet olma bilincine erişmiş ve bunu her defasında vurgulamaya çalışmıştır. Ona göre devlet ile Türklük birbirine perçinlenmiş kavramlardır. O “başsız börk, ilsiz Türk olmaz” sözünü bir nevi parola kabul ederek bütün hareketlerini bu sözün sırrına vakıf olarak yapmıştır. Taşer’e göre devlet en yüksek toplumsal değerdir; diğer bütün değerler ancak onun varlığında var olabilirler; devletini kaybeden bir toplum giderek her şeyini kaybeder.[1] Bununla birlikte Taşer, devlet ile maziyi de aynı potada harmanlayarak mazinin/mazimizin her döneminde devlet olma bilincinde olduğumuzu vurgulayışını da belirtmeliyiz.
Kelime anlamı olarak fena fi’d-devle tabiri devlette yok olmak anlamına gelmektedir. Bir diğer ifadeyle yani terim anlamı olarak devlet mefhumunda erimek, yok olmak şeklinde de ifade edebiliriz. Bilhassa Osmanlı devlet adamlarının hareketlerini karşılamak veya tanımlamak için bu söz kullanıla gelmiştir.
Türk tarihini özellikle Osmanlı tarihini çok iyi bilen Dündar Taşer bu bilgini yanı sıra tarih şuuruna da müthiş derecede sahip bir insandı. Böylece Türk olmanın guruna erişmiş bir insandı. Yakınları gururunda «Fransa eyaletinin kralı Fransuva»ya «Oğulluğum» diye hitab eden Kanunî’nin gururunu bulurlardı. «Bizim gururumuz, kendimizi büyük gördüğümüzdendir. Bu güzel bir şey. Başka birçok milletlerin milliyetçiliklerindeki gurur, başkalarını küçük görmelerindendir. Bu çirkin…», derdi.[2]
Dündar Taşer fena fi’d-devle tabirini ilk kez Ziya Nur ile yapmış olduğu sohbetlerin birinde, ondan öğrenmiştir. Ziya Nur, Ahmet Cevdet ile Fuad Paşaların konuşmasından kesit sunarak, Ahmet Cevdet Paşa’nın Köprülü Paşalar için fena fi’d-devle olmuş bir adam olduğunu belirtir. Kıvrak ve seri çalışan bir zihne sahip olan Dündar Taşer de bu kavramı sanki aradığı bir soruya cevap bulmuşçasına ve bilgisindeki bir noksanlığı dolmuşçasına sevinerek benimsedi. Ardından da bu konu hakkında yani Osmanlı devlet adamlarının devlete bağlılık şuuru hakkında bilgi vermeye başlamıştır.
Başta padişahlar olmak üzere sadrazamlar, şeyhülislamlar, gaza ile meşgul bütün ecdadımız, hemen hemen aynı telakki de devlette fani olmuş, onda erimiş adamlar hüviyetindedir.[3] Rahmetli Taşer’in Osmanlı devlet adamlarında fena fi’d-devle şuuruna olan hayranlığını göstermek için birkaç örnek vermek gerekir.
Dündar Taşer, Murat Hüdavendigarın Allah’tan zafer ve şehadet isteyişini, Fatih’in ayaklarındaki hastalığa rağmen Trabzon seferine çıkışını, Kanuni Süleyman Han’ın “Yarabbi nezdinde husul bulmadık recam, kabul edilmedik duam olmasın, şehadet isterim” duasıyla Zigetvar Seferine çıkmasını, Özü Kalesinin düştüğü haberini alınca inme inip ölen I. Sultan Hamit’i, İstanbul halkının ekmek sıkıntısı çekmesi üzerine gözlerine uyku girmeyen Sultan İbrahim’i, hep bu yüksek devlet şuurunun örnekleri olarak anlatırdı.[4]
Dündar Taşer, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın idam kararına nasıl tepki verdiğini ise şöyle anlatıyor. “Merzifonlu’nun idam emrini getiren bostancıbaşı ile yanındaki cellada karşı tavrı nedir? Padişahın kendisini azlettiği hakkındaki hat geldiği zaman, Paşa, Belgrad Paşa Sarayı’nda öğle namazını kılmaktadır. Mağlubiyete uğrayan her vezir gibi, akıbetinin ne olacağını bilmektedir. Bostancıyı almış, kabul etmiş, sunduğu fermanı öpüp başına koymuş ve okumuştur. Haberciye, hakkında azilden başka bir emr-i padişahi bulunup bulunmadığını sormuş ve ‘beli sultanım’ cevabını almıştır. Bunun üzerine abdest tazeleyerek iki rekât namaz kılmış; vücudunun toprağa düşmesini temin etmek için yerdeki haliçeyi kaldırmış, kıbleye dönerek, cellatlara ‘şöyle bir hoşça tutun’ demiş, kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim etmiştir. Onun sakit ve samit fakat dindarene ve vakurane bir huşu ile teslim-i can edişi, devlete ve padişaha karşı duyulan hudutsuz itaatin ne asil bir tezahüdür. Osmanlı kudretinin o akıl almaz büyüklüğünün istinat ettiği manevi temel, devlet idrakinde ulaştıkları, şu ulaşılamaz merhaledir.”
“Ya Tiryaki Hasan Paşa? Altı ile sekiz bin kişilik bir kuvvetle Kanije’yi müdafaa ediyor. 80 bin kişilik Nemçe ordusunu türlü hilelerle, türlü desiselerle yeniyor. Büyük bir muvaffakıyet. Kendisini takdir eden Padişah, ona hattı hümayunla vezaret tevcih ediyor. Bunun da sebebi, ananede böyle bir iş için hattı hümayunla vezaret tevcihi olmaması. “Bizim yaptığımız nedir? Haçlı donanmasını yenen Piyale Paşa’ya hattı hümayunla vezaret tevcih edilmedi. Biz ne oluyoruz ki böyle bir tevcihe layık olalım. Halife-i İslam’ın hattı hümayunu cüzi hizmetlere mükâfat olmaya başladı. Buna teessür etmiyeyim de neye edeyim. Devlet bu kadar düştü mü? Diyor. Adamın üzülmesi ve ağlaması, devleti dünyadaki her şeyden çok daha aziz görmesi yüzünden. Nitekim Faizi Efendi ‘merhumun şan-ı saltanata o derece riayeti vardı ki, devletin taltiflerini kendi nefsinden bile kıskanırdı’ diyor.[5]
“Ya, gayet yanlış gördüğümüz Kuyucu Murat Paşa’ya ne denir? Adamın parayla alış verişi yok; şahsen fakir, zahid, ehl-i tarik bir vezir. Sadarete tayin edilince, yol masrafı için Belgrad kadısından 2000 altın borç alıyor ve emr-i padişahi üzerine Celali te’dibine başlıyor.” “Devletin kudretine bakın ki, hem Nemçe, hem İran, hem de Celali beliyesiyle uğraşıyor… Celali kıyamları, bir felaket ve uzun bir dâhili harb hüviyetinde.” “Paşa ihtiyar yaşıyla, at sırtında boyuna takip ile meşgul. Bazen altın gün, altı gece at üzerinde gidiyor. Takati kesilince indiriliyor; bir-iki saat yere uzatılıyor. O sırada kendisini görenler ölmüş zannediyorlar. Hatta yakınları bile birkaç defa öldüğünü sanıyorlar. Kısa bir dinlenmeden sonra kalkıyor; yeniden takip…” “Celalilere karşı bazı büyük muharebeler veriliyor. Paşa, harp meydanında atından inip iki rekât namaz kılıyor; ağlayarak yüzünü topraklara sürüyor; ‘İlahi ihtiyarlığıma merhamet eyle; din-i mübine hizmet ettiğim senin malumundur; namus-ı şeriatı telvis eden bed-mezheplere karşı senden yardım ve muvaffakıyet niyaz ederim’ diye Allah’a yalvarıyor.”
“Kuyucu Murad Paşa’nın İran seferi esnasında bir davranışı var ki, çok mühim. Diyarbakır’da kışladığı esnada maiyetinde bulunan Nasuh Paşa kendisinden şikâyet ile azlini padişahtan istiyor ve sadarete getirildiği takdirde sefer tedariki için kırk bin altın vereceğini söylüyor. Padişah, sadrazamına itimaden bu mektubu, ona gönderiyor; istediğini yapmakta serbest kılıyor. Sadrazam, Nasuh Paşa’yı çağırarak: “Bu mektup kimindir” diye soruyor; kızararak verilen “benimdir” cevabı üzerine vaat ettiği parayı vermesini istiyor. Nasuh Paşa baş üstüne diyor ve sadrazamdan tecziye yerine nasihat alıyor. Bunun sebebini soran yakınlarına Kuyucu Murad Paşa: “Nasuh Paşa sadarete layık sıfatların hepsini nefsinde toplamıştır. Harp meydanındaki mahareti yanında, mülki işlerde de melekesi vardır. Böyle mümtaz bir zatı harcamak devlete ihanet demektir. Benden sonra da o vezir-i azam olacaktır” cevabını veriyor.
“Bu sözler, Murad Paşa’nın çok yüksek devlet şuuruna işaret ediyor. Kendisi, çok dindar bir adammış ve nakşi imiş. Sık sık da Ahmet Yesevi’nin “Hâkim, içten Musa, dıştan Firavun olmalıdır” sözü ile Bahaeddin-i Nakşibendi’nin “zahir halka, batın Allah’a aittir” sözlerini tekrar edermiş.”[6]
Osmanlı tarihinde bu gibi misaller çoktur. Dündar Taşer de bu misalleri çokça kullanmıştır. Hatta Taşer, Osmanlı’da devlet şuurunu yönetim mekanizmasıyla sınırlamaz; ona göre, Osmanlı’nın eşkıyasında bile büyük bir devlet şuuru vardır.[7]
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak biz bu kadarı ile iktifa edeceğiz. Bu örnekler ışığından rahmetli Dündar Taşer’in belirtmek istediği husus Osmanlı’nın kendisine has idare karakteridir. Gerçi Taşer’e göre Osmanlı Devleti, tarihin benzerini tanımadığı azamette bir devletti[8]. Bu minvale Osmanlı devleti idaresinden mutfağına kadar kendisine has bir medeniyet geliştirmiştir. Ancak bu oluşturulan medeniyetin kökleri dışarıda değildir.
Taşer bu fikirler üzerinde niçin ısrarla duruyordu? Geçmişteki tatbikatı bir siyasi program haline getirmek için mi? Hayır. Onun bütün emeli gençlere Tük milletini iyi tanıtmak, bunun içinde tarihimiz ve kültürümüz hakkındaki yanlış kanaatları ortadan silmekti. Cami avlusunda bulunmuş bir çocuk olmadığımızı, şerefli bir aileye mensup bulunduğumuzu anlatmak istiyordu.[9]
Netice itibariyle Dündar Taşer devlet mi fertler mi ya da Osmanlı veyahut Türk devlet adamlarının devlete bakışını yansıtan bu misaller günümüze de ışık tutması ve örnek olması açısından son derece önemlidir.
* Bu yazı daha evvel “Dündar Taşer’de Fena Fi’d-devle Şuuru”, Töre, S.28, Temmuz 2015, s.36-38’de neşredilen olan makalenin gözden geçirilmiş halidir.
KAYNAKLAR
GÜNGÖR, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1993.
KÖSOĞLU, Nevzat, Dündar Taşer, 2.Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010.
NUR, Ziya, Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si, 3.Baskı, Kutluğ Yayınları, Ankara, 1977.
ÖKSÜZ, İskender, “Dündar Taşer’i Kaybettik”, Töre, S.14, 1972.
TAŞER, Dündar, Mesele, 4.Baskı, Töre-Devlet Yayınları, Ankara, 1977.
[1] Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, 2.Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2010, s.75.
[2] İskender Öksüz, “Dündar Taşer’i Kaybettik”, Töre, S.14, 1972, s.3.
[3] Ziya Nur, Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si, 3.Baskı, Kutluğ Yayınları, İstanbul, 1977, s.29.
[4] Kösoğlu, a.g.e, s.77.
[5] Ziya Nur, a.g.e. ,s.26.
[6] A.g.e. ,s.28-29.
[7] A.g.e. ,s.119.
[8] Dündar Taşer, Mesele, 4.Baskı, Töre-Devlet Yayınları, Ankara, 1977, s.381.
[9] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1993, s.149.