Neredeyse bir aydır etrafımızı saran covid-19 salgınıyla kulaklarımızdan ve dilimizden bilim, bilimsel düşünce, bilim kurulu gibi kavramlar düşmüyorken; bu bilimsel düşünce ne aşamalar geçirmiş bir göz atmak istedim.
Tabî her ne kadar bilim ve bilimsel düşünce insanlık boyunca birbirini tamamlayan, yükselten bir etkileşim halinde olsa da burada bilimsel düşünceye ivedilikle Avrupa penceresinden bakmaya çalışacağım. Bunun da sebebi son birkaç asırdır ülkemizdeki bilimsel düşüncenin batı merkezli olmasıdır.
Bu düşüncenin gelişimini, zaman içindeki sürecine göre açıklamak daha iyi olacaktır.
Antik Yunan
Batı dediğime göre başlangıç noktamız tabiki Antik Yunan olacaktır. Bu dönemde net bir bilimsel metodolojiden, araştırma sisteminden bahsetmemiz mümkün olmayacaktır. Aslında modern anlayışa göre bilimden de bahsedemeyiz; çünkü dönemde yapısı gereği felsefe, din, bilim, metafizik gibi kavramlar hep iç içe olmuştur. Bunun sonucunda da nasıl sorusundan daha çok ‘‘neden’’ ve ‘‘niçin’’ sorularını bu dönemde daha ön planda görürüz. Ampirik bir biçimde ‘‘priori’’nin anlaşılabilmesi için onu ontolojik açıdan sorgularken birbirlerinin düşüncelerini de karşılıklı eleştirilerle geliştirmeye başlamışlardı. Bu bilimin kaynağının ‘‘akıl’’ olmasının yollarını açan süreci başlatacaktı.
Bilimsel düşüncenin bu ilk adımları doğarken paralel olarak etik düşüncesi de gelişmeye başlamıştı. Platon’un ve Sokrates’in ‘‘logos’’u, Epiküros ile birlikte üstün iyiyi, kendine hakim olma çabasını ifade eden etiğe dönüşmesi aynı zamanda bilimin kullanım amacını da belirliyordu.
Orta Çağ
Antik Yunan ile birlikte Batı düşüncesinin önemli ayaklarından biri Hıristiyanlıktı. Orta çağ döneminin hemen hemen tamamını Hıristiyan devrimi oluşturuyordu. Bu dönemin ikinci yarısı ‘‘Skolastik’’ olarak adlandırılıyor olsa da kelime anlamında bir düşünce sistematiği yatmaktadır. Bu dönemde tüm bilginin kaynağı Tanrı olarak gösteriliyor, bu aklın Tanrının evi olan kiliseye, din adamlarına indirgenmesine sebep olurken akıl ve inanç sorunu üstünden düşüncenin diyalektikleştirilmesine ön ayak oluyordu.
Bu dönemde muhtemelen en büyük atılım, Tanrı’nın sonsuzluğu üzerinden sonsuz düşüncenin temeli olan matematik alanında olacaktı. Bilimsel düşüncenin hemen hemen tüm basamakları matematik üzerinden olacak, bu sadece Oxford ekolünün değil Bacon’dan Galileoya uzanan modernitenin de temelini oluşturacaktı.
Çağın en kötü unsuruysa aynı zamanda oluş sebebi olan din merkezli olmasıdır. Kişinin Tanrı ile irtibatını sağlayan tek unsur olması sebebiyle kilise kendisi dışında gelişen düşüncelere oldukça kapalıydı. Bunu yıkan en büyük atılımlar aynı zaman diliminde bilinen dünyanın diğer yarısında yükselen İslam biliminin ürettiği eserlerin çevirilerinin okutulması olmuştu. Bu da aydınlanma döneminin kapılarının açılmasını sağlayacaktı.
Rönesans ve XVIII Yüzyıl
Bölüme ‘‘neden iki dönem diye birden’’ sorusuna cevap vererek başlamam daha doğru olacak.
Ben bu iki dönemi arter ve ven arasındaki kapiller dolaşıma benzetirim. Oksijen miktarına göre farklı iki kan akımının etkileşim içinde bulunduğu damar yatağı gibi, orta çağ ile modern çağ arasındaki bu geçiş hüma ve dinin harp ettiği, adına rönesans denilen sonunu XVIII. Asrın oluşturacağı bir dönemdi.
Rönesansın başlangıcı daha çok orta çağdaki dualizme dayanıyor. Burada reformla beraber bireyin dinsel kimliğinin ön plana çıkmasıyla birey ile kilise arasındaki mücadele başlamış olur. ‘‘Yeniden doğuş’’ anlamına gelen rönesans kelimesi de buna mütevellit döneme ithaf edilmesi için 19. Asırda kullanılmaya başlanmıştı.
Bilimsel düşünceye devam edecek olursak orta çağda başlayan metamatiksel hakimiyetin yanında tıp alanında da deneysel gözlem ilerlemekteydi. Özellikle canlı insan vücudunun bu dönemde az da olsa inceleniyor olması metodolojinin değişebilmesi açısından oldukça önemliydi.
Dönemin kırılma anlarından birisi de kartezyen düşünce olmuştu. Kilisenin hakimiyetine tamamen son verecek bu düşünceyle aklın tamamen ön planda olduğu, Tanrı otoritesinin yıkıldığı dönemi başlatacaktı.
XVIII asırda özellikle Newton ile birlikte bu zirveye ulaşır.
Neden sorusunun ortadan kaybolup nasıl sorusunun hakimiyet sağladığı dönemde metafiziğin uzaklaştığı, deneyin ve gözlemin her şeyin çözebileceği bir düşünceye girilmiş olur. Bu ileride modern bilimin temelini oluşturacak ‘‘pozitivist’’ anlayışın da ilk adımları olacaktı
Neden sorusunun ortadan kalkması etik anlayışının da değişmesini sağlayacaktı. Hakikat gözden düşmüş insan mutluluğu sorgulanmaksızın bilgiye ve akla indirgenmişti.
Dönemin sonunda insan dini yenmiş, salt akıl hakimiyetini sağlamıştı. Özellikle Newton ile başlayan deney ve gözlemle dünyadaki her şeyin açıklanabileceğine olan bir inanç vardı.
Modern Çağ
Bilimin hakimiyeti dünya üzerinde ilerledikçe kurumlar da bundan kendini alamayacaktı. Bu dönemin başında ülkelerde dolaşan bilim dergileri, bilim akademileri başlayacak ve hızla artacaktı.
Bilim artık belirli bir zümrenin içerisinden sıyrılacak edebiyata, devlet yönetimine kadar genişleyecekti. Mesela Flaubert’in ‘‘Madam Bovary’’sinde Mösyö Homais yaptıklarıyla her ne kadar insanları bezdirse de kiliseyi reddeden, geniş bilimsel fikirlere sahip olmasıyla onur madalyasına layık görülür.
Nietzsche’nin ‘‘güç istenci’’ kavramı bilimsel hakimiyetle birleşince çeşitli devletlerin de güçlerini artırabilmek için veya korumak için insanları katleden savaş makinalarını oluştaracak bir sanayi devrimine girildi.
Teolojik anlamda da ‘‘bilim’’ kavramı yeni bir din oluşturdu: Bilimcilik. Artık insanların inanmaları gereken tek şey bilimdi; tanrıya ihtiyaç yoktu, dünyadaki her şeyi bilimle çözebilirdiniz.
Ta ki…
Post Modern Çağ
Ne zamana kadar, sorusunun cevabı bu bölümle başlıyor. Sac ayaklarımızı ise birey ve izafiyet teorisi oluşturacak. İzafiyet teorisi ile başlayacak olursak; Newton’ın kurmuş olduğu fizik kurallarını değiştirmesiyle ilk büyük darbeyi vuracaktı. Modern bilimin oluşturduğu genel geçerlilik ilkesi gitmiş yerini her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin bilinemeyeceğine ait bir düşünce gelmişti.
Bireyin hüküm sürmesi ile de çoğulculuk anlayışı ortaya çıkmıştı; nitekim kendi içinde tutarlıydı da her birey haklıdır. Bu düşünce büyük bir etik sorunu da getirmişti; bireylerin değişkenliği içinde iyi, doğru gibi kavramlar kişiden kişiye değişkenlik gösterecek daha doğrusu hakikat ve doğru görecelileştirecekti. Artık evrensel bir insan, iyilik anlayışı yoktu.
Ve bilim herkesin çıkarı için bir araç haline dönüşecekti.
Peki bu dönemde değişmeyen ne vardı?
Devletlerin bilimi önemli bir araç olarak kullanmaları devam ederken, ayrıca kapitalizm de gittikçe güçleniyordu.
Bilim, sermaye ve refah olarak sınırlandırabileceğimiz durumu şöyle anlatalım;
Devletler hakimiyetlerini sağlarken insan düşüncesinden evvel mevcut olan hükümetlerin ideolojisinden oluşturulan kılıflara bilimi giydirmişti. Kendi kazançları doğrultusunda bilimi kullanırken bilimsel faaliyetlerin ciddi finansal fonlara ihtiyaç duyduğu da kaçınılmaz bir durum.
Ulus devletler bunu karşılayamazken karşımıza gözlerindeki ışıldayan dolarla çıkan burjuva gelir. Kazanmak için bu işe girmeleri sebebiyle bilim doğruluktan ziyade işlevlik ve verimlilik artırımı için kullanılmaktaydı. E verimliliğin nesi kötü diye soracak olursanız, şöyle cevap vereyim. En başta hakikatle bilimi çevreleyen bir etik anlayışınız yok, bilim, finans çevrelerinin eline geçmesiyle para kazandıran tarafa doğru kayma eğiliminde bulunacaktır. Mesela savaş epeydir revaçta, insanları öldürmek için kullanılan makinalar bilimin ürünü. Ayrıca bu makinalar ‘‘kendini’’ korumak için değil gücünü artırmak için kullanılıyor. Peki ya bu ne kadar etik veya ne kadar insan için?
Bu soruya hayır cevabını vicdanen verebiliyoruz peki ya durumu nasıl düzeltebiliriz?
Batının bilimsel serüveni sona doğru gelirken hamle sırası artık bizde.