“Rus târihini inceleyecek olursak, Moskova Knezliği’nin kurulmasından ve Moğol hâkimiyetinden i’tibâren sürekli büyüdüğünü görürüz. Devletleşmeleri ise 1380 yılında Moğolları yenilgiye uğrattıkları Kulikovo Savaşı ile başladı desek, yanlış olmaz. Bu süreçten sonra önce Don, Dinyepr ve İdil boyunca ilerleyen Ruslar, devâmında bütün Sibirya yönünde ilerlemiş ve hattâ Alaska’ya bile ulaşmıştır. Bunun sebebi ise bu dönemde Rus varlığına yönelik tehdit algısının, Moğollar ve Tatarlar olduğu düşüncesidir.
Sonraki süreçte Polonya-Litvanya konfederasyonunun batıdan yönelen tehdidine karşı savunmaya geçerek, hareket edilmiş. Taârrûz yönü ise güney olmuştur. Kırım Hanlığının Osmanlı desteği ile birlikte daha da güçlenmesi, hem Ukrayna bozkırlarına, hem de Moskova’ya yönelen seferlerinden ötürü, yeni tehdit algısı olarak Osmanlılar ve Kırım Hanlığı görülmüştür. Bu dönemde Ruslar, Avrupalılarla ittifâklar kurarken, aynı zamânda bu ittifâklar yoluyla da Polonya üzerinden gelebilecek bir tehdidi de engelliyorlardı.
Rusların güneye doğru ilerlemesi ise 200 yıldan fazla sürdü. Önceleri Kırım ve Azak çevresinde, stratejik noktaların ele geçirilmesi olarak yaşanan ilerleme, sonraki süreçte İstanbul’u hedef almaya başladı. Bu arada dönemin en büyük güçlerinden biri olunca, Polonya’dan gelen tehdidi de yok etmek için birçok defâ Polonya’yı işgâl etti.
Osmanlı’nın etkisizleşmesi, Polonya’nın yok edilmesi, Rusya’yı nihâî hedefi olan “Yeni Roma Sezarı” olmaya çok yaklaştırdı. Yeni Roma, elbette İstanbul’dur. Ancak bu esnâda Rus târihinde bir anomali olarak görülebilecek bir şey yaşandı: Sovyet devrimi.
Sovyet devrimi ile nihâî hedeflerinin dibinden oldukça uzağına savruldular. Öyle ki, Rus güçleri, Kafkasya, Türkistan ve hattâ Ukrayna’dan bile çekildi. Ancak bu geri çekilme, geçici süreyle gerçekleşti. Önce Kafkasya’da, ardından da Türkistan’da tam hâkimiyet kurdular ve iç savaşı ezerek bitirdiler. Stalin ile birlikte Sovyetler, tekrar Rus imparatorluk stratejisine döndüler. 2. Dünyâ Savaşı ise Ruslar için yeni bir varoluş tehdidini gösterdi. Avrupa… Napoleon’un Rusya seferinin ardından, Hitlerin de Rusya seferine çıkması, batı yönünde de ilerleme zorunluluğu düşüncesini doğurdu ve Almanların yenilmesiyle birlikte Doğu Avrupa’nın tamâmı, Orta Avrupa’nın da bir kısmı ve Balkanların büyük kısmı, Rus kontrolüne girdi. Bu dönem ayrıca Rusların Pan Slavizm’i gerçekleştirdikleri tek dönemdir.
Savaşın bitimi ile birlikte Rusların güneye yönelik ilerleme isteği ve İstanbul’a dâir planları yeniden canlandı. Üstelik hiç olmadığı kadar güçlü bir biçimde… Bulgaristan’da Sovyet uydusu bir komünist yönetimin de kurulmasıyla, Türkiye, batıdan ve doğudan Rus kıskacına girmiş oldu. Bu dönemde Stalin’in Türkiye’yi açıktan tehdit etmesi ve toprak istemesi de bunun göstergesiydi. Türkiye, bunu gördüğü için NATO’ya girerek, kendisini korumak istemiş ve bunda da başarılı olmuştur. Eğer Türkiye, böyle bir hamle yapmasaydı, 1950’li yıllar sona ermeden Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik bir ileri hareketini durdurmak imkânsız olurdu. Zîrâ aynı ânda hem İstanbul’a, hem Erzurûm’a yönelecek bir şiddetli taârrûzu durdurabilecek bir gücümüz yoktu. Dolayısıyla NATO ve Soğuk Savaş, bu anlamda Türkiye’yi korumuş oldu.
İlerleyen süreçte ise Rus târihinde ikinci anomali olarak görülebilecek olay oldu. Sovyetler Birliği dağıldı ve Sovyet cumhûriyetlerinin tümü bağımsız oldu. Ruslar, bir ânda Doğu Avrupa’dan kovuldular. Türkistan ve Güney Kafkasya’yı kaybettiler. Her ne kadar etkileri hâlâ sürse de, yüzyıllar sonra geri çekilmek zorunda kaldılar.
İşte, Ukrayna Savaşını da bu gözle görmek zorundayız. Ruslar, yeniden ileri adım atmak istiyor ve yeniden eski bölgelerine hâkim olmak istiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin, Doğu Avrupa’nın, Kafkasya’nın ve Türkistan’ın yeniden savaş alanı olmasını engellemenin tek yolu, Rusya’nın olabildiğince geride durdurulmasıdır. Ukrayna bozkırını geçmeyi başaran bir Rusya’nın Çarlık ve Stalin dönemine dönmesini hiç kimse engelleyemez.”