Prof. Dr. Özcan Yeniçeri
Modernizm, felsefede insaniyetçiliği, ekonomide serbestîyi ve edebiyatta romantizmi içine alan kapsamlı bir kavramdır. Doğrudan toplumların yaşama karşı aldıkları tavırla ilgilidir. Bu anlamda modernizmi aydınlar batılı toplumlarının ulaştığı ya da ulaşmayı hedeflediği toplumsal bir aşama olarak konumlandırırlar.
Bu bağlamda modernizmle kapitalist gelişme arasında yakın bir ilişki vardır. Modernizmin kapitalist gelişmenin sonucu olduğu söylenebilir. Kapitalizmde Rönesans sonrası yüzlerce yıl süren iktisadî, sosyal ve sınaî gelişmenin teknolojik icatların ve sömürgeciliğin ürünüdür. Batı ülkeleri bu aşamaya birbirini izleyen birden fazla cağı, derin tarihi ve ekonomik yarılmaların yeniden sentezleyerek ulaşmışlardır.
Kapitalizm öncesi geleneksel yapıların çözülmesi, merkezi bir pazarın oluşması, teknolojinin sıçramalı gelişimi, meta üretiminin yaygınlaşması ve ücretli emeğin başat kategori haline gelmesi, kapitalizmin gelişmesine eşlik edene süreçlerdir. Sürecin modernleşme bağlamındaki göstergeleri arasında kentleşme, okullaşma, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, modern siyasal partilerin ortaya çıkması ve devlet mekanizmasının teknik anlamda rasyonelleştirilmesi vb. yer alır.[1]
Burjuvazi, sanayi, kent, örgütlenme, siyasî hak yaygınlığı, vatandaşlık bilinci, milli kültür, ulaşım, iletişim, işbölümü, uzmanlaşma, basın/yayın, eğitim düzeyi gibi yüzlerce olguyla modernite yakından ilişkilidir. Bu anlamda modernizm bir şekil ya da fizik olgusundan daha çok zihinsel ve yapısal bir süreçtir. Bu sürecin tarihi kökenleri vardır. Modernitenin taşıyıcısı daha doğrusu dayatıcısı olarak aydından söz ederken bu aydının aynı zamanda Osmanlı deneyiminin devamı olduğunu söylemek gerekir.
Modernite’nin Türkiye’deki macerasını bu bağlamda ele almak ve onun taşıyıcısı olan aydının çelişkilerini de burada aramak gerekir. Söz buraya gelmişken şu hususa değinmek konunun dahi iyi anlaşılmasına sağlayacaktır. İ.S. Birinci Yüzyılda Anadolu’nun nüfusunun on üç milyon civarında olduğu bazı kayıtlarda yazılıdır. Cumhuriyet döneminde ilk nüfus sayımının 1927’de yapıldığı o zamanki Türkiye’nin nüfusun da on üç milyon civarında olduğu biliniyor. Yine Anadolu’da neredeyse günümüze kadar tarım haşatında kullanılan dövenin Cilâlı Taş Devri ürünü olduğu ve tam 12 bin yıldır kullanıldığı bilinmektedir. Türkiye’de modernleşmeden bahsetmek demek öncelikle Türkiye’nin sosyal, ekonomik, tarımsal, siyasî, kültürel, düşünsel ve teknolojik şart ve gerçeklerinden bahsetmek demektir. Türkiye’deki aydının hareket hattı ve niteliği de bu şartlar tarafından tayin edildiğini göz ardı etmemek gerekir.
Ancak burada homojen bir Türk aydın tipinin var olmadığına da vurgu yapmak gerekir. Türk aydını derken kastedilen ortalama aydındır. Ortalama aydın kitleyi ne kadar temsil eder; tartışılır. Ancak etkinliğini ve başatlığını esas alarak bir Türk aydın betimlemesinde bulunmak mümkündür. Yoksa son iki yüzyıllık süreç içerisinde çok farklı aydın tiplerinin olduğu, aydının konumu ve etkinliğinin zaman içinde değiştiği bilinmektedir.
Türkiye’de modernleşme gayretleri bu anlamda toplumsal, ekonomik ve teknolojik evrimden değil daha çok zorunluluk ve dayatmadan kaynaklanmıştır. Türkiye’de modernleşme doğal gelişimin sonucu olarak ortaya çıktığını söylemek zordur. Aydın modernleşmeyi, modernleşme de aydını şekillendirmiştir. Tanzimat, Islahat, Teşkilat-ı Esasiye, Meclis-i Mebusan, Meşrutiyet ve nihayetinde Cumhuriyet derken hep bir avuç etkin bürokrat “aydın”dan bahsediyoruz.
Bunalım Dönemleri!
Sorokin, “Ciddi bunalım anlarında… Nüfusun çok büyük bir bölümü, bunalımın kendilerini köklerinden söktüğünü, yıktığını, yaraladığını ve yok ettiğini görürler. İnsanların olağan yaşayış çizgisi bütünüyle altüst olur; alıştıkları uyarlanımlar bozulur; koca koca insan grupları yerinden edilmiş ve uyarlanımları kalmamış olarak suyun üstünde yüzen bir eşya yığınına dönerler”.[2]
Tasvir edilen bu türden bir bunalım çağında birçok insan daha çok da aydınlar kendi gelecekleri ve toplum üzerinde düşünmeye başlarlar. Türk milletinin modernleşme düşü de işte böyle bir düşüş döneminde başlamıştır. Koçi Bey’den Ahmet Cevdet’e; Prens Sabahattin’den Sait Halim Paşa’ya; Gökalp’ten Yusuf Akçura’ya kadar dönemin düşünürlerinin görüş ve düşünceleri düşüş ve çöküş dönemiyle ilgilidirler. Kısacası Osmanlı dönemi aydını ya da o zamanın yaygın deyimiyle “münevver”, “devlet çöküşten ve dağılmaktan nasıl kurtulur?” sorusuna cevap aramıştır. Burada “Osmanlı münevveri” olarak, kapıkulları, bürokratlar, paşaları görüyoruz. Ne istiyorlardı bürokratlar? Çökmekte olan “devleti kurtarmak!”. Tanzimat’tan bu yana, Osmanlı münevveri hep devleti kurtarmaya çalışmıştır, tek amacı bu olmuştur.[3] Osmanlı aydınının kurtarmak istediği devlet yıkılmıştır. Cumhuriyet aydını ise kurtarılmış ya da kurulmuş yeni devletin halkını kurtarmayı kendisine dava edinmiştir.
Aydının Çıkış Yolu Arayışı!
XVIII. Yüzyıl başlarında tercih edilen Modernleşme -Batılılaşma anlamında girişimi, Avrupalılar karşısındaki iki yüzyıllık gerileyiş boyunca devam eden askeri yenilgiler ve toprak kayıplarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Bu girişimle Osmanlı, mağlup olmaya başladığı karşı güce, yani güçlüye direnebilmek için kendini onunla özdeşleştirme çabasına girmiştir. Bunu gerçekleştirmek için askeri alanda yenilikler, yönetim ve eğitim alanlarında reformlar ve parlamentarizm dönemi gibi girişimlerde bulundu.[4] Ancak sözün hemen burasında Türk modernleşmesini yalnızca Batılılaşmadan ibaret olarak görmek çok doğru değildir.
Elbette Osmanlı Türk toplumunun tarihi süreç içerisinde değişmeye, gelişmeye ve modernleşmeye doğru bir yönelimi söz konusuydu. Osmanlının yenileşme gayretlerinin bir boyutu köklü ve yerleşik gelenekleri olan bir milletin kendi köklerinin üzerinden zamanı yakalama gayretleridir.
Bir toplum, Toynbe’nin tabiriyle, ister “zelaotçu” isterse de “herodian” özellik taşısın yavaş ya da hızlı olarak bir biçimde mutlaka değişir. Osmanlı Türk toplumu da bu kuraldan muaf değildi. Ancak Tanzimat döneminde başlayan değişim; iç dinamiklerden, sistemin doğal ürünü olarak, alttan ve alt yapı kurumlarından gelen itmeyle ve doğal bir seyir içinde başlamamıştır. Aksine dış dünyada meydana gelen gelişmelerin olağanüstü baskıları ve üst yönetim erkinin dayatması sonucu üretilen ithal reçetelerle toplum ve devlet dönüştürülmeye çalışılmıştır. Askeri alanda Nizami Cedit, Sekbani Cedit, Eşkinci Ocağı ve Asakiri Mansure-i Muhamme-diye; hukukî anlamda Tanzimat ve Islahat; rejim alanında ise birinci ve ikinci Meşrutiyet hep aynı arayış ve uygulamanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Modernleşme projesi Türkiye’de sosyal, zihinsel ve ekonomik dönüşümün sonucu olarak değil; devletin ve milletin bekasını sağlamak için zorunlu bir dönüştürme projesi olarak devreye sokulmuştur. Modernleşme bu anlamda dönüşme değil dönüştürme projesidir. Aydın bu konuda halkla birlikte ve onun kültürel geleneklerini rencide etmeden dönüşüme katkı sağlamak yerine dayatıcı olmuştur.
Aydının Hedef Küçültme Zorunda Kalması!
Cumhuriyet aydını hedef küçültmüş, memleket terki zorunda kalmış, mevcudu muhafaza etmek derdine düşmüş ve iliklerine kadar yenilgiyi hissetmiş bir coğrafyanın ürünüdür.
Bir imparatorluk, üç kıtayı kapsayan bir coğrafya ve zengin bir tarihin mensubu olmaktan çıkıp aniden mütevazı bir devletin mensubu haline gelmek her şeyden önce ruhî bir yıkımdır. Efendisi olunan topraklardan sürülmek, evini, barkını, mezarlarını, çocukluğun geçirildiği alanları dönmemek üzere terk etmek ise hafızasız kalmaktır. İlave olarak da Cumhuriyet aydını Kosova, Varna, Sırpsındığı, Niğbolu, Mohaç, Mercidabık, Ridaniye vb. zaferlerle elde edilmiş olan bütün kazanımlardan Malazgirt karşılığında vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Cumhuriyet aydını büyük bir kültürün küçük taşıyıcısı, köklü bir tarihin köksüz takipçisi, yüce bir tarihin cüce sahibidir. Hali, mazisini çekecek takate sahip değildir. Tarihiyle birlikte büyük düşüncelerini de parantez içine alarak öz yurdunda muhacir olarak yaşamak zorunda kalmıştır. “Teselliden” nasip alacak durumda olmadığını bilmekte kendisini “öz yurdunda garip”, “öz vatanında parya” saymaktadır.
Aydın’ın İç Çelişkisi: Devlet Ürünü Aydın!
Aydın sınıfı ve aydını üreten şartlar bakımından Türkiye ile Batı mukayese bile edilemez. Şevket Süreyya’nın Suyu Arayan Adam adlı eserinde bir Rus Bolşevik’inin o dönemin Türkiye’sinin idealizm ve aydını ile ilgili yaptığı yorum bugün için de geçerlidir. Bolşevik, Şevket Süreyya’ya şöyle diyor:[5]
-“Sizin tarihinizde, toplumun üstünde sivrilmek için bir idealist olmaya lüzum yoktur. Siz de idealizm, sadece bir vasıtadır, hatta lüzumsuzdur. Çünkü sizde, her kafasına veya kılıcına güvenen insanın yolu, her ülkeden daha kolay elde edilen bir iktidar postudur. Aklı başında ve gücü kuvveti yerinde bir delikanlı, İstanbul’a bir devşirme olarak mı gelir; bir medresede fıkıh, kelâm mı tahsil eder; yoksa bir savaşta mı sivrilir? Gayesi hemen bir yolunu bulup, mertebeleri hızlı hızlı geçerek sarayın, yani iktidarın kapısına çırak olmaktır. Ondan sonra padişahın en sadık kulu odur. Sizin hemen bütün tarihiniz, saray kapısında postu seren kapı kullarıyla, o kapıya postu sermek isteyen, fakat oraya erişemeyen Celâlîler arasında geçen bitmez tükenmez kavgalardan ibarettir. Bunun böyle olması da lâzımdı. Çünkü sizde saray dışında asalet olmadığı, toprak tasarrufunda istikrar bulunmadığı, tımarlar, zeametler daima ve sarayın emri ile elden ele geçtiği için, herkesin gözü, bunlardan birinin kenarına mümkün olduğu kadar sağlamca yapışmaktaydı. Bu ancak iktidara yanaşmakla olurdu… Onun için, sizde kendine güvenen aydın, idealizmi değil, daima iktidara çıkan kolay yolu aradı”.
Necdet Uğur da yıllar sonra benzer biçimde “Bizde aydın, Batı’dakinin tersine devletin bir ürünü olmuştur. Devlet tarafından yetiştirilmiş, yaşam boyu devlet için çalışmış, tarihten görev almış gibi devletin geleceğinden kendini sorumlu saymıştır”[6] diyecektir. Türkiye’de aydın, dün olduğu gibi bugün de devletin ürünüdür. Aslında Fransız ihtilâlinin yaydığı fikirlerin etkisiyle hürriyet sözcüğünün, vatan sözcüğünün telâffuz edilmeye başlamasıyla devlet ile aydın hafif tertip karşı karşıya gelmeye koyuldu.
Osmanlı aydınının anatomisine ışık tutmak amacıyla M. Ali Kılçbay’ın Abdullah Cevdet ile ilgili verdiği bir örnek dikkat çekicidir.[7] Cenevre’deki Jön Türkler’in heyet-i neşriyesinin başında olan bu aydına göre, bir ikinci medeniyet daha yoktur ve bu nedenle de Osmanlı okuyucusuna Batı’yı tanıtmak ve onun Batı’nın bir parçası haline getirmek gerekir. Osmanlı insanına Batı fikriyatını benimsetmek gerekir. Ancak, aynı Abdullah Cevdet, 30 Nisan 1900 tarihli bir istirhamnamede, “Şevketlû, kudretlû velinimetimiz padişah-ı İslampenâh hazretleri (…) ihsan buyurulan yüzelli lirayı bâ-kemâl-i ihtiram ve mubâhât aldım” demektedir.
Osmanlıda “aydın” o kadar kendi ayakları üstüne basamaz durumdaydı ki, geçinebilmek için yalnız devletin eline bakardı. Hatta devletin sürgüne gönderdiği Osmanlı aydınlarının cebine parayı “devlet”, padişah koyardı. Bunun içindir ki Osmanlı döneminde “aydın” işte ancak o kadar “bağımsız” olabildi devletten… Bir yerde cüzdanıyla da devlete bağlı bir aydın türü… Batı’da ise aydın genellikle kurulu düzenle, devletle kavga etmiş, çatışmıştır. Otoriteye karşı çıkmış, sorgulamıştır.[8]
Cumhuriyet iktidarlarının kendisine özel görevler yüklediği aydın, kendini onların tasarladıkları gibi konumlamıştır. “Bu tamım ona bir üstünlük statüsü de kazandırmıştır… Zamanla çok partili sistem devletin içini başka sınıflar doldurdukça aydın, devletin korumasını istemek zorundadır. Sanatçı, “devlet sanatı kanatlarının altına alsın”, müzisyen, “devlet sanatçısı olusun”, tiyatrocu, “devlet bizi korusun”, düşünürü, “devlet bize akademi kursun” söylemi aydın kendine eski imtiyazlı konumunun arayışıdır”.[9] Aydın’ın velinimeti Osmanlı döneminde padişahtı. Dönemin aydınları “Padişahım çok yaşa” hamd ü senalarıyla sistemin yandaşlarını övmek ya da zemmetmek suretiyle geçimini sağlıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti kurulunca bu defa rızkın devamı “devletin ebed müddet”ine bağlıydı. Aydın da devletin yılmaz savunucusu oldu. Günümüzde hala etkin bir çok aydın için devlet ve iktidar bir çeşit “darülaceze”dir. Halk ise demokratik gelişme ile birlikte siyasîler için velinimet haline geldi ama aydın için değil. Nihayet küreselleşme ile birlikte durum giderek karakter değiştirdi. Bu kez aydın için ikbal, paye, rızk, şöhret ve iktidarın kaynağı: cemaatlere, çok uluslu şirketlere, Masonik kuruluşlara, Henric Böll, Conrad Adaneur vb vakıflara kaydı.
Bütün bu değerlendirmelerin tartışılır yanı olmakla birlikte önemli bir sosyolojik gerçeği vurguladığına da kuşku yoktur. Türkiye’deki aydının “iktidar postu ile idealsizlik” arasında var olan ilişkisi bugün birçok aydın tavrını açıklayacak nitelikte olduğunun da altını çizmek gerek.
Aydındaki Hasar Sorunu!
Şerif Mardin, Batı toplum tarihi içinde ortaya çıkan “intellectuel”, “literati” ve “les cleres” gibi ayrıntılı kavramların Türkçede “aydınlar” gibi tek bir terime indirgenerek düzleştirildiğini söyler. Mardin, Türkiye’nin geçirdiği bütün değişmelere rağmen, Türk aydınlarını literati vasfını kaybetmediklerini, dolaysıyla intellectuels olarak nitelendirilemeyeceklerine dikkat çeker. Literati “mesleği bilme olan insan grubudur”. Entelektüeller de literati gibi “bilmek”le yükümlüdür ama yeni bilgi oluşturma ve formüle etme gibi bir başka işleve daha sahiptirler.[10] Entelektüel, bütün ömrünce, bir belalı gibi gerçeğin arkasındadır.[11]
Aydın çok kaypak bir kavramdır. Bu yüzden aydın kavramına sayılamayacak kadar çok anlam yüklenmektedir. Bu nedenle olacak Ülgener, “aydını aydın yapan sadece okuryazarlık değil” diye uyarmak zorunda kalır.[12] Aziz Nesin ise aydın ölçütü olarak “toplumun vicdanı” olmayı, “önderlik” yapmayı ve topluma “ışık” tutmayı esas alır.[13] Ahmet Hamdi Tanpınar da aydının sorumluluğuna dikkat çekerek şunları söyler: “hayat şüphesiz, bütün cemiyetindir. Fakat mesuliyetleri yalnız münevverindir. Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya göre hep beraber taşırız. Fakat tarih karşısında hesabını münevver verir” der.[14]
Türkiye’de sorumluluk ihalesi yaygın bir gelenektir. Çoğu zaman da bu ihale aydının üzerinde kalır. Bu anlamda aydın çoğu kez “günah keçisi” yerine de konur. Aydına yönelik olarak yapılan bir çok haksız isnat, iddia ve ithamların sanıldığı gibi ihanet ya da gaflet eseri değil daha çok yaralı ve yarım dimağların ürünü olduğu bilinmelidir. Kendisinde özgün sentez, kavram ve bakış açısı geliştirme yeteneği olmayanların kendisini farklı gösterecek bir üslûp ile yetersizlikle kapatmaya çalışmaları da söz konusu olabilir. Bu durum aydının içinden çıktığı topluma ve değerlere karşı yukardan bakıcı, itham ve isnatlarla değerlendirmelere de neden olabilir.
Bu süreç Türkiye’de aydın kesiminin hasarlı ve arızalı yaklaşımlarının geçmişten geleceğe uzanan geleneğini de oluşturur. Biz bu gelenekten sayılamayacak kadar çok olan örneklerden birkaç tanesini belirtmekle yetineceğiz.
Prens Sabahattin’in; “Türkiye’de tarımın ıslahı için Anadolu’ya İngiliz ırkından çiftçi aileleri iskân etmek” gerektiğini ciddî ciddî ileri sürmüştü. Baha Tevfik ise çok daha ileri gider. Görüşleri de öyle yenilir yutulur türden değildir. Baha Tevfik, Türklükten hiç hoşlanmaz. Türklerin göçebelikten kurtulamayacaklarını söyler; onların bu sebeple iktisadî hayatlarının asla düzelmeyeceğini iddia eder; Türklerin bundan dolayı evlenmemelerini ister. Evlenirlerse felâkettir, der. Bu münasebetle aile hayatına hücum eder. “Tesettür”ü medeniyet bağı ve ilerlemenin engeli olarak niteler. “Erkeklerle kadınlar arasında tesettür namı altındaki ayrılık, Çin Seddi dehşet ve kuvvetiyle dururken ne medeniyet, ne terakki, ne ahlâk ne de bahtiyarlık bütün erkek ve kadınlar için birer manasız tabirden ibaret kalacaktır”.[15] Baha Tevfik, dini değerlerle beraber ahlâkî ve milli değerleri de yıkar. “Affetmek ve âlicenaplık” gibi ahlâkî özelliklerin boş şeyler olduğunu söyler. “Sanat ve edebiyat zararlıdır”, “Vatan, millet gibi sözler, tantanalı sözlerdir” der. Baha Tevfik’in tenkit anlayışı da yıkıcı, insafsız ve anarşist ruhludur. Zaten o, halk nazarındaki şeyleri devirerek tenkide başlamalı ve tenkit mutlaka “yıkıcı” olmalıdır, düşüncesini taşır.[16]
Abdullah Cevdet ise “Avrupa devletlerinin sömürgelerdeki Müslümanların zulüm ve hakaret görmelerinin Müslüman olmalarından değil, cahil ve tembel” olmalarından kaynaklandığını iddia eder.
Atatürk’ü, Türk tarihini karalamanın ya da Türk milletinin aşağılamanın aydın olmanın şartı olarak gören geleneğin beslendiği damar burasıdır. Onları “Türk milleti domuz eti yemediği için yeterince protein almadığı ve bu yüzden de aptal olduğu” ya da Ermenilere Türklerin “soykırım” yaptığı türden hakaretlerinden tanıyoruz!
Kültürel Devşirilme Sorunu
Türkiye, coğrafî ve tarihi olarak Avrupa’ya en yakın olan doğu ülkesidir. Bu yakınlık Avrupa’nın Türkiye’nin kültürel ve entelektüel yapısı üzerinde diğer ülkelerden çok daha fazla etkili olmasını sağlamıştır. Osmanlı dönemindeki Jöntürk hareketi, Batıcılık, Tanzimat, Islahat vb. süreçlerin tamamı Avrupa merkezlidir. Avrupa’nın birçok ülkesi Türk kültürel değerlerini kendi ihtiyaçları ve emelleri doğrultusunda yorumlayacak aydınları bizzat kendi kurdukları okullarda yetiştirmişlerdir.
Kurtuluş Savaşı sırasında ‘Amerikan mandası’ yandaşları, nasıl ülkedeki Amerikan okullarının ürünü olan aydınlar ise, ‘memleketin Büyük Britanya’nın tam malî ve ekonomik denetimine girmesinde’ yarar görenler de İngiliz okullarının ve kültür emperyalizminin yetiştirmeleri idi.[17]
Yabancıların kendi toprağında yaydığı yabancı kültürleri, kendi açtığı okullarda benimsetmeye yönelir. İstanbul’da açılan Mekteb-i Sultani (Galatasaray), zamanın da “ülkenin batıya açılan tek penceresi”ydi. Bu okulda yetişenler gerçekte, Osmanlı’nın çıkarlarından çok Duyun-u Umumiye’nin, Osmanlı Bankası’nın, Reji İdaresi’nin ya da Bağdat Demiryolları Şirketi’nin çıkarlarını koruyacak ve savunacak aydınlar yetiştirecektir.[18] Bugün benzer yabancı sermaye ve katkılarıyla faaliyet gösteren birçok fakülte ya da okul yabancı menfaatlerini koruma, yerli, milli ve dini değerleri aşağılama merkezleridir.
Ziya Gökalp, Osmanlı aydınının halka yabancı olmasının nedenini bu yabancı okullara bağlıyordu. Ona göre Osmanlı aydını halktan kopuktu, çünkü halkın içinden çıkmıyor, yabancı okullardan geliyordu. Bu yüzden millî kimliğe sahip değildi, kozmopolitti. Halk ise ulusal kültün döl yatağını oluşturuyordu.[19]
İngiltere’nin açtığı okullarda İngiliz muhiplileri, Amerikan’ın açtığı okuldan da Amerikan mandacılar yetişmiştir. İşin ilginç yanı daha sonra açılan Türk okullarından da benzer görüşleri savunan aydınların yetişmesidir.
“Batılı olmayan toplumlardaki aydınların en büyük açmazları sömürgeleştirilmiş bir beyne sahip olmalarıdır… Tıpkı sömürgeciler gibi kendi halklarının “uygarlaştırılmaya” ya da “modernleştirilmeye” muhtaç olarak görmektedirler.[20] Bu durum Türk aydının kültürel devşirilme sorunu yasadığını göstermektedir.
Aydının Tutarsızlıkları!
Aydına halkın ihtiyatla yaklaşmasının nedeni, bazı aydınlarının sahip olduğu kimlik, “tuttuğu bayrak” ya da “yattığı toprağın” belli olmamasının çok ötesindedir. Türkiye’de aydının kuşku ve kaygı nedeni olmasının önemli bir nedeni de onun tutarsız olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin; Tevfik Fikret’in II. Abdülhamit’e yüksek övgü içeren şiirleri(Midilli Mektupları) vardır. Namık Kemal’in bir sürgün kararının altında Mithat Paşa’nın imzası vardır. Önce övdüğünü sonra yeren ya da sürgüne ve istibdada karsı çıkan ama aynı zamanda kendisinin de eline geçen ilk fırsatta başkalarını sürgün eden tutarsız tavırlar dikkat çekicidir.
Türkiye’de hem birey hem de gurup olarak bir aydın tutarsızlığından söz etmek mümkündür. Altından kalkamadığı sorunlara, sorumlu bularak onlardan kurtulmak Türkiye’deki aydınların başvurduğu başlıca yöntem olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’deki aydınların yabancı siyaset adamlarına ülke yönetimini şikâyet etmekte dahi bir sakınca görmemişlerdir. Maalesef bu bir gelenek halini almıştır. Tarihi uzantıları vardır.
15 Mayıs 1896 tarihinde “İstanbul Müslüman Yurtseverler Komitesi” adlı zamanın aydınlarından
kabul edilebilecek bir gurup İngiltere Başbakanı Salisbury Markisine bir mektup gönderir. Mektubun başlığı şöyledir: “İstanbul Müslüman Komitesi’inden Çok Merhametli Majesteleri Kraliçe Victoria’nın Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Senyörleri Salisbury Markisine Açık Mektup”.[21]
Sözüm ona Türkleri savunmak amacıyla kaleme alınan bu mektupta özellikle zamanın padişahı suçlanmakta, âdeta “biz yapmadık o yaptı!” psikolojisi içinde hareket edildiği görülmekte ve İngiltere harekete geçmeye çağrılmaktadır. Sözü edilen açık mektupta vurgu yapılan birkaç husus aynen şöyledir:
-Hıristiyanlara karşı uygulanan bazı tehcir politikalarından Müslümanlar değil, padişah sorumludur.
-Görevliler, çoğu zaman padişahın emirlerine direnmişlerdir.
-Sultan Abdülhamid farklı dinlere mensup uyrukları arasındaki bir birlikten çok korktuğu için, bunların arasında sun’i ayrılıklar yaratmaktadır.
-Sultan Abdülhamid doğrudan kendine bağlı hizmetkarları ve polisi aracılığıyla yönetmektedir. Simdi ağır hastadır ve her şeyden o sorumlu olduğu için durum değişmektedir.
-İngilizler Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi hükümlerine göre, Anadolu Müslümanları için öngörülen reformları Hıristiyan için olduğu gibi gözetmelidirler.
-Sultan ancak eylemden etkilenir, iste İngiltere’nin eylem yapması için durum böylece sergilenmiştir.
Yabancı güdümünü, desteğini ve denetimini kendisine aydın sıfatı yakıştırılan bir çok kişi tarafından sorun dahi edilmemesi Türk tarihinde bir gelenektir. Kuskusuz yabancıların arzularına bağlı siyaset yürütülen dönemlerde aydınların bundan muaf olmalarını düşünmek çok doğru olmaz. İşin özü şu ki; Türkiye’de yalnızca Rusya taraftarı Mahmut Nedimof, Almanya taraftarı Enverland, Fransa taraftarı Ali/Fuat pasalar, İngiltere taraftarı Reşit Pasa gibi siyasetçiler yoktu. Aynı zamanda aydın olarak nitelenenlerin durumu da siyasîlerden çok farklı değildir. “Yeni Osmanlıları, Jöntürkler’i, bazen İngilizler, bazen Fransızlar, bazen İtalyanlar desteklemiştir. Prens Sabahattin, İngiltere’nin görüşlerini savunurdu. Ahmet Rıza Bey, Fransızcıdır. İttihat ve Terakki’nin genç kurmayları ise, Almancı”.[22]
Türkiye’de iç iktidar mücadelesinde dışarıdaki güçlere sırtını dayamak aynı zamanda bir aydın geleneğidir.
Türk halkı ile aydınının doku uyuşmazlığının başladığı yer burası olmalıdır.
Mazi ve Hal Çelişkisi
Tanzimat aydınının diğer yanlarını bir tarafa bırakırsak onlara yönelik olarak eskinin özüne zarar vermeden yeniyi ihdas etme gayretlerinin ikili bir kültür ve siyasî yapı ortaya çıkardığı eleştirisi doğru değildir. Belki de yapılması gereken buydu. Sonraki aydınlar bu hassasiyete yeterli önem vermemeleri tarihi bir kopukluğun oluşmasına neden olmuştur. Bugünkü kurumların yeni boyutları ne olursa olsun bir biçimde dünün mirası üzerine oturması gerektiği hep ıskalanmıştır. Köksüz ve nesepsiz kurumlar sonuçta sorun olmaya devam etmişlerdir.
Aydının temel çelişkilerinden birisi, belki de en önemlisi bütünsel bir kavrayışa sahip olamamasıdır. Bu yüzden moderniteyi inşa misyonu yüklenmiş aydın maziyi “reddi miras” etmekte bir sakınca görmemiştir. Bu her alanda olduğu gibi tarih konusunda da olmuştur. Türk tarihini Türkiye Cumhuriyetinin kurulusuyla olduğu gibi Türklerin İslamiyet’in kabul etmesiyle başlatanlar çıkmıştır. Bugün hala Türkiye’de İslamiyet’in bir din, cumhuriyetin ise bir rejim olduğunu farkında olamayan aydınlar vardır.
Bu anlamda aydın Türk milletinin irfanıyla, inançlarıyla, coğrafyasıyla hatta tarihiyle kavgalıdır: “Eskiyi unut/Yeni bir yol tut/Türklüğe umut/ Sen ol çocuğum” diye başlayan mısralar bunu anlatır. Kökünden koparılmış bir ağacı saksıda yasatmak mümkün değildir. Aynı şekilde bir nesli hafızasız, tarihsiz ve geleceksiz bırakarak ona muhteşem bir gelecek inşa etmek de mümkün değildir. Türkiye’de her on yılda bir “beyaz sayfa” açmaktan bahseden bir anlayış söz konusudur. Hâlbuki Ortega Y. Gasset “Milletlerin tabiatları yoktur; tarihleri vardır” der. Her “milletin kan hafızası” ve “asabiye şuuru” vardır. Bunları dikkate almamak umut edilen amaçların başarılmasını engellemektedir. Toplumları tarihlerinden, yasadıkları coğrafyalarından ve kültürel geleneklerinden soyutlanması onların yabancılaşmalarına neden olur. “Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Türk kimliği inşa edilirken geçmiş ile süreklilik kırılmıştır. Bu kopuşun günümüzdeki uzantısı bir tarihsizlik zihniyeti ve belleğini yitirme hastalığıdır”.[23] Bilinmelidir ki, kimliği gelecekten daha çok geçmiş yaratır.
Yakup Kadri’nin ‘Kiralık Konak’ adlı romanının kahramanı için “bütün hatıraları, bütün zevkleri, bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlayan her şey kırk sene evveline aittir…/…. Yirmi beş yasından beri daima şaşan, tiksinen, ürken ilkel ve kaybolmuş bir ömrün hasretini çeken adamdır”[24] der. Yakup Kadri maziden kopamayan hale de tutunamayan bir aydının çıkmazını resmetmektedir. O, bugünün dünyasındaki açlığını dünkü dünyadan yüklendiği azıkla karşılamaya çalışan bir zihniyeti anlatır. Dünle yasayan bugünü düne taşıyan insan ya da dünden kopuk yasayan insan tipinin her ikisi de sorunludur. Bu noktada bir çelişkiden söz etmek mümkündür. Ancak Ahmet Hamdi Tanpınar buna çok açık bir cevap verir: “Yeni bir hayat lazım. Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lâzım. Bir hüviyet lâzımdır. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor”[25] der. O, “bugün bir insan Türkiye’yi her şey olabilir, sanabilir. Hâlbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi şartları içinde yürümesiyle kabildir”.[26] Ufuk önemlidir ama basılan zemin ufuktan da önemlidir. Hem bulunulan yeri hem de varılması hedeflenen yeri aynı düzlem içinde görmek gerekir.
Bu nedenledir ki Ahmet Hamdi Tanpınar, “Huzur” adlı romanında, yıkılan koca imparatorluğun, muhteşem bir geçmişin enkazı üzerine inşa edilen son Türk devletinin maddî ve manevî değerlerinin sorumluluğunu yüklenecek olan yeni bir Türk aydın tipini tasvir etmek zorunda kalmıştır. O, “hal’in arz ettiği sefalet ve çözülmüş bir kültürün değerler anarşisi içinde bile ihtişamını koruyan bu geçmişin büyüsünden kurtulabilen”[27] bir aydından söz etmek gereğini duyar. Bu aydın ona göre “geçmiş şuurunu”, “tarih şuuruna” dönüştürecektir. Onun romanının kahramanı Mümtaz’ın “Biz kimiz?” sorusuna “Neva kârız. Mahur besteyiz, bunlara benzeyen nice nice şeyleriz! Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat şekilleriyiz”[28] diye cevap verir. “Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da bir takım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliğin önünü alamayız”[29] . “İnsanı birleştirmek lâzım. Birisi eski medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar”. Maziyi ilham edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız. Bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız”.
Modernite inşa ve icat edici aydının maziyi hale, hali geleceğe bağlayamamasının sıkıntıları bugünkü Türkiye’de demokrasi ve cumhuriyet sorunu olarak yasamaktadır.
Aydın’ın Halk Çelişkisi
Türkiye’de halen “halk maziye çivili” yasar. “Bu, ahmakça bir taassup değil, insiyaki bir nefis müdafaası”dır.[30] “Okumak kopmaktır”. “Okuduğumuz ölçüde yabancılaşıyoruz” diyen düşünürler de haklıdır.
Türkiye’de aydın Tanzimat’tan bu yana ait olduğu halkı üzerinde her türlü tasarrufun yapılabileceği pedagojik bir nesne olarak görmek yüzeyselliğine düşmüştür. II. Mahmut’tan bugüne ‘halkı, halka rağmen geliştirmek’ değişmez bir paradigma olarak bütün yönetimlere emsal teşkil etmiştir. Yakup Kadri meşhur romanında aydını “bu toprağın malı olmayan” madde ve unsurlarla yoğrulmuş kimyevî bir oluşuma benzetir. Ona göre Türk aydını “kendi toprağından sökülmüş, aykırı bir acayip nebat” gibidir. O, Türk halkını (köylüsünü) “kafası aydınlanacak, vücudu beslenecek” edilgen kitleler olarak görür. Halkın “cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın” girdabında kıvrandığını yazar. Bunun suçlusu olarak da aydını gösterir. Burada dikkat çekici olan husus sudur. Yakup Kadri, aydının kendisini kurtarmış olduğunu sanıyor; bundan dolayı da “halkı kurtarmayı” bir ahlak sorunu olarak görüyor.[31] Yakup Kadri ve benzerleri gerçekte kokanın et(halk) değil de tuz(aydın) olduğunu ya da etle birlikte tuzun da koktuğunun farkında değildir.
Köy Enstitüleri’nde sembolleşene misyoner aydın tipi, esas itibariyle öğretmen-aydın tipini öne çıkarmıştır. Burada aydının tavrı, diğerlerinin bilmediği hakikate sahip ve bunu diğerlerine bildirmekle görevli bir rahip tanrıdır… Misyoner-Aydın herkes için geçerli ve hayata geçirilmesi zorunlu bir toplum modeline sahip olduğu inancıyla hareket etmektedir.[32]
Gerçekten bugün kendi halkını ve onun inanç değerlerini bir türlü içine sindiremeyen seçkinci bir aydın algısıyla, Türkiye karsı karsıyadır. Halkı halka rağmen yönetmeye çalışan işbirlikçi bir bürokrat sınıfla, her konuda uzman olduğunu iddia eden, tepeden bakıcı aydın sınıf ülkenin hem sivilleşmesinin hem de demokratikleşmesinin önündeki en büyük engeldir. “Halk adına kendini düşünme, siyaset üretme, karar verme ve iktidarı kullanma mevkiinde gören halka rağmenci, yukarıdan buyurucu seçkin takımın, tanzim, Tanzimat, Islahat, yenileştirme, reform, devrim vb. teşebbüslere külliyen aykırı düşer. Bu takıma sorarsanız halkın akıllı vasilere ihtiyacı vardır. Halkın siyasî ve toplumsal geleceğine, gündelik ve tarihsel kaderine ipotek koyanlara göre, bu vasiler de kendilerinden başkası değildir”.[33]
Harold Lasswel, “elitler kendilerine itaati sağlamak için yeterli miktarda silaha sahip değillerse sosyal menajerleri hemen devreye sokmalı, propaganda yoluyla muhtaç oldukları itaati sağlamalıdırlar” demektedir. Kendisini haklı çıkarmak için şunları eklemektedir: “Halkın ne denli cahil ve ne kadar aptal olduğunun farkında olmalıyız. İnsanların, kendi çıkarlarının en iyi bekçileri olduğunu savunan demokratik dogmatizme yenik düşmemeliyiz. Öyle değildirler, onları, onların iyiliği için kontrol altında tutmalıyız”.[34] Bu elbise Türkiye’deki jakoben aydının üzerine birebir oturmaktadır.
Halkın Dini İle Aydının Dini!
Son iki yüz yıldır aydın ile halk yalnız dil yönünden değil inanç yönünden de farklılaşmıştır. Aydın ve halkın ayrışma ve başkalaşması için dil ve din farklılaşması yeterlidir. Türk halkı “Umanı olmayanın ziyası olmaz” inancına sahiptir. Aydın göreyse “iman ziya” bir arada bulunmaz! Halkın dili Türkçedir. Aydın “Türkçe ile bilim yapılamaz” anlayışına sahiptir. Onun için Türkiye’de bir halkın edebiyatı bir de aydının edebiyatı vardır. Divan edebiyatı da halk edebiyatı da geçmişte kalmamış bugün de çeşitli biçimlerde varlığını sürdürmektedir. Sorun yalnız edebiyat farklılığından ibaret de değildir. Bugün ülkede halkın dini ile aydının dini de ayrışmış durumdadır. Halk Müslüman’dır. Aydın ise uzun zamandır pozitivizmi bir din algısı biçiminde ele almıştır.
Türk aydını şarabı, valsı, operayı, Brüksel’i, Londra’yı, liberalizmi, İngilizceyi, Sosyalizmi ve Decartes’i tanıyınca Türk Halkını ve kültürünü de tanıyacağını sanma hastalığına yakalanmıştır. Bizim aydın diye nitelendirdiğimiz kitlenin tamamına yakını doğuyu batıdan, kırsalı kentten, gecekonduyu saraydan tanımaya ve kurtarmaya kalkmıştır.
Konuyu bir başka cepheden irdeleyen Hüsamettin Arslan bu kopukluk üzerine su görüşleri ileri sürmüştür: Cumhuriyet önderleri, pozitivizmi toplum mühendisliğine kapı aralayan elverişli bir mantık olarak kabul edip, onu klasik geleneği reddetmenin biricik aracı olarak görmüşlerdi. Halk pozitivizmin çizdiği doğru evrimin dışındaydı, yanlış yasıyordu ve değiştirilmeliydi. Devlet pozitivist bilim ideolojisini, toplumu değiştirmek için bir silah olarak kullandı. Bu sebeple de okumuşlarla toplum arasındaki kopukluk veya çatışma yanlış bir biçimde “aydın-halk kopukluğu” veya “kuşak çatışması” olarak nitelendirilmiştir. Hâlbuki çatışma klasik gelenekle pozitivist ideoloji arasındaki çatışmadır. Okumuşlarla halk arasındaki uçurum, pozitivizm ile klasik gelenek arasındaki uçurumdur.[35]
Burada çelişki aydının bilim adı altında bilimin ideolojisini dayatmış olmasından kaynaklanır. Hatta “pozitivist bürokrat aydın sınıfı, bir insanın ya da bir topumun dünya görüsüne, dinine, hurafelerine ve mitlerine saldırının, aslında onun kendisine saldırı olduğunu da göremediler. Toplumu ve devleti kurtarmak gibi bir yüce amaçları vardı ve aciliyet onların bunu görmesini engelliyor ve yaptıkları şeyi meşrulaştırıyordu.[36]
Bu noktada etkin aydının pozitivizmi nasıl algıladığına da kısaca değinmekte yarar vardır: “Pozitif, “mutlakın”ın, “üniversel”in Doğa’nın özelliğidir; pozitif olan simdi var olandır, tarihten kalan değil, Akıl, Doğa, Bilim ve Bilim adamı, pozitif özelliklere sahiptir; geçmiş ve geçmişteki her şey negatiftir. Negatif olan, din gelenek, kültür, ideoloji, mit ve değerlerdir. Bunlar, sübjektiflerdir ve “objektiflik”, yalnızca bilimin ve bilim adamının imtiyazı olduğuna göre, bilimsel de değildirler. Fakat bu anlayış tam bir maniseist ideolojidir; bu düalist karşıtlığın “pozitif ”, “objektif ”, “doğal” olan, insan dışı ve toplum dısı olandır. Pozitivizm bu noktada, insanı ve toplumu, entelektüel evrenden kapı dışarı etme ve bilgiyi insansızlaştırma ideolojisine dönüşür. Buna, sosyal teoride bilgiyi, insandan ve toplumun değerlerinden arındırmayı içerin “bilim miti” denilmiştir”.[37]
Bu anlayışın doğal sonucu olarak halk, üze-rinde çalışılması gereken bir nesneye dönüştürülmüş olur. Halkı kendisine karşın dönüştürmek aydının görevidir. Bu yüce amaca direnenler her türlü yöntem kullanılarak ezilmelidir. “Eğer halk bu hedefe ulaşmak için çaba sarf etmiyorsa ve hatta direniyorsa, en otoriter ve baskıcı yöntemlerle bu direnişi kırılmalıdır. Aydının kendi halkı karsısındaki bu acımasız tutumu Batılı olmayan toplumlarda bir yandan askeri diktatörlüklerin ve baskıcı yönetimlerin oluşturulmasına zemin hazırlarken, diğer yandan da bu ülkelerde kendine özgü bir Aydın despotizmini ortaya çıkarmaktadır”.[38] Bu yargılara katılanların miktarı da, halk ile aydın arasındaki açıklığın büyüklüğünü gösterir. Mehmet Akif bu durumu yürek ile beynin karsı karsıya gelmesi olarak niteler. “Akif’e göre bir yanda bir beyin takımı aydın, öbür yanda, bir yürek takımı yani taban, halk mevcuttur. Cemiyetin bütün trajedisi, Mehmet Akif’e sorulursa, bu taban ve beyin arasındaki karşılıklı çekişmede düğümlenmiş, noktalanmış olmaktadır”.[39] Su ifade kendisinin:
“Yıldırımlar gibi indikçe ‘beyin’den şiddet
Bir yanardağ gibi fışkırdı ‘yürek’ten nefret
Öyle müthiş ki husumet, mütefekkir tabaka
Her ne söylerse fena gelmede artık halka”
Aydın ve Halk Kopukluğu
Kuskusuz halk ile aydın farklılığı her zaman olmuştur ve olacaktır. Günümüz aydınıyla içinden çıktığı halkın ilişkisi kopukluğun da ötesinde kelimenin tam anlamıyla bir yabancılaşmadır. Cemil Meriç’e göre “İmparatorluğun yükselme dönemlerinde aydın, toplumun herhangi bir bireyidir, zevkleri ile zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile… kadıdır, müftüdür, tahrirat kâtibidir v.s. Aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz pesindedir. Bu dönemlerde halk aydındır, aydın halktır, denecek kadar bir benimseme ve kaynaşmadan söz edilebilir. Molla Gürani, Aksemsettin, Ebusuut, Yunus, Mevlan’a ya da Sinan; Sarayı olduğu kadar halkın da edebini, imanını, töresini, sorunlarını taşır, taşıtır ve yaşardı. Halkın tanıdığı, halkını tanıyan ve etkileyen bir aydın. Tanzimat’tan sonra durum değişir. Aydın kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından”.[40] Cumhuriyet dönemi aydını da Tanzimat zihni-yetinden kopamamıştır.[41]
Osmanlıdan bugüne aydın halk kopukluğu kurumsallaşmış bir yapı olarak aynen devam etmektedir. Türkiye’de bazı istisnaî alanlarda değil her alanda bir aydın halk kopukluğundan ve farklılığından söz etmek mümkündür. Redfield’in bütün toplumlarda olan ve “büyük” “küçük” kültürel gelenek olarak ayırarak ifade ettiği halk ile aydın kopukluğu olgusunun Türkiye’de ki derinliği çok daha büyüktür. “Bu görüş göre kültür iki ana kola ayrılabilirdi: biri kırsal bir hayat yasayan ve tarımla geçinen insanların kültürü, diğeri de şehirde yasayan özellikle yönetici sınıfın insanlarının kültürü. Redfield bunlardan birisine “küçük gelenek” diğerine “büyük gelenek” adını verdi”.[42] Bu ayrılığı Ziya Gökalp kendi toplumumuz için söyle ifade etmiştir:
“Her milletin iki medeniyeti var; resmi medeniyet, halk medeniyeti… Başka kavimlerde resmi medeniyetle halk medeniyeti o kadar açık bir suretle ayırt edilemez. Türklerde ise bu ayrılık ilk bakışta göze çarpar. Türklerde resmi lisandan, resmi edebiyattan, resmi ahlâktan, resmi hukuktan, resmi iktisâdiyattan, resmi teşkilattan büsbütün başka bir halk lisanı, hak edebiyatı, hak ahlâkı, halk hukuku, halk iktisâdiyatı, halk teşkilatı vardır”.[43]
Ülgener halk aydın kopukluğundaki ikilemi söyle açıklar: “Bizim münevverimiz, eskiden beri yeni bir fikir buluşuna yönelmek yerine daha çok, belki ona gücü yetmediği için, kelimeleri ve kalıpları değiştiriyor. Kendisini tabandaki halkın üstünde görmeye ve göstermeye başlıyor. Bu yüzdendir ki, aydının basını çektiği bu kervanda Türk topluluğu devamlı iki dilli olabilmiş; biri tabanın yani halkın kullandığı dil, öbürü aydının kullanmakta olduğu dil”[44]. Aydının yalnız dili değil süreç içerisinde vicdanı da halktan kopuk bir hal almıştır.
Kuskusuz kopukluk aydında milletin kültürel değer ve sorunlarına karsı ilgisizliği de üretmiştir. Bu yüzden Atatürk aydın kesimini bu ülkeyi tanımamakla suçlar. “Münevverlerimiz belki bütün cihanı bütün diğer milletleri tanır, lâkin kendimizi (kendi milletimizi) bilmez.(…) Münevverlerimiz, milletimi en mesut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa, onu da aynen öyle yapalım der. Lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan şey, diğer millet için felâket olabilir. Aynı sebep ve şerait birini mesut ettiği halde, diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken, dünyanın her türlü ilminden, kesfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lâkin unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmalıyız.(…) Halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak, daha çok ve daha ziyade münevverlere teveccüh eden bir vazifedir”.[45]
Hâlbuki aydınlar gerçekte içinde yasadıkları halktan ve onun meydana getirdiği toplumsal yapıdan kopuk değillerdir ve toplumsal alandaki gelişmelere bağlı olarak gelişirler. Toplumun gelişme düzeyi de aydının gelişme düzeyini tayin eder. Gerek aydını gerekse de bilgiyi halkın içindeki toplumdan soyutlayarak anlamak mümkün değildir. Platon’a göre fert, içinde yasadığı devletin karakterini taşır. Bundan dolayı insanı kavramak için, onu, içinde yasadığı topluluğu göz önünde tutarak incelemek gerekir. Birey kendi varlığının anlamını içinde yasadığı toplumdan alır. “Her bilgi içinde olustugu toplumun yansımasıdır” Türk toplumunu anlamak için nasıl güvenilir bilgi üretilebilir? Batı’da öğrenilen hümanistik bilgiyi sanki skolastik dogma bilgi imiş gibi “aktarmak”.[46]
“Hâlbuki bu aydın sınıf, batı medeniyetini tesiri altında şahsiyetini kaybetmiş, aşırı bir batı hayranlığına müptelâ olmuştur. Milli kurtuluşumuzun çaresini, kendisinin tutulduğu bu hastalığın bütün memleket yaylasında görmektedir…/… Batı hayranı olan bu mütefekkir sınıfın zihniyeti, kendisine üstat tanığı, batı zihniyetine hiçbir bakımdan benzemez. Bunlar kendi memleketleri hakkındaki kötümser ve yıkıcı tenkitleri ile temayüz ederler. Tenkitleri, izah ve ispat edemedikleri için itham, anlayamadıkları için de inkâr ile doludur. Bunlar mevcudu ve yasayan gerçeği bilmezler; fakat nasıl olmamız gerektiğini öğretmeye kalkarlar”.[47]
Türkiye’de aydının hala modernleşmenin özünü değil de biçiminin ele alarak yüceltmesi de bir başka çelişkidir. Modernleşmenin kılık-kıyafet, sakal-bıyık, çarşaf-peçe, takke-sarık vb. biçimsel bir yapıya büründürülmesi toplumsal gerginliğin kaynağını oluşturmaktadır.
Diğer yandan zihinsel yaratıcılık yerini alıntı ve nakil türü algılara terk ettiğinde; yerlilik, otantiklik, özgünlük de kendi tarihsel rolünü oynayamaz hale gelir. Alıntı ve nakil ile üretilen ithal kargo türü kültür ile yerli kültür arasında derin çatışmalar ve yarılmalar oluşur. Özellikle özgün kültürünü koruma anlamında gümrük bekçisi, harmanlayıcısı ve sentezcisi olması gereken aydın kozmopolit kimliğe sahipse bu rolü oynayamaz hale gelir.
Kaldı ki, modernite yukarıda da belirttiğimiz gibi bir kültür sorunu olmaktan daha çok bir sosyoekonomik ve sivil örgütlenme sorundur.
Bu konudaki analizin sonunu “İtirazlar” isimli kitapta belirttiğimiz hüküm cümleleriyle bağlayabiliriz: Türkiye’de aydın, zihninden hamile kalacak kadar Türk kültürüne âşık değil!.. Bu aydın milletinin tarihini, dilini ve dinini taşıyacak omuz ve onurdan yoksun. Kültürü nakış nakış isleyecek kafayı kimisi batıya kimisi de doğuya rehin bırakmış. Ruhu desteksiz kalmış bir aydın. Hep konuyu-komşuyu gözetirken kendi çocuklarını aç ve sefil bırakan aile reisine benziyor. Bu ülkeye ne “yar” olabilmiş ne de “ser”.
[1] Metin Çulhaoğlu, Modernleşme, Batılılaşma ve Türk Solu, Modernleşme ve Batıcılık,
İletişin Yayınları, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 3, s,170.
[2] P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev; Mete Tuncay, Göçebe
Yayınları, İstanbul, 1997. S.13.
[3] Fethi Naci, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, “Münevverden Entel’e”, Bağlam Yayını, Ankara,
1995, S.182.
[4] Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993, s.,19.
[5] Şevket Süreyya AYDEMİR, Suyu Arayan Adam, Remzi Yayınevi, 5.Baskı, İstanbul, 1974, s.,235
[6] Hasan CEMAL, Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım, İstanbul 1999, s, 311.
[7] Mehmet Ali Kılıçbay, Cumhuriyet ya da Birey Olmak, İmge Yayını, Ankara, 1994, S.211.
[8] Hasan CEMAL, A.g.e.s, 312.
[9] Faruk Birtek/Gökhan Ergül, “Postmodern Türk Aydını ve Frankfurt okulu: Bir Polemik”, Türk
Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yayını, İstanbul, 1995. S,329.
[10] Ş. Mardin, “Aydınlar Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi”, Toplum ve Bilim, 1984, s.24
[11] Ece Ayhan, “Türk Aydınlarına Şairlerden Bakış” Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam
Yayını, İstanbul, 1995. S,257
[12] Sabri F. Ülgener, Makaleler, Derin Yayınlar, Toplu Eserler No;5, İstanbul, 2006.s.,526.
[13] Fethi Naci, A.g.m.s.,184
[14] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığı Gibi, Dergah Yayınları, Tarihsiz, s.39.
[15] Süleyman Hayri Bolay, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Düşünce Tarihi”, Türkler, 14. Cilt, s.,541. Felsefe-i Ferd, 1332, s. 105.
[16] Süleyman Hayri Bolay, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Düşünce Tarihi”, Türkler, 14. Cilt, s.,541. Tenkit Mecmuası, No:2, s, 5.
[17] Atilla İlhan, Hangi Batı, Bilge Yayını, 3. Baskı, Ankara, 1982. s.,223
[18] Attila İLHAN, A.g.e., S.222.
[19] Orhan Türkdogan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, KTB Yayınları No; 736,
Ankara, 1987, s.,288-290.
[20] 20 Kadir Canatan, “Modernleşme Ajanları Elitler”, Yeni Zemin, Sayı:13, Ocak 1994, s.,54.
[21] Mehmet Ali Kılıçbay, Doğu’nun Devleti Batı’nın Cumhuriyeti, Gece Yayını, Ankara, 1992.
s,99/100.
[22] Atilla İlhan, “Aydınların Affedilmez Kopukluğu”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam
Yayını, İstanbul, 1995. s,383.
[23] Ayse Kadıoglu, A.g.e., S.,24.
[24] Yakup Kadri Karaosmanoglu, Kiralık Konak, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, S, 22.
[25] Ahmet Hamdi Tanpınar, A.g. e ., s, 155.
[26] Ahmet Hamdi Tanpınar, A.g.e., s.224.
[27] Sevim Kantarcıoglu, Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayını, Ankara, 1988., s.112.
[28] Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Tercüman 1001 Temel Eser;2, İstanbul, 1979, s.221.
[29] Ahmet Hamdi Tanpınar, A.g.e., s.227.
[30] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Ötüken Yayını, İstanbul, 1976, s.,25.
[31] Fethi Naci, A.g.e., s.184.
[32] Nuri Bilgin, “Toplumdan Sosyal Sisteme entelektüeller”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu,
Bağlam Yayını, İstanbul, 1995. s.,195.
[33] Ali Bulaç, Modernizm, İrtica ve Sivillesme, İz Yayını, İstanbul 1995, s.,86.
[34] Noam Chomsky, Demokratik İdeallerin Çöküşü, Çev; Cevdet Çerit, Pınar Yayını, İstanbul
1997, s.,58.
[35] Hüsamettin ARSLAN, Epistemik Cemaat Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, Meta-Bilim
Dizisi, İstanbul, 1992, s.15.
[36] Hüsamettin Arslan, “Pozitivizm”, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu, Bağlam Yayını, İstanbul,
1995, s,568.
[37] Hüsamettin Arslan, A.g.m. s,566.
[38] Kadir Canatan, “Modernlesme Ajanları Elitler”, Yeni Zemin, Sayı:13, Ocak 1994, s.,54.
[39] Sabri F. Ülgener, Makaleler, Derin Yayınlar, Toplu Eserler No;5, İstanbul, 2006. s.527.
[40] Cemil MERÝÇ, A.g.e. s.24.
[41] Özcan Yeniçeri, Ýtirazlar, IQ Yayını, Ýstanbul, 2007, s.,297.
[42] Serif Mardin, Türk Modernlesmesi, s.24.
[43] Ziya Gökalp, “Halk Medeniyeti”, Halka Dogru, I, s.,107. Serif Mardin, A.g.e., s.,25.
[44] Sabri F. Ülgener, A.g.e., s.524.
[45] Attila İlhan(Aktaran), Hangi Batı, Bilgi Yayını, 3. Baskı, Ankara, 1982. S. 225.
[46] Mübeccel B. Kıray, Toplumsal Yapı Toplumsal Değişme, Bağlama Yayını, İstanbul, 1999. s.66.
[47] Said Halim Pasa, Buhranlarımız, Tercüman 1001 Temel Eser Yayını, Tarihsiz, s.97.
Kaynak:
http://www.21yuzyildergisi.com/assets/uploads/files/71.pdf