Ersegün Eyüp KAHRAMAN
Dünya’da Feminizm
Feminizm kelimesi ilk olarak 19. asırda kadınların erkekleşmesi veya erkeklerin kadınlaşması anlamında tıbbi bir terim olarak kullanılmıştır. Kadın hakları ile ilgili düşünceler antik çağdan bu yana farklı zamanlarda görülse de siyasi bir ideoloji çerçevesinde kullanılması bir asır sonra olacaktır.
Kadınların cinsiyetleri sebebiyle dezavantajlı olduğunu ve bu durumun ortadan kaldırılması gerektiğine dayanan angajmanlarla ‘‘modern’’ bir ideoloji olarak doğmuştur.
Feminizmin önde gelen temsilcileri Mary Wollstonecrat, Simone de Beauvoir, Kate Millet, Andeao Dworkin gibi isimler olup, feminizmin düşünce dünyası ‘‘siyasî olanı yeniden tanımlamak’’, ataerkillik, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet, eşitlik ve farklılık temellerinde doğup, gelişmiştir.
‘Siyasî olanı yeniden tanımlamak; Geleneksel görüşe göre hayatı kamusal ve özel şeklinde iki bölüme ayırdığımız zaman kamusal kısım siyasi kısmı oluşturur ki burada erkekler özel kısım genelde ev hayatını veya özel hayatı kapsar ki bu da kadınlara aittir. Feministler bu düşünceye karşı çıkarak hayatı özel ve kamusal olarak ayrılmamasının gerektiğini savunur; ancak radikal feministler ile liberal feministler arasında bu konu farklılıklara sebebiyet verir.
Ataerkillik; feminizme göre toplumsal cinsiyet de sınıf sistemi gibi toplumsal yapıya ait bir yarılmadır. Onlara göre toplumun ‘‘doğal’’ olarak gördüğü eşitsizliğin belirgin olduğu bir düzen vardır, bu düzende yönetenin ‘‘erkek’’ erkek olduğu ‘‘ataerkil’’ bir düzendir. Bu düzeni özellikle muhafazakârlar doğal olduğunu savunarak feminizmin bu dayanağına karşıdırlar, toplumsal cinsiyetin bu bölücülüğüne karşı ise feministler insanın çift cinsiyetli olduğunu – günümüzde cinsiyetsiz olarak kabul ediliyor- bunun belirgin toplumsal cinsiyeti kaldıracağını düşünür.
Eşitlik ve farklılık; Ataerkillik ile paralel olan bu fikir feministlerin farklılaştıkları bir alandır, eşitliği liberaller kamusal halklarda, sosyalistler özellikle iktisadi alanlarda, radikaller ise ev içinde öne sürse de ortak fikir eşit olmadıklarına dairdir. Farklılıkları savunurken de ilk dönem feministleri ‘‘erkeklerle’’ aynı haklar diyerek günümüz feministlerine göre kadınlığı erkekliğe yaklaştırmışlardır. Bu sebeple günümüz feministleri farklılıklarını şefkât, duygudaşlık gibi duygu ve düşüncelerle pozitif yönde kadını farklılaştırarak savunurlar.
Tarihi süreci boyunca feminizmin temel angajmanlarına bağlı kalarak liberal, sosyalist, radikal ve siyahî olarak ayrılmışken yakın dönemde bunlara ek post-modern feminizm konuşulmaya başlanmıştır. Klasik türlere göre siyahî feminizm ek bir angajmana daha sahiptir o da ırkçılıktır. Özellikle Amerika’da sayıları çoğalan siyahi feminizm kadınlar arasındaki farkı açan liberal feminizmin ‘’beyaz kadın’’ vurgusuna karşı çıkmıştır. Bahsedeceğim bir diğer türse İslami feminizm olacaktır. Gerici feminizm olarak da adlandırılan bu türev de İran’da, Pakistan’da olduğu gibi geleneksel dini kanunların yürürlüğe sokulduğu ülkelerde kadınların bu hükümlere karşı bir refleks göstererek daha da sıkı bir şekilde kamusal alana girişinin arttığı gözlenmiştir.
Post-modern feminizmdeyse önce kadın kavramına karşı bir soru işareti karşımıza çıkar, klasik düşüncede kadın öncelikle belirli anatomiye sahip olan kişiyle başlayıp bunun üstüne bu kavram giyim-kuşam, cinsel, kişisel davranışlar gibi kişisel sorunlar eklemiştir. Bu yeni feminizmdeyse bu sorunları bir kenara koyarak fiziksel olandan ziyade psikolojik olana eğilip siyasi, ekonomik toplumsal eşitsizliklere değinmiştir. Klasik feminizmin sonuçlarından aşırı cinselleştirilmeye de eleştirel bir bakış kazandırmıştır.
Türkiye’de Feminizm
Ülkemizde feminizmin ilk örneklerini Geç Osmanlı dönemine ait eserlerde rastlıyoruz, Tevfik Fikret’ten Mehmet Akif’e kadar geniş bir açıda ‘‘kadın’’ kimliğine dair sorulara, tartışmalara denk geliriz. Ön planda olan isimlerin çoğu erkek olsa da bu hareketin öncüleri kadınlardır hatta saraylı kadınlardır. Aldıkları eğitimle seçkin birer zümre olmaları bu konu da öncü olmalarından müthiş etkilidir. Özellikle hemcinslerinin aydınlanmamış olmalarından vasıfsızlıklarından dem vurmuş, sadece ev işleriyle uğraşmaları sebebiyle toplumsal cinsiyete değinmişlerdir.
Batılılaşmanın kendisini hissettirdiği dönemlerde muhafazakârlarda da gördüğümüz tepkiler feministlerde de görülmüş, terakki başı açmamak olduğu, batının edepsizliklerinin kabul edilemez olduğu bahsedilir. Onun dışında bu dönemde erkeklerle eşit haklar gibi düşünceler tam görülmeyip, toplumsal eşitsizliğe ‘‘hayat hakkı’’ gibi ifadelerle değinilmiştir. Harp zamanıyla birlikte kadın vatanla, kahramanlıklarla özdeşleştirilip epik bir konuma getirilerek yüceltilmiştir
Cumhuriyetle birlikte kadın artık ‘‘Türk kadını’’ şeklinde ifade edilerek milli bir feminizme dönüş başlamıştır. O dönemle birlikte kadının toplumun her kademesine yerleşmesine yönelik çalışmalar başlarken modernleşmeyle birlikte fahişeleşeceğine dair korkular yer yer patlak veriyordu ama cinsiyetin toplumu yarma endişesine yönelik ‘‘kadının düşmesinden erkek de aynı derecede müstahaktır’’ diyerek bir cevap gelişmiştir. Yine bu dönemde gazetelerde ‘‘nasıl bir kadınla evlenilmeli’’ diyerek doğru bir kadın modeli ortaya atılmış, böylece kadının, saray kadınlarının eleştirdiği düzeyden çıkıp yüksek seçkin bir hâl almasına yönelik çalışmalar görülmüştür.
Medeni kanunu, seçme ve seçilme yasası vb kanunlar aslında Cumhuriyet’imizin feminen bir tavır aldığının önemli örnekleridir, kadın kimliği tartışıldığı dönemde kadınlara oldukça önemli görevler vermiştir, bu dönemde köylü şehirli dayanışmasına dair düşünceler politikayı yönlendirmiş, şehirli kadınlar köylü kadınlara eğitim vermiş, köylü kadınların asaleti şehirlilerin bozulmasına engel olacağı düşünülmüştür.
İlerleyen süreçlerde feminizm diğer ideolojilerinin altında ezilmiştir desek yalan olmaz sanırım; çünkü gerek siyasi partilerdeki kadın sayısı, gerek sivil toplum kuruluşlarındaki etkin kadınlar düzeyinde bir gelişme göze çarpmamıştır. Hatta eşitlikçi sol düşüncenin kurucu unsurlarından olan TKP’de feminizme hiç yer verilmemişken genel başkanı bir kadın olan TİP de ise yalnızca kadınlar proleter sınıfın devriminde öncülerden biri olarak düşünülmüş, feminizminse burjuva kadınların kendilerinin yalnızca seks objesi olarak görülmesine karşı bir tepki olarak yorumlanmıştır.
1980’e yaklaştıkça bir fürya olarak edebiyat dünyasında toplumsal cinsiyeti, eşitsizliği kadın düzeyinde yer alan edebiyatçı kuşak gelecekte yanacak ateşin kıvılcımını yakarak bir ön-feminizm aktörleri olarak görülür.
Bu kıvılcım BM’in kadın haklarıyla ilgili aldığı kararların etkisiyle hızla tutuşmuştur. Dünya’daki değişimle paralel olarak ilerleyen hareket ülkemizde de hızla bürokratik, radikal, sosyalist feminizm gibi farklı kollara ayrılmıştır. Ülkemizde feminizmin kökleştikten sonra ilk ürünleri 90lı yıllarda ‘‘popüler’’ anlayışla görülmüştür. Ondan önce daha akademik seviyede tartışılan sorunlar uzun süreli olmamıştı; ancak 1995 yılında neşredilmeye başlayan Pazartesi dergisi 10 sene gibi uzun bir süre boyunca ‘‘ev yaşantısından’’ mizaha, ‘‘ayıp köşe’’ bölümüne kadar geniş bir perspektifle ele alarak mizahi yönü ön plana koyarak feminizmin kültürelleşmesinden önemli bir dayanak olmuştur.
Feminizmin ülkemizdeki bir diğer yansıması eşcinseller üzerine olmuştur. Daha önceleri anomali, hastalık olarak görülen eşcinsellik feminizmin içinde bir duruş alarak insan haklarına yönelik yürüyüşlerde filizlenmiş, ardından lgbt ye giden yolun önünü açmıştır. 90lı yıllarda transseksüeller feministler arasında bile cinsel kimlik bakımından bir tarafa konulmazken, ileride onların haklarını korumak, savunmak için feminizm önemli bir kale olmuştur.
Feminizmin ülkemizdeki bu hızla yükselişi diğer ideolojilerin bu sefer kendi programlarını revize etmelerini sağlamıştır. Milliyetçi düşüncede kadının yönü umumi tarihten örnekler gösterilerek onun devlet yönetiminde hak sahibi olduğunun, hatun/ katun kişi olduğu belirtilerek kadın ön plana alınmış, daha önce kadınlara kitle hareketlerinde hemen hemen hiç yer vermeyen siyasal İslamcılar bu sefer ‘‘adil düzen’’ düşüncesiyle kadınlara hem siyasi anlamda yer vermiş hem de hayat kadınlarının dahî meselelerini ele almışlardır. Aslında daha önceki dönemde kitleleşmeyen muhafazakâr düşünce kadına yönelik ‘‘okumuş, bilgili ama anne yüreğinden, şefkatten yoksun olmayan’’ tiplemesini yine devam ettirmiştir. Bu dönemde bölücü hareket de devrimci soldan farklı bir anlayışla yeni toplum yaratma düşüncesinde kadın gerillaların bu meselenin motoru olacağını belirtmiştir.
Geç Osmanlı döneminde sarayda kadının gelişmemişliğine yönelik fikirlerle başlayan feminizm cumhuriyet döneminde devletleşerek dünya tarihinde ilk örneğini oluşturmuştur. Daha sonraki süreçlerde ideolojilerin kurbanı olan düşünce, dünyadaki akımın ülkemizdeki yansımalarıyla farklı ideolojilerde farklı yorumlarla etkisini göstermektedir.