Eyüp Ersegün KAHRAMAN
İdea-logy (düşünce bilimi) kelimesi ilk defa antik Yunan’da kullanılmış, 18.yy ile birlikte 200 yılı aşkın bir süre boyunca modern dünyanın şekillenmesini sağlamıştır. Sanayi devrimine daha erken ulaştığı için önce Batı dünyasında başlasa da tüm dünyayı hızla etkilemiş, var olanı değiştirmişti.
İdeolojilere karşı ilk ciddi eleştiri Marx’tan gelmişti. Ona göre ideoloji burjuvanın insanlığı(proleteryayı) kandırdığı veya kendi dünyasını hakim kılmak için kullandığı bir hayal ürünüydü(!). Yaklaşım olarak doğru bir eleştiri ancak doğruluğu açısından yanlış. Doğruluğuna gelecek olursak her insan sahip olduğu ideoloji sebebiyle kendi dünyasını yaratmak ister, siyasi ideolojilerin en temel özelliği de budur kendi değer yargılarıyla, angajmanlarıyla daha güzel bir dünya kurmak. Siyasi ideoloji olarak görülmese de rönesansla beraber filizlenen Marx’ın fikirlerinin ortaya çıkmasını sağlayan 18. Yy daki ‘‘bilim’’ bilimin hakimiyeti de bir ideoloji örneğidir. Doğruluğu açısından yanlış dememin sebebiyse Marx’ın kurduğu bu tez bile aslında kendi hakim düşüncesinin bir ürünü ki bunu 100 sene sonra ‘‘Marxizim’’ ideolojisinde gördük.
20.yy ın sonuna doğru dünya milliyetçilik, sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık gibi klasik ideolojilerin cephesi haline gelmişti. Soğuk savaş rüzgârının esintisinin azalmasına yakın iki oluşum kendini gösterdi birisi ‘‘ideolojilerin sonu’’ diğeri de ‘‘tarihin sonu’’ teorisidir. Bu teorinin önde gelen isimleri Daniel Bell, Samuel Hantington, Francis Fukuyama gibi isimlerdir.
Dünya’da İdeolojisiz Çağ
İdeolojinin Sonu mu ?
Bu kavram ilk kez 1960lı yıllarda Daniel Bell tarafından ortaya konulmuştu. Bell’in yaklaşımına göre dünyada kapitalizmin de sosyalizmin de gücü azalmaya başlamış, refah sosyal demokrasi gibi kavramlar kültürel olarak yerleşmiş, ideolojilerin bir etkisi veya amacı artık kalmamıştı. Bu teori de aslında içinde ideolojileri barındırıyor, refah ve sosyal demokrasi kavramları aslında liberalizmin angajmanlarıydı, burada liberalizmin veya kapitalizmin sosyalizm üstüne kazandığı zaferi görüyoruz ki bu doğru özellikle SSCB’nin yıkımıyla beraber liberalizm dünyada hâkim ideoloji oldu. İdeolojilerin sonu gelir mi sorusu tartışılmaya devam etse de pek sonunun geleceğini düşünmüyorum çünkü ideolojiler insanın kendisini değerli yahut ‘‘bir şey’’ hissetmesini sağlar.
Bell’in düşüncesine daha farklı bir bakış olarak şöyle yaklaşabiliriz. Yukarda bahsettiğim klasik ideolojilerin hepsi makrodünya üzerine kurulmuş, hepsi devleti/ yönetimi ele geçirip kendi düşüncelerini hâkimleştirip homojeniteyle birlikte mutlak mutluluğu hedeflemekteydi. Postmodern dünyadaysa ortaya çıkan ideolojiler makro değil mikrodünyayı hedeflemiş, mevcut düzeni değiştirmek yerine düzene uymaya çalışan ‘‘kimlik’’ yaklaşımıdır veya Doç. Dr. Ayhan Kaya’nın yaklaşımıyla ‘‘id-ology’’nin yükselişi. Yani düşünce değil kimlik prensibine soyunmuştur. Buna örnek olarak son zamanlarda ortaya çıkan ekolojizm, çok kültürcülük veya LGBT gibi toplumda biraz dışarıda kalan insanların belirli bir kimlik çatısı altında birleşme prensibi.
Tarihin Sonu?
Fukuyama’nın ortaya attığı bu düşünce de Bell’in tezi ile hemen hemen benzer tarihlerdedir. Fukuyama’nın yaklaşımında mevcut tarihi iktisadi harpler belirlemekteydi veya soğuk savaşının varlığı. 90larda Sovyetler’in yıkımıyla birlikte harp ortadan kalkmış ve tarih liberalizmin hakimiyeti altında ilerleyecekti yani aktif bir tarih olmayacaktı. Bu düşünce ideolojinin sonu düşüncesi ile paraleldir çünkü tarih ideolojilerin ürünü olmuştu. Mesela ‘‘tarih’’ kavramını mevcut düşünce yazıyla başlatır ancak yazıdan önceki çağı ne yapacağız?
Klasik ideolojilerin çarpışma alanları olarak geçen 300 yılın ardından post modern düşünce ile yeni tarz düşünceler siyasi ideoloji olarak tam kabûl görmemiş olsa da kimi yerde ayak seslerini kimi yerde top seslerini duymaktan geri kalmıyoruz. 90larla birlikte ideolojilere yapılan kara politika ile birlikte yukarda belirttiğim düşüncelerin ardında acaba Liberalizmi ideolojiden ziyada kültürel düşünce olarak mı gösterme isteği var insanda merak uyandırıyor.
Türkiye’de İdeolojisiz Çağ
Dünya gibi ülkemizde uzunca bir süre ideolojilerden etkilenmişti. Özal dönemiyle birlikte kapitalizm transit geçer gibi sınırlarımızdan girmiş, birkaç yıl içinde tabu olan bütün düşünceler hakim düşünce olarak çıkmıştı.
Dünyadaki değişime batıdaki kadar hızla ayak uyduramadık veya doğu toplumu olmamızdan dolayı bizde bireysel ayrılıklar dikkat çekecek kadar fazla değildi bu da ‘‘aykırı’’ ‘‘kimlik’’ prensibinin bizde hızla yaygınlaşmasını engellemişti. Z kuşağı diye adlandırılan nesilse yaygınlaşan bu kimlik hareketlerinin ilk örneği olmuştu.
Birçoğunun apolitik olarak nitelendirdiği ilk nesil olan Z kuşağı aslında apolitik değil, kabul gören politik düşüncemiz mevcut siyasi partiler ile bir ideolojiyi entegre etmiş halde. İlk defa karşılaştığımız bu nesle ‘‘garip’’ olarak bakmamızın altında da onların ufkunun olmaması. X kuşağında da Y kuşağında da herhangi bir ideoloji kaynaklı bir ufka şahitlik ediyoruz aslında bu ufku Orhun kitabelerindeki ‘‘zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için yaratılmış.’’ veczinde de görüyoruz, zamanı yaşayamayan insanoğlu kendini bir şeye adayarak özgürlüğe kavuşmuştu ancak bu Z kuşağında yok, olmasını da beklemiyorum ama olması gerektiğini savunuyorum çünkü;
Postmodern düşünce insanların zihninde mutlak güzelliği ancak yaşadıkları alanın (mikrodünya) refahı ile paralellik kurmuştur, 2019-2020 eğitim öğretim döneminde üniversiteye başlayan gençlik bunun ilk somut örneğidir. Ama ülkemiz bir ulus devlettir, şuan ki mikro dünya yaklaşımı organik toplum yapısını bozacaktır.
Başka bir açıdan da ülke menfaatini de ortadan kaldıracaktır, nitekim son genel seçim öncesinde sosyal medyada dolaşan videoda 18 yaşındaki bir genç oy vereceğin ancak MHP ile HDP arasında kaldığını belirtmişti, dalga geçiyor gibi görünse de o gençte ‘‘idology’’ nin milliyetçilik kavramına kapılmasından dolayı kararsızlığı görüyoruz halbuki kimlik kavramı dışında HDP’nin terör örgütünün siyasi uzantısı olduğu tamamen göz ardı edilmiş.
Gelecek birkaç yıl içinde bu tip olayların hızla artacağını ön görülse de buna yönelik bir çalışma henüz yok halbuki; insanı diğer canlılardan ayıran şey aklı ve onunla birlikte olduğu ‘‘özne’’ kavramıdır. Tarih kavramından, dini otoriteye, rönesanstan klasik siyasi ideolojilere kadar tüm ideolojiler insana bir ufuk kazandırmış, insana daha iyiye ulaşmak için mevcudu değiştirme düşüncesi vererek bir özne olma yetisi kazandırmıştı. Klasik ideolojilerden çok id-olojilerin varlığındaysa ülkenin daha iyiye nasıl gideceğine karşı sorunlarla karşı karşıya kalırız. Etik, ahlâk, düşünce gibi temel kavramları hayatımıza tekrar entegre etmemiz, insanın elini taşın altına sokma cesareti ile özne olabilmesi insan kavramının anlamını yitirmemesi için elzemdir.
İdeolojilerle ilgili hazırladığım yazı dizisinde umarım az da olsa faydam olmuştur.
Eyüp Ersegün Kahraman