Bugün nerede durduğumuza bakarak, geçmişin ağırlığı altında ezilmemek, büzülmemek elde mi? Ağzımızdan, burnumuzdan giren her hava zerresi, rekor üstüne rekor kıran hatâlarımızdan hesap soruyor.
Avustralya’dan Kanada’ya, Yeni Zelânda’dan Karaibler’e ve daha düzinelerce ülkeye, bölgeye sinmiş İngiliz nüfûzu, el’ân iklîmimize uzanmışken; yakından uzağa târîhin hemen her çağında Türk’ü hacamat eden şişeyi, kupayı İngiliz eli tutmuşken, İngiliz Kraliçesi’ne tebaa şuûruyla pandomima yapan idrâksizliğe, hangi dâvâyı açsan farketmiyor.
16.asrın başında Kaanûnî Sultan Süleymân’ın Fransa Kralı Fransuva’ya gönderdiği mektupta kullanılan ifâde, üslûp, Türk rûhunu ne kadar okşuyor ve saâdete dâvet ediyorsa, şimdiki avuç oğuşturarak manzara seyreden aceze psikolojisi de o derece zillete düşürüyor.
Yavuz Sultan Selîm, haremde kullanmak üzere, değerli kumaştan güzel, süslü bir takke yaptırmış. Cihângîr Hâkân, bu nâdîde takkeyi giydikten sonra aynanın karşısına geçmiş, kendi kendine:
“Dünyâ’ya sığmayan baş, bir takkeye sığıyormuş…”
diye mırıldanmış.
Yavuz kâbındaki bir büyük hükümdârın, kelimelere de nasıl hükmettiğini, yukarıdaki fıkra pek mâhirâne anlatıyor. Sultan Selîm-i Evvel’in “baş” ı, niye Dünyâ’ya sığmaz da, küçücük takkeye sığar? Sorunun cevâbı, Yavuz Selim’in târîhî duruşunda ve ayna karşısındaki hâkânî kelime dizisinde saklıdır.
Madde ile mânânın, cisimle rûhun mukâyesesini bu kadar özlü yapabilen idrâk sâhibi, târîhe “Yavuz” nigâhı ile geçiyor. Onun, zihninde teşekkül ettirdiği ideâller, Dünyâ’yı dar gören büyüklük ve genişliktedir. Et, kemik ve saçtan meydâna gelen biyolojik kafası ise, maddenin uzanabileceği “takke”lik cesâmette, haddini bilmenin şuûru ile aynaya bakmaktadır.
Keşke her devlet adamı, bu ayna duruşunu hakkıyla başarabilse. Bu, aslında dört dörtlük bir test. Kimileri, başının takkeye de sığmadığı zehâbına kapılıyor ve işte o zaman, tehlike çanları çalmaya başlıyor.
Ziya Paşa merhûm:
“Âyinesi işdir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde.”
mısrâlarını boşuna kaleme almamış…