Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi olarak Oğuz Kağan Destanından Cengiz Han’a, Türklük düşüncesi dışında olarak da Napolyon’dan Adolf Hitler’e, Emevi-Abbasi ihtiraslarından Evangelist saplantılara dek Dünya Egemenliği hedefi hep var olmuştur. Çin de bugün itibarıyla aşırı özgüven nedeniyle Asya kıtasının bütününe tahakküm etme arzusunun işaretlerini vermektedir. Tabiatıyla her güç unsuru kendisindeki Dünya Egemenliği hedefine meşruiyet yükleyecek birtakım dayanaklar bulmakta, üretmekte ve ileri sürmektedir. George Orwell’ın 1984 adlı romanındaki kurguda gezegenimizin üç süper devletçe paylaşıldığını tekrar hatırlayalım. Okyanusya Devleti, Avrasya Devleti ve Doğu Asya devleti söz konusu kurgunun üç imparatorluğudur. Bu kurgu içerisinde başka devletlere ve devletçiklere yer yoktur. Orwell hiç kuşkusuz ki Okyanusya Devletini “Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri” üzerinden kurgulamıştır; Avrasya Devletini ona ilham edense Sovyet İmparatorluğudur; ve nihayet Doğu Asya Devletini ona düşündürten de Çin ülkesinin arazi büyüklüğü, kalabalık nüfusu ve belirgin iştahıdır. Biz Türkler nasıl ki Hunlardan Osmanlılara kendi cephemizden kendimizin lehine dünya hâkimiyeti ülkümüzü meşru ve gerekli görüyorsak, diğer güç odakları da kendilerindeki dünya egemenliği emellerini tanrısal bir buyruk telâkki etmektedirler. Sovyetler ve Çin örneklerine bakarak bu emellerin bazı durumlarda tanrısal telâkkiyle tam uyuşmadığını söylesek bile bu söylem yeterince inandırıcı olamayacaktır. Aslına bakılırsa herkesin (her güç odağının) tanrısı kendinedir çünkü Tek Tanrı’nın aynı anda birkaç güç unsuruna aynı görevi (dünya egemenliği görevini) vermiş olduğunu düşünemeyiz. Düşünemeyiz çünkü böyle bir şey Tanrı’nın “kutsal barış” yerine “kutsal kaos” istediği anlamına gelecektir.
1901-1908 yılları arasında ABD başkanlığını yürütmüş olan Theodore Roosevelt şunu açıkça söylüyor: “Dünyayı Amerikanlaştırmak hedefimizdir.” 1898’de ABD, Küba halkını İspanya Krallığının sömürgesi olmaktan kurtarmak gerekçesiyle Küba’yı işgal etmiştir. Amerikan yayılmacılığındaki mistik boyut “kaçınılmaz kader” doktrini olarak yorumlanıyor. “Bu emperyal maceralardaki Mesihçi söylem çılgınlık sınırındadır. Yeni Haçlılar için bu maceralar ilâhî iradenin gösterisi, Yaradan’ın niyetinin tecellisi, alınyazısının gerçekleştirilmesidir.”[1]Evangelist öğretiyi temel edinmişliği herkesçe bilinen ABD’nin dünya egemenliği tutkusunu dinsel dogmalara dayandırması olgusu diğer bütün güç unsurlarının da ortak olgusudur. Büyük hedeflere meşruiyet kazandırmanın tek yolu veya en kestirme yolu bu büyük hedefleri kutsal göklere bağlamaktır.
Roosevelt’in dünyayı Amerikanlaştırmak hedefini ille de Tek Dünya Devleti şeklinde anlamamız şart koşulmuyor. Nihai hedef her ne kadar Tek Dünya Devleti olsa bile “Dünyayı Amerikanlaştırmak” söylemini kültür ve iktisat boyutunda düşünmemiz de gerekmektedir. Yani kültürel ve iktisadi tahakküm yoluyla tek küresel otorite zaten kurulmuş olacaktır. Bu durumda ise siyasi boyutta tek iktidarın değil de “pek çok iktidarın varlığı” pek bir değer taşımayacaktır. Küresel kültürün ve küresel ekonominin muslukları kimin elindeyse küresel iktidar da onun inisiyatifinde demektir. Nitekim, “Her şeyin ötekiler gibi olma eğilimi, pazarı küresel bir topluluğa doğru itiyor. Bireylerin istekleri ve davranışları giderek her yerde aynı biçimde değişmeye başlıyor. Coca-Cola, mikroişlemci, jeanlar, filmler, pizzalar, güzellik ürünleri.. neden bahsedilirse bahsedilsin bu durum geçerli. CNN tipi pan-televizyonların küresel yayınları ademimerkeziyetçidir.”[2]
Bugünlerimizin kültürel ve iktisadi merkeziyetçilik vasfı taşıdığını bilmeyen ve görmeyen yok, bu bir sır değildir. Tutarsızlık ve dikkatsizlik davranışları kültürel merkeziyetçiliği besliyor. Umursamazlık ve yılgınlık davranışları ise ekonomik merkeziyetçiliği körüklüyor. Şöyle ki, İngilizce konuşmayan bir ülkenin milliyetçi kimliğine sahip vatandaşlarının çocuklarının tişörtlerinde İngilizce yazılar bulunabiliyor. Milliyetçi aileler diyelim ki büyük yaştaki çocuklarına söz geçirememektedirler, ne var ki giydiği şeyin ne olduğunu henüz idrak edemeyecek yaştaki küçük çocuklara da milliyetçi ebeveynler tuhaf bir duyarsızlıkla, kendi elleriyle İngilizce yazılı kıyafetler giydirebiliyorlar. Yine pek çok milliyetçi ve muhafazakâr esnaf şu veya bu nedenle kendi dükkânına Türkçe olmayan bir ticari unvan verebiliyor. Amerikan karşıtı ailelerin çocukları sokaklarda Holivut sineması karakterlerinin kostümleriyle gezinebiliyorlar. İşte bütün bu davranışlar hem kültürel hem iktisadi merkeziyetçiliği güçlendiriyor. ABD dayatmalarına yönelik bu ödünleri herkes, ABD karşıtları dâhil, bile isteye veriyorlar. Herhangi bir polis gücü ya da herhangi bir sivil güç yahut da herhangi bir yasadışı unsur ABD karşıtı bireylerin alnına silah dayamadığı halde o ABD karşıtı bireyler kendiliklerinden ödün veriyorlar. Bu şartlar altında kültürel ve iktisadi merkeziyetçiliğe direnmek ne mümkündür ne de arpa boyu yol kat etmektir.
“Yabancı şirketler konusundaki tutumlara bir göz atın. Olumlu bir etkisi var mı diye sorulduğunda, şaşırtıcı bir şekilde, Brezilya, Nijerya, Hindistan ve Bangladeş’te çok sayıda insan ‘evet’ demiş. Bu ülkeler Batılı çokuluslu şirketlere hep şüpheyle yaklaşmıştır. Buna rağmen, Hindistan’ın % 73’ü, Bangladeş’in % 75’i, Brezilya’nın % 70’i ve Nijerya’nın % 82’si şu anda bu şirketler hakkında olumlu görüşlere sahip.”[3]Tabii bu manzarada yoksulluğun ve çaresizliğin etkisi büyüktür. Bunu inkâr edemeyiz. Denize düşen yılana sarılır. Bununla birlikte, yoksul ülkelerin çaresiz halkları çokuluslu şirketlere muhtaç bulunsalar da, veyahut muhtaç bulundukları varsayılsa da (bu varsayım hakikat ya da yanılsama olsa da) kimi hususlarda zaruret yoktur. Örneğin, yeryüzündeki hiç kimse kendi çocuğuna İngilizce yazılı tişört giydirmek zorunda değildir. Yine örneğin, hiçbir Türk ailesi marketlerden markalı yoğurt veya sentetik ayran satın almaya mahkûm değildir, çünkü evlerimizde yoğurt mayalamamız ve ayran yapmamız çok kolaydır. Herkes kendi balkonunda sığır besleyemez veya herkes kendi evinde sucuk hazırlayamaz ama herkes kendi konutunda pekâlâ, ekrana bir Holivut filmi çıktığında televizyonun fişini zahmetsizce çekebilir. İşte bu bireysel ve ufak tefek tepkilerin toplamı çığ gibi büyüyecek olsa bir kitle eylemine dönüşerek küresel sistem aleyhinde büyük gürültülere yol açabilir. Şu halde, ortada bir tutsaklık durumu kol geziyorsa, bu tutsaklıkta gönüllülük payı da azımsanmayacak ölçüde mevcuttur.
Fareed Zakaria türünden yazarların kitaplarında insanlığın barış ve huzurunu tehdit eden muhtelif unsurları okurken “İslam tehdidi” maddesine muhakkak rastlıyoruz. Kimileri ise Müslümanlara daha şirin veya daha akılcı (ikna edici) görünmek kurnazlığıyla “İslam tehdidi” maddesi yerine “İslamî terör” ifadesini yeğliyor. Güya şu mesajı veriyorlar: “Müslümanlara düşmanlığımız yoktur, biz İslamî terör yoluyla Müslümanların karalanmasına karşıyız.” Bu kurnazlığın yanı sıra Francis Fukuyama türünden kurgucuların kitaplarında “Hıristiyanlık tehdidi” ibaresine nerdeyse hiç denk gelemiyoruz. Oysaki dünya barışını bozan en büyük saldırganlıkların başını Evangelist öğretinin çektiğini sağır sultan dahi işitmiş durumdadır. Türkiye’de yerli Sümerbank firmasının binalarına artık LcWaikiki firması konuşlanmıştır. Ve bu konuşlanmaya ne halk, ne devlet kurumları, ne de sivil toplum kuruluşları ciddi bir tepki vermiştir. Çin’in Uygur Türklerine yönelik zulmüne samimi tepki gösteren Türk vatandaşlarıysa çocukları için Çin malı olmayan oyuncak bulmakta zorlanmaktadırlar. Bu satırların yazarı olarak ben sosyal medyada “Çocuklarınıza Çin malı oyuncak almayınız” diye bir duyuru yaptığımda epeyce destek almıştım fakat bir vatandaşımız bana ‘azarlarcasına’ şöyle yorum yazmıştı: “Çin mallarını ötelersek Türk yan sanayisi çöker.” Söz konusu yorumun ‘azarlama’ sözcüklerini buraya yazmıyorum. Bu azarlayıcı yorumdan çıkan sonuç ortadadır: “Çin tahakkümüne boyun eğmek zorundayız!”
Toplumların tutsaklığı herhalde böyle bir şey olsa gerek. Direniş imkânsızdır yargısı zaten pes etmektir.
Metin Savaş
[1]Armand Mattelart, Gezegensel Ütopya Tarihi, sayfa 231-232, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2005
[2]Armand Mattelart, sayfa 382
[3]Fareed Zakaria, Post Amerikan Dünya, sayfa 70, Kırmızı Yayınları, İstanbul 2013