Sait BAŞER
Düşünce üzerine konuşmak, insan üzerine konuşmakla müsâvî çapta bir probleme dalmak demek. Çünkü insana dair hangi bahse el atsanız, en azından tasvirî yönü itibariyle bir düşünce perspektifine ilişkilenirsiniz.
Düşünce üzerine düşünmek zor ve engin bir konu.
Düşünce konusunu, alakalı başlıklar bütünüyle el altında tutulmaya çalışılarak işlemeye kalkışmak, devâsâ bir mesâî ve ciltler dolusu kelam gerektirir. Bir makale çerçevesinde tutmaya çalışacağımız bu yazıda meseleyi mümkün olduğu kadar dar bir ölçekte ele alacağız.
Düşüncenin nesnel bir varlık olmadığı muhakkak. Nesnel olmamakla beraber bir gerçeklik, bir kudret, bir yaratma potansiyeli taşıdığı da kesin!..
Düşünmenin cereyan edebilmesi her şeyden evvel düşünen bir özneyi gerektirir. Bu insandır. İnsanın yaşama macerasında edindiği fizîkî ve kültürel tecrübe, bunların üzerine oturan, bunlarla var olabilen anlama yeteneği, düşünmenin temel elemanları. ‘Anlama’, esas itibariyle bir yaratma eylemi, ‘anlam’ın özne bağlamında ‘tekrar yaratılması’ demek. Biz “Toplumsal Aklı Anlamak” adlı çalışmamızda, anlama-anlam ilişkilerini hayli etraflı işlemiştik. Özne, anlama esnasında adına anlam dediğimiz bir takım soyut zihnî varlıklar inşâ etmektedir. Özellikle kendi üzerine düşünme eylemi esnasında, eğer insan ‘ezberlediklerini tekrar etmeyi, anlama ve düşünme zannetmek’ten kurtulmuş ise, her düşünce faaliyetinde yeni bir kimlik ve âlem tasavvuruna doğru hamle yapmaktadır. Elbette ki âlemi yeniden kuruyor değildir. Ama kendini yeniden kurduğu şüphesizdir. Veya şöyle de söyleyebiliriz; o düşünen insan şahsî, toplumsal ve insanlık birikimlerini çeşitli büyüklüklerdeki çerçevelere bağlı olarak tekrar tekrar öznelleştirmektedir. Tekrar tekrar öznelleştirmektedir, diyoruz çünkü varlık demek, hareket ve değişme demektir. Düşünce, hareketin içinde bir başka hareketle onu tasvir ve anlamlandırma çabasıysa, her adımı, öznenin kendini yeniden tanımlamasını ve konuşlandırmasını gerektirir. Dolayısıyla hayat bir varlık platformunda cereyan ettiğinden, varlıktaki kozmik hareket paralelinde, düşüncenin de süreklilik taşıması, yaşaması hassas dengelere bağlı olan insan için, hayat dengesini muhafaza etmenin temel şartıdır.
İnsan her zaman kendi üzerine hayâtî önemde bir fikir cehdi ile düşünmez. Esasen bütün düşünceler son tahlilde bu noktaya indirgenebilirler. Ama artık bu faaliyet rutin bir karakter kazanarak oluşturulmuş genel dengeye küçük akortlar yapma niteliğine dönüşebilir. Zaman zaman genel muhasebe ihtiyaçları gözardı edilmemek kaydıyla. Ama öyle veya böyle düşünmenin karakterinde, özneden âleme, âlemden de özneye bakma ihtiyacı ya da zorunluluğu süreklilik taşımaktadır. Çünkü düşünme, tek taraflı yani sırf varlığa veya sırf özneye dönük olamaz. Zaten ‘homojen ortamda düşünmek’ mümkün değildir. Düşünmenin temel elemanı “fark” kavramıdır. Farklar olmalı ki, kıyas imkanı doğsun ve yargı dediğimiz, âleme insânî katkı doğabilsin.
Sözü fazla uzatmadan bu “insânî katkı” dediğimiz hükmî (Bilgisel) yapıların, adına medeniyet dediğimiz büyük sistemin temel girdisi olduğunu tespit edelim.
İnsanın düşünebilmesini düşünmek apayrı bir dünya. Türkçe’deki “düşünmek” fiili bu bakımdan ilginç. Türkçe’deki “düşmek” fiilinden “n” ekiyle dönüşlü yapılarak faile(özneye) çevrilen bir hareketin adı bu kelime. İnsanın kendi kendine düşmesi demek. Kendi içine düşmesi. Yargıyı da kendi içinden çıkarması. Yargı soyut bir değer. Varlıkta tekabül ettiği bir nesne yok. Ancak yargılar çeşitli kombinezonlarla tekrar insan eliyle somutlaştırılmaktadır. Yani düşünmekle insan, maddeyi gönlünde yarattığı bir izdüşümle manalaştırırken, yargı dediği bu manayı da tekrar madde âlemine ekleme imkanını bulmaktadır. Eskilerin “tenzih ve teşbihi birarada mütalaa etmek gerek” dedikleri yaklaşım, aslında sistemli bir şekilde düşünme işleminde zımnen bulunmaktadır. Bu, hayâtiyettir.
Düşünmek aynı zamanda varlıktaki hareketi izlemek niteliği de taşır. Dolayısıyla modern anlayışın yarattığı objektiflik ilkesinden kaynaklanan duygusallığı aşma tavsiyesinden bakıldığında, insanı kozmik hikmetin daimâ gerisinde bırakma riski de taşır. Bu risk mesela bize, varlığımızı tehdit eden bir çevre felâketi olarak geri döner. Dolayısıyla düşüncenin objektiflik yerine, insânî yekpârelik bağlamına oturtulması daha isabetli görünüyor.
Çünkü insânî eylemin temel motoru hissediştir. Canlılık hissetmektir. Duyu ve duygularımız olmadan farkediş ve insânî tecrübeye ulaşma şansımız yoktur. Hareketi ve varlığı bunlarla algılamaktayız. Dolayısıyla subjektiviteye yönelik aşağılayıcı tavır, insâniyeti hiç anlamamak, yahut fark etmek istemeyiş veyahut hikmeti örtme çabasından kaynaklanıyor. Belki aranması gereken duygusal olgunluk olmalıydı. Çünkü insan yekpâre bir varlıktır.
Dolayısıyla düşünceyi, duygusal niteliği kadar, duygusal mahiyetini de mutlaka göz önünde tutarak mütalaa etmeli. Sözün başına gönderme yaparak demeliyiz ki, “düşünmek kendini inşâ etme cesâretidir” cümlesindeki düşünmek fiili ne kadar değerli ise, cesâret kelimesiyle ifâdesini bulan güven duygusu da aynı öneme sahiptir.
Konuyu somut kültürel ve siyâsî zemine çekerek Türkiye örneği üzerinde incelersek, karşımıza maalesef çok önemli olumsuzluklar çıkıyor.
Yukarıda fazlaca açılıp ipin ucunu kaçırma korkusuyla, düşüncenin inanç sistemleriyle karşılıklı ilişkisini konu edinmedik. İnanç sistemlerini düşüncenin tarihî seyrinden müstakil hale getiremeyeceğimiz gibi düşüncenin de inançların hazırladığı genel dünya görüşünden beslendiğini söylemeliyiz. İnancın anlama boyutu da sosyo-kültürel ve tarihî birikim zemininde rasyonaliteye dayalı olarak teşekkül etmektedir. Dolayısıyla Hanefî-Mâturîdî-Yesevî sacayağına oturan klâsik Türk İslâmî yaklaşımı, Arap anlamasındaki sosyo-kültürel tabanın İslâmiyet zannedilmesinden kaynaklanan bir tökezlemeye maruz kalmakla, anlama yeteneğinde büyük bir kayba uğradı. Düşüncenin yerini “hikmetinden sual olunmayan bir ibadet hayatı” aldı. Anlama, özne dolayısıyla toplumun kendi tecrübesi, dili ve kültürü bağlamında şekillendiğinden, Türklüğün toplumsal hafızası önemli ölçüde askıya alınmış oldu. Gazzâli’nin fomüle ettiği “kocakarı imanı” yüceltildi. Her ne bahasına olursa olsun “ulu’l-emre itaat” merkezî otoriteyi tahkim ederken,anlamanın alternatifsiz bireyselliği işlevsiz hale getirildi. Merkezî otorite güçlendirilirken, anlayan ve üreten insanlar değil, itaat eden topluluk makbul hale geldi: İstenen mûtî teb’a idi ve halkın adı “agniyâ-i şâkirîn ve fukarâ-yı sâbirîn” (şükreden zenginler ve sabreden fakirler) oldu.
Sonuç, her türlü yenilik “gavur icadı”, düşünen yerli vatandaşlar ise “Con Ahmet” idiler. İslâm öncesi Türk dini olan Töre’den beri , varlığın birliği ekseni üzerine oturan Türk inanç modelinde, madde-mana ilişkilerini sorgulamak cesâret gerektirmiyordu. Çünkü o anlayış içerisinde tefekkür sınırsız bir imkan araştırmasıydı. Bütün ilimler mukaddesti. Fârâbî, İbn-i Sînâ, Birûnî, Sadrettin Konevî, Akşemseddin, Merkez Efendi, Niyâzi-i Mısrî gibi bu anlayışa bağlı düşünür ve mutasavvıfların ne kadar yaratıcı fikrî hamleler gerçekleştirdikleri açıktır. Ne yazık ki, itikadî anlamda Arap Eş’arîliğine ilaveten tasavvuf hayatımıza giren Hint Nakşîliği birbirlerinin mütemmim cüz’ü gibi bütünleştiler. Bu bütünleşme yukarıda değindiğimiz din= ibadet ve taat anlayışını besledi. Doğrusu merkeziyetçi devlet telakkisi içindeki Osmanlı yönetimi bu dönüşümü memnuniyetle bile karşılamış sayılabilir.
Düşüncenin yerini, taklidî bir dinî ritüel sistemi alınca, anlama ve düşüncenin güncel ve kozmik yapıdaki harekete paralel yürüme şartı işlemedi, işletilemedi.
Aynı hataya Cumhuriyet de düştü. Doğru bir tarih okuması yapamamanın sıkıntısıyla, tarih, özellikle islâmî geçmiş bütünüyle atlanarak, toplumu selâmete ulaştırma adına bu defa Batı’nın XX. yüzyıl başındaki paradigması olan pozitivizm bağlamında bir Batı tecrübesine angajman söz konusu oldu. Yani düşünce ve anlamanın Tanpınar’ın tabiriyle “başkalarının tecrübesi” üzerinden gerçekleşemeyeceğini Cumhuriyet de göremedi. Üstelik Cumhuriyet kendisine temel aldığı ideolojik kurguyu sarsabileceği endişesiyle, ayrım yapmadan, kendi köküne balta sallarcasına, düşünceyi harekete geçirebilecek kurum, sistem, mektep ve kavramları yasakladı, yer altına itti. Artık düşünmek isteyen gayr-ı meşrû alana girmiş demekti.
Sonuç: Türkiye korku Cumhuriyeti oldu.
Sonucun sonucu: Asırların yarattığı bir korku toplumudur. Korku refleksleri halkı kendi meselelerinin çözümünü, ancak yönetim nezdinde meşru otoritelerden beklemek zorunda bırakmıştır. Meşruiyet, resmî ideolojinin teveccüh ettiği fikir mihraplarıdır. Kıble ise artık Batı’ya dönüktür.
Ama efendim, Türkiye’de felsefeciler var! Bu kadar üniversite, bu kadar felsefecimiz ne oluyor? denilebilir.
Ne yazık ki yok hükmündedirler. Yapılan iş, felsefe adına bir tür skolastik Batıcılık dogmatizmi namına ortaya konan nakilcilik sefaletidir. Kendi üzerine düşünme cesareti, islâmcı dogmatiklerde nasıl mumla aranacak haldeyse, aynı seviyede ve buna paralel bir mesâiyi bunlarda da görebilirsiniz. Başkalarının kendileri üzerine düşünmesini nakletmek bir mektep faaliyeti olabilir. Ama meslek, bizatihi kendi üzerine düşünebilme cesâretidir. Üstad Yahya Kemal’in tabiriyle “mektepten memlekete dönmek” gerektir.