Edebiyatımızın Besmelesi

Türk dilinin ifâde gücünün târihin her döneminde zengin bir muhtevaya sahip olduğu malumdur. Üstelik bu güç, târih içerisinde gerek göçlerle oluşan kültürel kaynaşmalar, gerekse dinî ve siyâsal değişimler neticesinde de zenginliğini arttırarak sürdürmüştür. Fakat bu gücü yazıya dökmekte hayli gecikmiş bir medeniyete sahip olduğumuz da kabul edilen bir gerçektir. Türkler, “Birincil Sözlü Kültür Ortamı” denilen sözlü edebiyat geleneğini konar-göçer bir yaşam tarzına sahip olduklarından hayli geliştirmişken, “İkincil Sözlü Kültür Ortamı”nın bir parçası olan yazılı edebiyat geleneğinde ise diğer medeniyetlere oranla çok hantal kalmışlardır. Nitekim Arap, Fars, Çin, Yunan-Latin medeniyetleri, yazılı ürünlerini Türklerden daha erken dönemlerde vermişler ve kendi ‘yazı-edebiyat kültürlerini’ oluşturmuşlardır.

Örneğin Araplar henüz M.S. III-IV. Yüzyıllarda, yedi büyük şairlerinin şiirlerini Kâbe’de, panayırlarda ve pazar meydanlarında halka sunarak ‘Muallakat-ı Seb’a’ geleneğini oluşturmuşlardır. Henüz III-IV. Yüzyıllarda bu tür bir geleneği oluşturmalarından yola çıkarak, yazı-edebiyat kültürlerinin de bundan birkaç yüzyıl önce kurulduğunu anlayabiliriz. Bundan başka Çinliler milât öncesinden gelen yazılı yıllıklarıyla, Farslar Behrâm Gûr gibi öncü şairleriyle, Yunan-Latin uygarlığı ise ünlü destancı Homeros’tan başlayarak tarih, komedya, tragedya, politika alanındaki eserleriyle bugün hâlâ tedâvülde olan yazılı eserler bırakmışlardır. Bir kıyas ile örnekleyecek olursak Araplar VI.-VII.yüzyılda  dil ve gramer çalışmaları için Basra Okulu, Kûfe Okulu gibi kendi ilim adamlarının toplandığı kurumlar oluşturmuşken Türkler ise ‘gramer’ sayılabilecek ilk eserlerini henüz XI.yüzyılda Kaşgarlı Mahmud’un müellifliği ile oluşturabilmişlerdir. Türklerin bilinen ilk yazılı metinleri, Çin yıllıklarında bulunan Çin harfleri ile yazılmış Hunca bir beyittir. Beyitte “Süka talıkan / Bokukgı tutan” yazmaktadır ki, bir kam/falcı kehâneti olan bu beyitin tam olarak ne mânaya geldiği hakkında bugün bile muhtelif görüşler vardır. Türklerin yazılı kültür alanında geç kalmaları, başta da değindiğimiz gibi konar-göçer bir yaşam tarzına sahip olmalarından ötürü olabilir. Yahut dolaylı veya dolaysız pek çok sebep bulunabilir. Biz bütün bunları bir kenara bırakarak, Türk edebiyatının adetâ ‘besmelesi’ sayılan iki şaheserin edebî, bedî ve millî-sosyal vasıflarına kısaca değineceğiz.

Bunlardan birincisi, Türk edebiyatının ilk ve en görkemli şaheseri sayılan Orhun Yazıtları’dır. Yazıtlar, üslup ve hitap itibariyle yalın, keskin, anlaşılır bir havaya sahiptir. Bilge Kağan, Köl Tigin yazıtında millet olmasını istediği milletine seslenmektedir. Bu seslenişte kâh anaç bir şefkat kâh atavârî bir ikaz ve kızgınlık vardır. Köl Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarından pasajlarla örnekler sunmadan önce Muharrem Ergin’in yazıtlar hakkındaki şu tanımına bakmakta fayda vardır:

“Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası (…) Türk gururunun ilâhî yüksekliği. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği. Türk içtimaî hayatının ulvî tablosu. Türk edebiyatının ilk şaheseri. Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri. Hükümdarâne eda ve ihtişamlı hitap tarzı. Yalın ve keskin üslûbun şaşırtıcı numunesi. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser (…)Türk dilinin mübarek kaynağı. Türk yazı dilinin ilk, fakat harikulade işlek örneği (…) Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser. İnsanlık aleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları. Dünyanın bu gün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikazı vs.”

Yazıtlardaki üslup şaşırtıcı ve etkileyicidir. Köl Tigin yazıtında Bilge Kağan’ın, milletinin anlayacağı dil ve üslup ile konuşarak onlara nasıl hitap edeceğini bildiği anlaşılmaktadır. Bu, bir nevi Türk müşterek üslûbunun bir göstergesidir. Örneğin Köl Tigin Yazıtının güney yüzünün 6. Satırında “Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin!” diyerek milletini atavârî bir ikazla uyardıktan sonra , devamında milletini nasıl zengin ve müreffeh kıldığını anlatıp 10.satırda “Yoksa bu sözümde yalan var mı?” diyerek milletinden tasdik istemiş ve onlarla bir hesaplaşmaya oturmuştur. Yazıtlarda ayrıca edebiyat ilminde ‘Sehl-i mümtenî’ denilen “az lafla çok şey anlatma” unsuruna da rastlanır. Bunlardan birincisi Köl Tigin Yazıtı’nın kuzey yüzünün 4.satırında geçen “Dokuz Oğuz milleti kendi milletim idi. Gök ile yer karıştığından bize düşman oldu” ifâdesidir. Burada “Gök” olarak tercüme edilen kelime, yazıtlarda “Tengri” olarak geçmektedir.  Demek ki Bilge Kağan “Gök” diyerek Gök-Tanrı’yı ifâde etmektedir. Kendi milletinden olan Dokuz Oğuzlar’ın isyanına hayıflanan Bilge Kağan, “Gök ile yer karıştığından” ifâdesi ile de sehl-i mümtenî ile Gök-Tanrı’nın buyruğuna karşı gelmeyi işaret etmektedir. Sehl-i mümtenî açısından bir diğer çarpıcı örnek ise, “balbal dikmek/balbal yapmak” ifadesidir. Bilindiği üzere eski Türklerde ölen kişinin kurganının (mezarının) başına, yaşamında öldürdüğü düşman sayısı kadar balbal denilen küçük heykelcikler dikilirdi. Bilge Kağan Yazıtının güney yüzünün 7.satırında “Kahraman erini öldürüp onu balbal kıldım” ve aynı yüzün 9.satırında “Büyük oğlum hastalanıp ölünce Ku’yu, generalini balbal dikiverdim” ifâdeleri kullanılmaktadır. Burada “balbal dikmek” ifâdesi “öldürmek” yerine kullanılmıştır. Bir örnekle açıklayacak olursak “Onu öldürdüm” yerine “Onu balbalım yaptım” tarzında yüksek değere sahip bir edebî üslûp kullanılmıştır. Bu, Türk üslûbunun bedîliği ve kuvvetinin bariz bir örneğidir. Her nasıl ki somut olanın tasvirinin kapalı yahut soyut ifadelerle yapılması yüksek bir edebî ifâde olarak sayılıyorsa, kadim yazıtlarımızda bulunan bu örnekler de Türk üslûbunun süslediği yüksek edebî ifâdelerdir. Bu örneklerin dışında, bu kadim yazıtlarda “gören gözüm görmezcesine, bilen aklım bilmezcesine” gibi, “kızıl kanımı tüketip, kara terimi akıtıp” gibi şiirsel ifâdelere de sıkça rastlanır. Buna benzer şekilde “açlık tokluk, ak kara, mal mülk, ev bark” gibi eş ya da karşıt anlamlı aliterasyonlar da yazıtların üslup gücünü sağlamlaştıran diğer unsurlardır. Bu ve bunun gibi örnekler çoğaltılarak daha teferruatlı anlatılabilir. Lâkin verdiğimiz kısa örnekler dahi Türk dilinin ifâde gücünün ne kadar sağlam olduğu hakkında yeterli bilgiyi vermeye haizdir. Bu üslup gücü ve bedî sanatı öyle güçlüdür ki;  betimlemelerin çoğunda betimleme edatları (gibi, sanki vb.) dahi kullanılmamıştır. Bize kadim Türk dilinin o şiirsel ve mükemmel havasını bozkır rüzgârlarıyla veren Türk edebiyatının ilk yazılı eseri olan bu âbideleri, edebiyatımızın bir nevi ‘besmelesi’ saymakta hiçbir mahzur yoktur.

Bahse değer olan ikinci eser ise, dünyaca ünlü destânımız Dede Korkut Hikâyeleri’dir. Dede Korkut Hikâyeleri’nin dili –İslâm dairesine girmenin de etkisiyle- Orhun Yazıtları’ndan biraz farklıdır. Fakat Türk üslûbunun ve ifâde şeklinin kendine has tarzı, burada da Orhun Yazıtları ile neredeyse paraleldir. Orhun Yazıtları’na ‘ilâhî’ bir değer biçen Muharrem Ergin, Dede Korkut’un üslûbunu da “mukaddes kitapların diline” benzetmektedir. Eser, ilmî noktada da önemli bir değere sahiptir. Meselâ başta Bamsı Beyrek ve Boğaç Han hikâyeleri; J.Krohn, K.Krohn, L.Raglan gibi edebiyat araştırmacılarının dünyaca kabul gören ‘bir halk hikâyesini oluşturan epizotlar’ının neredeyse tamamını içerirler. Hikâyeler bu yönleriyle “Değiştirilmesi ve tahrif edilmesi zor” bir kimliğe sahiptir. Biz burada dil ve üslûbun teknik ve ilmî değerinden çok, Dede Korkut Hikâyelerinin bize aksettirdiği millî hayatın güçlü ve berrak tasvirinden kısaca bahsedeceğiz.

Dede Korkut Hikâyeleri, kadim millî hayatımızdan ve kültürümüzden bu derece coşkun ve etkileyici söz eden belki de ilk ve en güçlü eserdir. Meselâ hikâyelerde aile olgusu çok güçlüdür. Bamsı Beyrek dışında bütün Oğuzlar tek eşe sahiptir. Bamsı Beyrek de Bayburt Hisarı’ndan kurtulması sırasında kendisine yardım eden kıza söz verdiği için onunla evlenmiştir. Bunu, hikâyenin bir diğer ahlâkî unsuru olan ‘yalan söylememek’ ile birleştirdiğimiz zaman; destânın milli hayatımızın bütün unsurlarını potalayan bir mütemmim cüz olduğunu görebiliriz. Hikâyelerde tabiatın çok canlı tasvir edilmesi, su ile konuşulması gibi unsurlar da tabiat ile direkt temas halinde olan konar-göçer Türklerin yaşam tarzları ve muhayyel zevkleri hakkında bize renkli sahneler sunmaktadır. Anaya, ataya, yiğitliğe, alpliğe verilen önem ve bunların ifâde edilmesi bakımından da eşsiz bir eser olan Dede Korkut için en güzel ifâdeyi şüphesiz Fuad Köprülü şu sözlerle belirtmiştir; “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysan gene Dede Korkut ağır basar.”

Dede Korkut Hikâyeleri, içerdiği bu vasıflar bakımından milli bir destandır. Muharrem Ergin’in ifadesi ile “müellifi millettir.” Yine Ergin bu eser için “Türk milletinin müşterek dehasının ve zevkinin eseridir” der. Zirâ hikâyelerdeki dilin türü, yukarıda bahsettiğimiz Orhun Yazıtlarının türü ile aynıdır; milletin öz ve müşterek dili. Orhan Şaik Gökyay da hikâyelerde kullanılan üslûbu “tertemiz, yapmacıksız, kösteklemeden yürüyüp giden, Türk milletinin öz malı olan” bir üslup olarak tanımlar. Bir başka Dede Korkut derlemecilerinden Göktürk Ömer Çakır ise, “Oğuz Tâifesinin Lisânı ile Dede Korkud’un Kitabı” adlı çalışmasının önsözünde Dede Korkut Hikâyeleri için “milli seciye manzumesi” ifâdesini kullanır. Çakır’ın ifadeleri ile Ergin’in ve Gökyay’ın ifâdeleri yan yana koyulduğunda  birbirleriyle mütemmim cüz halinde örtüştükleri görülür. Dede Korkut Hikâyeleri içeriği ve havasıyla, derleyicilerini ve hakkında fikir sahibi olanları sanki hemfikir olmaya mecbur kılmış gibidir. Onu algılarından süzerek okuyanların, bu büyük ‘milli seciye manzûmesi’ karşısında başka bir tanım yapmaları mümkün değildir.

İşte bu iki ölümsüz şaheser; Orhun Yazıtları ve Dede Korkut hikâyeleri, içerdikleri arı duru Türk üslûbu, Türk bedî güzelliği ve Türk milli-sosyal yaşantısının coşkun tasvirleri ve akislerinden ötürü Türk edebiyatının adeta basamak taşlarıdır. Bu eserlerde Türk dilinin yazılı ifâde gücünün ilk ve en keskin, en belirgin numuneleri görülür. Hitâbıyla, anlatımıyla, yoğunluğuyla, coşkunluğuyla, motifleriyle, sahneleriyle kısacası bir bütün halinde cümle muhteviyatıyla Türk duyuşuna dokunan, Türk algısına lezzetle işleyen en ihtişamlı eserlerdir. Asırlarca yazıya dökülmeyi bekleyen Türk edebiyatı, belki ilerleyen yüzyıllarda Karahanlı-Selçuklu-Osmanlı coğrafyaları sathında yetişen ediplerin ve şairlerin Türk edebiyatına kattıkları eserlerle diğer medeniyetleri bu konuda yakalamış ve hatta geçmiş olabilir. Fakat Orhun Yazıtı ve Dede Korkut Hikâyeleri, bayraklarını görkemli Türk dilinin en yüksek burcunda bütün eserlerden daha kuvvetli biçimde dalgalandırmaktadır. Türk’e edebiyat yapan/yapmak isteyen her kim olursa olsun, hangi tarzda yazarsa yazsın Orhun Yazıtları ve Dede Korkut Hikâyelerine mutlaka temas etmelidir. Zirâ Türk edebî dimağına hitap etmenin yolu, onun duyuşunu kavramaktan geçer. Ve de bilinmelidir ki; Türk’e edebiyat yapmak isteyen her kim olursa olsun, tıpkı onun sofrasında oturuyormuş gibi edebiyatının da bu ‘besmelesini’ çekmelidir.

KAYNAKLAR

Mustafa AYDIN – “Müveşşah”, TDVİA, 2006.

Nihat M.ÇETİN – “Arap (Edebiyat)”, TDVİA, 1991.

Nihat M.ÇETİN – “Eski Arap Şiiri”, 1973.

Ahmet KARTAL – Şiraz’dan İstanbul’a Türk-Fars Kültür Coğrafyası Üzerine Araştırmalar, Kurtuba,2010.

Sencer DİVİTÇİOĞLU – Orta Asya Türk Tarihi Üzerine Altı Çalışma/Hunca Beyit ve Ötesi, Alfa Yay., 2015.

Talat TEKİN – Orhon Yazıtları, TDK Yay., 2008.

Muharrem ERGİN – Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay., 2012.

Muharrem ERGİN – Dede Korkut Kitabı, Boğaziçi Yay., 2014.

Göktürk Ömer ÇAKIR – Oğuz Tâifesinin Lisânıyla Dede Korkud’un Kitabı, Cedit Neşriyat, 2015.

Orhan Şaik GÖKYAY – “Dede Korkut”, TDVİA, 1994.

*Bu yazı Kısık Sesler Dergisi’nde yayınlanmış olup, yazarın izin dahilinde sitemizde de yayınlanmaktadır.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen