MÜTÂREKE GÜNLERİ
Dayler Dayler Vîrân Dayler
Yüzüm Güler Kalbim Ağlar
Yüreğimden Kanlar Damlar
Edirne Köprüsü Taştan
Sen Çıkardın Beni Baştan
Bir Olaydı Bir Olaydı
Ne Olur Benim Olaydı
Yaşadığımız bu kara günlerin acılarını imbikten geçirircesine insan yüreğine akıtan bu türküyü mırıldandığım sırada bahçe kapısı açıldı. Mütâreke îlânının birliklere resmen teblîğ edildiği haberiyle Mazhar Bey karşımda duruyordu.
“Kalk azîzim, bugün öğleden sonra Doğu Cephesi’ne gidiyoruz.”
“Mazhar Bey’im, hoş geldiniz. Derhâl hazırlanayım, çıkalım. Şehri nerelerden bombardıman ettiklerini görmek istiyorum.”
“Bugün hava yağmurlu, bir bakalım, ne kadar görebileceğiz?”
Derhâl hazırlanıp çıktık. Evvelâ Topçu Kışlası’na gittik, oradan da Doğu Cephesi’ne geçtik. Subay arkadaşlarımız bize sehpalı gözetleme dürbünlerini kurdular. Yağmurlu havaya rağmen her şeyi net görüyorduk:
“Şu ufukta gördükleriniz düşman avcı siperleridir.”
“Bulgar askerleri silâhsız olarak siperlerin önünde dolaşıyorlar.”
“Düşman askerlerini kendi mevzîleri önünde ilk defâ görüyorum Mazhar Bey.”
Sonra bir subay;
“Efendim, dürbünü şu tarafa çevirelim, oraya da bakın. Şu gördüğünüz ağaçlık Köşen Çiftliği’nin korusudur. Korunun sol tarafını tepeler tâkip ediyor, görüyor musunuz? İşte şehri bombardıman eden toplar bu sırtların arkasındalar.”
“Demek gece gündüz bizi döven toplar şimdi karşımızdalar, neredeyse burnumuzun dibindeler. Ama şimdi mütâreke zamânı…”
Mazhar Bey ile düşman siperlerini, hatlarını ve dahî askerlerini de uzaktan dürbünle görüp ziyâretimizi tamamladık, bilâhare şehre döndük. Yolda Mazhar Bey, bana evvelden kırılmış olan kolunu göstererek;
“Yakında topçu subayı olarak ben de vazîfeme geri dönebileceğim azîz dostum. Eli kulağında, vazîfe yerimi tâyin edecekler. Hak nasîb etsin, azîz Edirne’mizi lâyıkıyle savunup düşmanları bertarâf edelim inşâallâh. Bu mütârekenin ne kadar süreceği belli olmaz. Halk şimdi bayram sevinci yaşıyor ama, hâlen harp hâlindeyiz. Bu sevinç pek kısa olabilir. Bakalım günler neler getirecek, hep berâber göreceğiz.”
“Hayırlısı olsun, Edirnemiz daha fazla kayıp vermeden bu kuşatmadan bir ân evvel âzâd olsun inşâallâh. Bakınız, yollarda insanlar sevinç içinde. İnsan rûhû nasıl kaldırabilir bunca gürültüyü? Tam da zamanında geldi bu mütâreke. Biraz sükûn, biraz sessizlik, hepimize ilâç gibi gelecek. Mazhar Bey’im, bugün anladım ki, bu topçu subaylığı gâyet meşakkatli bir iştir. Yaradan yardımcınız olsun her birinizin.”
Muhârip saatlerden sükût saatlerine geçtiğimiz Aralık Ayı’nın ilk haftası her tarafı bir sessizlik kapladı. Tarafsız bölgeye cephelerden hey’etler geldi ve beyaz bayraklar dikildi. İstanbul Hükûmeti Kale’ye bildirmiş ki, bu mütârekeden Kale faydalanacak. Şimdi yol verin raylar, katarlarımız İstanbul’dan gelsin de bizlere tuz, un, şeker, gazyağı getirsin. Yoksa geceleri sokaklarda yanan bir gaz yok, zifirî karanlık bitsin artık. Kezâ fakir halk da öyle, gece olunca evlerde karanlıkta oturuyorlar. Ancak parası olan mum yakabiliyor. Hoş, tükenmişliğin son kertesi derler ya, parası olan da zar zor buluyor, çoğu kere bulamıyor artık bunları.
Bu zorunlu ihtiyaçlar listesine bir de sigarayı eklesek yanlış olmayacak. Reji İdâresi’nde paket tütün ve sigara kalmadı. Birkaç gün tütün yaprağı sattılar. Halk bunları alıp bıçakla kıyarak içti. Ardından Reji İdâresi, tütün kıyıcıları verdi de, tiryâkîler rahat etti. Oh, ne âlâ, bir senelik sigaramız mevcut şimdi.
Tuz almak için Düyûn-ı Umâmiye önünde binlerce insan toplanıyor, bu biçârelere ellişer gram tuz dağıtılırken ecnebi fotoğrafçılar da bunların fotoğraflarını çekiyor. Her işte olduğu gibi, yine bu işte de geç hareket ettiler, iş işten geçtikten sonra Kale dâhilinde resim çekilmesi yasaklandı. Perîşânlığımız yetmiyormuş gibi bunların vesîkalanması da gerçekleşmiş oldu ne yazık ki.
Ekmek mi azîzim? Fakat, ekmek ne olacak? Her on beş günde bir, askerin ekmeği küçülüyor. Fırınların önünde biriken halk gün geçtikçe artıyor. Fırından ekmek almak işi, kale fethetmekten de zor şimdi. Fırından 80 kadar ekmek çıkıyor, fırının önünde beş yüz kişi ekmek diye ağlıyor, heyhât! Ekmekler, bu günlerde sırf arpa olup arpa kılçıkları ekmeklerin üzerindedir. Bunlara ekmek demek için şâhit-isbât gerekmektedir. İşte bu kılçıkları üzerinde ekmekleri alabilmek için yığılan insanlardan ön tarafta olanlar, istedikleri kadar alıp ayrılıyorlar, arkada kalan zavallılar da elleri boş, karınları aç geri dönüyorlar. Bu insanları tanzîm edecek, bu ekmek işini bir düzene koyacak Hükûmet memurları da seyrediyorlar azîzim, şimdilik bir harekette bulunmuyorlar. Bir şeyler yapmak için, neyi bekliyorlar acaba? Tek yaptıkları, fırınların etrâfında aç bîilâç zavallı fukarâya, sopalarla; “Açılın!” diye bağıran zâbıta memurları tedârik etmek. Bu mu çözüm? Neden çözmek istemezler bu mes’eleyi? Zavallı bîçâre fukarâ bir kıyye ekmek alabilmek için bir de dayak yiyor. İşte bu fırınların önlerinde birikenler hep Müslümanlar. Muhâcirler, erkeksiz kadınlar, çocuklar. Tek ortak noktaları var, hepsi İslâm. Bu fırının önünde tek bir Mûsevî veyâ Hristiyan kadınını ekmek beklerken göremezsiniz.
Hâlimiz bu iken bunun sebeblerini de görmezden gelmek ve kabûllenmek bize yakışmaz. Elbet bunu yaşayan bilir ancak, yazdıklarıma bütün Edirne şâhittir. Bilenler bilir ki, herkesin dikkatini çeken Mûsevî ve Hristiyan kadınların fırınların önünde bulunmaması durumunun îzâhı şudur: Mûsevî ve Hristiyanların düzenli ve kuvvetli teşkilâtları vardır. Her birinin fukarâ sandıkları mevcuttur. Ticâret bunların elindedir ve tüccardan, fabrikalardan aldıkları tahılları düzenli olarak işletip kendi milletlerine dağıtıyorlar ve hiç birisi fırına gelip, sıra bekleyip ekmek almaya ihtiyaç duymuyor. Diyeceksiniz ki, Hükûmet ne yapıyor azîzim? Deyiniz, deyiniz de anlatayım. İş yok, para yok, Kale kuşatma altında, memurlar sâdece koltuklarında rahat bir şekilde oturuyor, bir şey yapmıyorlar. Kabâhat onların mı sâdece? Hayır! Onların âmirleri olacak adamlar, bir işin ucundan tutmayınca, memurlar tek başına ne yapsınlar? Sonuç azîzim, işte tâlihsiz, mutsuz Osmanlı Türk’ü çepeçevre düşmanla sarılmış ve bir takım beceriksiz, kendi sefâlarını düşünmekten başka bir iş yapmayan bir takım heriflerin elinde kıyılıyor, yok oluyor. Her mes’elede olduğu gibi, bunda da yine Müslümanların perîşânlığı içimizi burkuyor. Durumumuz, içler acısı…
Artık havalar iyice soğumaya, kış kendini göstermeye başladı. Nihâyet mütâreke îlânından sonra bugün okulları açıyoruz. Günlerden Pazar olduğu için, bugün okulun temizliği, hazırlanması ile meşgûl oldum. Talebelerim geldiğinde yarıdan az denecek bir sayı olduğunu farkettim, dolayısıyla sabâhın verimli saatlerinde ders yapıyoruz, öğleden sonra da paydos ediyoruz.
Askerler, mütârekeye rağmen gene Kale’de bulunuyor, ama izinli olarak şehre geliyorlar. Bugün Kale’de bulunan bâzı subay arkadaşlarımız bizim misâfirimiz oldular. Sohbetimiz nereye varsa, gene sînemize bir ok olarak dönüyor, bağrımıza saplanıyor. Subay arkadaşlarımızdan Gâlip Bey’in sesi pek yanık, bir türkü istedik, kırmadı bizi. Türküyü dinleyen başlar düştü. Öyle ya, herkesin düşünecek bir âilesi, yavrusu, yavuklusu vardı. Bizim âilelerimiz de bir aya kalmaz İstanbul’dan gelecekti… Gâlip Bey söyledi, biz dinledik…
Edirne’nin ardı da bayler
Meriç akar sular çağlar
Eşinden ayrılan ağlar.
Ay oldu mu mori Dakilom duyuldun mu,
Hacıoğlu Mestan gibi vuruldun mu?
Türkü bittiğinde bu hazîn ortamı da dağıtmak gerekir diye atıldım:
“Mazhar Bey’im, aslında türkü Edirne’nin ardında mor sümbüllü bağlardan bahseder, o cânım bağlar, bahçelerden.”
“Bağımız, bahçemiz mi kaldı Râkım Bey’im? O bağlar bahçeler hep târûmâr oldu. Kale dâhilinde oturan köylüler hayvanlarını bağlara otlatmaya götürüp bağ çubuklarını yediriyorlar. Diğer taraftan fakir muhâcirler ne yapsın? Zavallılar, topladıkları bağ kütüklerini kestikleri ağaçları bin bir meşakkatle eve getirip satıyor ve ekmek parası temin ediyorlar.”
“Kaledeki birlikler de civar bağlardaki ağaçları kesiyorlar.”
“Kale dışında kalanları da Bulgarlar kesiyor.”
“Bu gidişle bağ ve bahçelerde ağaç nâmına pek bir şey kalmayacak. Bir türkü dinleyelim dedik, bakın görün neler işittik. Tedbîr alınmazsa Edirne bağlarından geriye bize de sâdece bu türkü yâdigâr kalacak azîzim. Gel de kederlenme şimdi!”
“Zavallı köylüler hayvanlarına yedirecek bir şey bulamadıkları için çok düşük fiyata satıyorlar. Hayvanlara yedirecek yem olmadığı için günden güne eriyen hayvanların ölümünü beklemektense, zavallı köylüler, on liralık hayvanlarını bugün iki-üç liraya satıyorlar.”
“Geçende duydum, bu durumdan Mûsevî kasaplar pek çok faydalanmışlar. Üç liraya aldıkları sığırları sucuk, kavurma yapıp etini satıyorlar.”
-Savaştan sonra et çok pahalı olacak Mazhar Bey’im. Ben yarın pazara gidip iki dana alacağım, biri size, biri bana. Bir aya âilelerimiz gelecek, hiç olmazsa evde yiyecek bir parça kıyma olsun.”
“Bak bunu çok iyi düşündünüz Râkım Efendi. Ben de sizinle geleyim de işimiz çabuk olsun.”
Biz bu sohbete dalmışken subay arkadaşlardan Hayri, Mâhir ve İbrâhim Efendi’ler de sohbete iştirak ettiler, bizlere vaziyet-i umûmiyeden haberler ilettiler.
“Mütâreke oldu ya, bizim bâzı subaylarımız raydan çıktılar, beyler. Olacak iş mi? Bu arkadaşlar, daha dün, evvelsi gün yirmi yedi subayımızı şehîd vermedi mi? Bu nasıl bir gaflettir arkadaşlar?”
“Ne oldu İbrâhim Bey?”
“Mütâreke olunca bâzı subaylar zannettiler ki, artık eski günlerimize geri döndük. Sanki savaş tamamen bitti. Karaağaç’ta gazinolar, meyhâneler açıldı, sarhoşluk baş gösterdi. Bir takım subaylar savaş ve ölüm korkusu ile tövbe etmişlerdi, tövbelerini bozdular, akşamları şimdi vur patlasın, çal oynasın.”
“Bu durum, hem de hiç bir şey daha belli olmamışken, nasıl olur dostlar? Bu subaylarımız bunca aç, bîçâre insanımızı görmezler mi?”
“Kabûl etmek gerekir ki, topçu subaylarımızın hizmeti, fedâkârlıkları unutulmaz. İşittiğimize göre bâzı alaylarda on beş, on altı subay kalmıştı, bunları bizzat gözümüzle gördük. Taburlar değişmeye giderken bölüklerin önlerinde yalnızca bir subay görebiliyorduk. Bâzı bölükler başçavuşların emrinde idi. Subayların fedâkârlıkları inkâr edilemez elbette. Ama yaptıkları hatâları da görmek ve bilmek gerek. Ellerini vicdânlarına koyanlar bunu göreceklerdir elbet.”
Sohbet bu minvâl üzere son buladursun, işittik ki, Bulgarların askerî trenleri Kale dâhilinden geçecekmiş. Meğer Bulgarlar’ın da kendi sınırları dışındaki orduları aç ve yiyeceksiz kalmış.
(7. bölümün sonu.)