Modern kenti ayrıştıran en temel hususlardan biri, kent hayatının modern kurumların belirleyicisi olduğu ve hayatın ana doğrultusunun bu kurumsal çerçeve ve onun pratize edildiği bir örgütlenme içinde cereyan ettiği bir sosyal dünya olmasıdır. Bir diğer husus da, kanunların bulunması değil, modern hukuk güvencelerine dayalı, hukukun kâğıt üstünde kalmadığı, aksine her şeyin hukuk normlarına göre düzenlenip yürütüldüğü, kimsenin mahallî, göçmen-hemşeri, etnik toplulukların ya da tarikat veya laik zümre ya da dinî cemaat bağlarına ve himayesine mahkûm edilmediği ve hışmına maruz kalmadığı, mafiyöz bağların ve oligarşik ağların hayata hükmetmediği bir kamusal dünyanın hâkim kılınmasıdır ki, bunun da somut ve doğrudan görünürlük kazanacağı düzlem, kent kamusal topluluğudur.
*****
Prof.Dr. Vehbi BAŞER
Bir arkadaşımız köy, şehir, köylülük, şehirlilik üzerine yaygın “aydın önyargıları”nı silkeleyerek köylüye iade-i itibarda bulunuyor. Bu iade-i itibar girişimiyle, köyde yaşayan ya da şehirlerdeki köy kökenli insanların ötekiler lehine ontolojik bir yetersizlikle malûl olmadıklarını, hatta yer yer ötekilerden daha şanslı ve avantajlı sayılabilecekleri şekilde şartlara adaptasyon yeteneklerinin daha fazla olduğunu ileri sürmüş. Böylece ötekilerle köylüler arasında hiyerarşik ve aşılmaz bir ontolojik fark bulunmadığını, aradaki farkın köylü ve şehirli hayat tarzları arasındaki “eş-düzey çeşitlilik”ten öte bir mahiyet farkı olmadığını söylemiş oluyor.
Kazın ayağı hiç de öyle değil hâlbuki.
Genellikle Muhafazakâr okumuşlar, hayat ve fırsatlarına bakarak şehir sakinleriyle karşılaştırıldığında köy sakinlerinin “hiç de şehirliden aşağı kalır yanları olmadığı” ve hatta onlardan daha şanslı oldukları yönündeki bir kabule yaslanarak “köylülüğün maruz kaldığı aşağılanma”yı püskürtmeye dönük rahatlatıcı bir perspektifle kendilerini avuturlar. Meselenin aslı, ne -Erol Güngör rahmetlinin tabiriyle- “sömürge münevveri” mektepli çocukların sandığı gibi köylünün ilkelliği, geri kafalılığı, bağnazlığı ve taşralının küçük çıkarlara uyanıklığı meselesidir, ne Muhafazkâr okumuşların sandığı gibi “köylü ile şehirli arasındaki fark” mahiyetle hiç ilgisi olmayan tamamen yatay bir derece farkından ibarettir ve ne de bu farkın dile getirilmesi her durumda köylüye yöneltilmiş bir aşağılama olmak zorundadır.
Sömürge münevveri her şeyin aslının Batı’dan öğrenileceği, dünyanın geri kalanının da bu ezberle şıpın işi anlaşılabileceği, bunun da mektebi geçecek kadar Batı hayranı fikirler edinmekle başarılabileceği zannındadır. Sömürge münevveri, gerçekte Batı’daki gelişmeleri kavramak ile Batı karşısında hayranlık beslemek arasındaki farkı idrak konusunda bir yetersizlikle malûldür. İlki için modern Batı kültür ve medeniyetini doğrudan tetkik ederek ayrıntılara bizzat kafa yormak lazımdır; ikincisi için ise memleketin dersine az çalışmış Batı hayranı eski kuşaklarının önyargılarını yarı uyur yarı uyanık ezber etmek yeterlidir. Türkiye’de gerek Batıcı veya solcu kesim içinde gerekse Muhafazakârlar arasında ilki için gayret gösteren küçük azınlıklar söz konusudur. Geriye, Batı hayranlığından geçinen sömürge münevverleri ile bunların aşağıladığı avam tabakalarına ve mesela köylülere bir tür halk dalkavukluğuna varacak kadar övgü düzen Muhafazakâr okumuşlardan oluşan ve her iki cenahıyla dersine az ve bu nedenle kötü çalışmış büyük kalabalıklar kalıyor.
Günümüz Türkiye’sinin siyasi kamplar düzeyinden sosyal kitleler düzeyine doğru derinleşmiş siyasî ve kültürel ufuksuzluğu da, bu kalabalıkların dersini sıkı çalışan herkese had bildiren ve kendi kafa kerestesinin kalınlığından içeri sızamayacak her fikre “entel gevezelik” etiketi yapıştıran fütursuzluğunun bedelidir.
Nihayet sormamız gerekir: Köylülük ve şehirlilik arasındaki fark, gerçekten bir derece farkı mı, yoksa bir mahiyet farkı mıdır? Bu soruya cevap aramaya girişmeden önce şu hususların altını çizmekte fayda vardır:
1. Geleneksel köylülük, çift çubukla meşgul, gıda üreticiliği değildir; köylülük, (ayrıntılarına burada değinemeyeceğimiz patrimonyal ve prebendal) majör mülkiyet yapılarının dönerek sosyal tabaka yapısını biçimlendirici bir fonksiyonu olarak şekillenmiş bir tabakanın -sadece yaşam tarzı değil aynı zamanda- zihniyet ve ideolojisidir.
2. Geleneksel dünyada da şehirler ve buna bağlı olarak köylülük ve şehirlilik vardı ama modern kent ile geleneksel şehir arasındaki muazzam farkı görmezden gelmek, endüstriyel ve ticarî kapitalizmin (mekâna) tahakkümünü toprak ağalarının köylüye tahakkümünden ayıramayan bir opaklıkla aynı illetten muzdarip bir körlüğün eseri olabilir. Endüstriyel ve ticarî kapitalizm, toplumun geleneksel alt sınıflarının radikal bir dönüşümüne yol açarak köleliği ve köylülüğü silip süpürmüş, bunların yerini endüstriyel emekçi kitleleri ile ticarî kapitalizmin ihtiyaç duyduğu yeni bir çalışanlar sınıfı almıştır.
Lakin bu, artık geçmişte kalmış bir dönüşümdür. Günümüz dünyası, post-endüstriyel ve küresel karakterde yeni bir radikal dönüşüm ivmesiyle savrulurken köylülüğün -ve bazı yerlerde nomadik arkaik göçebelerin- hala can çekiştiği coğrafyalarda köylülüğün köyde yaşayan ya da şehirlere yeni göç etmiş köy kökenlilere matuf bir nitelemeden ibaret olduğunu sanmak, meseleyi hiç anlamamış olmaktır.
3. Gerek CHP gibi Üçüncü Dünya tabir edilen ülkelerdeki pre-modern modernleştirici anakronik partilerin ve gerekse çeşit türlü aşırı sağ partilerin ideolojik söyleminde karşımıza çıkan “köycülük”, Türkiye’de Muhafazakâr siyasetin halk dalkavukluğu kılığına bürünerek “köylü şımartıcılık”a tahavvül etti. Köy mekânlarının dahi küresel yeni dünyanın nüfuzu altında köysel olmaktan çıktığı bir dünyada, köy sakinleri de artık bildik anlamda köylü olmaktan çıkmış bulunuyor. Köy kökenlilerin şehirlerde köylü olarak aşağılanması da, bu insanların hala köylü olduğunu sanmamıza yol açmamalıdır. Köylülük bizim gibi ülkeler için bile artık bir sosyal formasyon olarak buharlaşmış durumdadır. Eski köylülerin “kamusal bir dünyaya katılım” anlamındaki “özgür yurttaş” bireyliğine dönüşememiş bugünkü torunları, (mahallî topluluklar, göçmen-hemşehri toplulukları, etnik diasporalar, dini cemaatler, tarikatler ve hatta mafya ağları biçiminde karşımıza çıkan) geniş himaye ağlarının ayakta kalmak için ihtiyaç duyduğu insan malzemesini oluşturuyor. İlginç olan, bu himaye ağlarının sadece vasıfsız veya yarı vasıflı bir nüfusu organize etmekle kalmayıp dikey bir yapı kazanmak suretiyle kendi üst zümrelerini yaratarak “kamusallığın oluşumunu akamete uğratan” oligarşik dükalıklara evrilmiş olmasıdır.
4. Muhafazakâr zihin, “değerlerimiz, yerli kültür, bu toprakların irfanı…” gibi janjanlı terimler altında, büyük ölçüde avam katmanların taşralılığına, daha açık ifade edildiğinde köylülüğüne/taşralılığına rüşvet veren bir memleketçilik hastalığıyla muzdariptir. Oysa ne geleneksel toplumda, ne modern toplumda ve nede günümüzün postmodern koşullarında, taşra veya köy, değerlerin kaynağı, koruyucusu ya da sahiplenicisi olmamıştır, olamaz. Köy veya taşra, geleneksel dünyada merkezin gelenek yaratıcı baskısına karşı kendi folk göreneklerine sarılarak direnir. Günümüz Türkiye’sinin Muhafazakâr kitleleri de, büyük harflerle herhangi bir Gelenek’in ya da herhangi bir ahlakın değerlerine değil, avam göreneklerinden edinilmiş kimliklerin değer kılığına sokulmuş ihtiraslarına yaslanmaktadır.
5. Muhafazakâr bakış açısı bir de köylülük/taşralılıkla elele giden eğitimsizlik/ümmîliğe bir irfan ve hikmet atfetmeye yönelerek, üniversite bitirmiş (belki prof bile olmuş) lakin dersini az çalışmış ve daha önemlisi modern kültürün yıkıcı ve yeniden inşa edici etkisinden bu yarı eğitimlilik sayesinde paçayı sıyırmış ve çok daha mühimi, modernin her unsurunu Batı’nın kültürel hegamonyasından ibaret sayan bir körlükle kendi yarı eğitimliliğini gözlerden saklamağa ve önemsizleştirmeğe çalışmaktadır. Oysa kentlerin kenar muhitlerine yerleşmiş olanlar olsun, taşrada yaşayanlar olsun bunlar artık ne ümmîdir ne de herhangi bir hikmet ya da irfandan haberdardır. Mektep görmüş taşralılığın bu ümmî güzellemesi pek banal bir cehalet itirafından başka bir anlam taşımıyor.
Bu hususları hatırlattıktan sonra geleneksel şehirliliği bir kenara bırakarak köylülük ile günümüz kentliliği arasında bırakın derece farkını, neredeyse metafizik karakterde ve aşılması imkânsız bir mahiyet farkı bulunduğunu belirtelim. Kentlerin her tarafı köylerden göç etmiş kitlelerce dolduruldu diye, bu mahiyet farkı artık ortadan kalkmış gibi görünüyorsa size, bakıyor ama hiçbir şeyi kavrayarak görmüyorsunuz demektir. Öte yandan, “günümüz kentliliği” ifadesi, bir hayli yanlış anlaşılmağa açıktır. İstatistik birim olarak kentte hayat sürenlerin tümünü kentli sayma eğilimi ve bu eğilim nedeniyle kentte yaşayan nüfus oranını “memleketin %80’i kentlidir” gibi bedahetlerin sosyolojik bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Modern kent kurumlarının oluşmadığı ve hayatı biçimlendirmediği bir ortam, nasıl kent sayılamazsa böyle yerleşmelere doluşmuş nüfus da kentli sayılamaz. Modern kenti ayrıştıran en temel hususlardan biri, kent hayatının modern kurumların belirleyicisi olduğu ve hayatın ana doğrultusunun bu kurumsal çerçeve ve onun pratize edildiği bir örgütlenme içinde cereyan ettiği bir sosyal dünya olmasıdır. Bir diğer husus da, kanunların bulunması değil, modern hukuk güvencelerine dayalı, hukukun kâğıt üstünde kalmadığı, aksine her şeyin hukuk normlarına göre düzenlenip yürütüldüğü, kimsenin mahallî, göçmen-hemşeri, etnik toplulukların ya da tarikat veya laik zümre ya da dinî cemaat bağlarına ve himayesine mahkûm edilmediği ve hışmına maruz kalmadığı, mafiyöz bağların ve oligarşik ağların hayata hükmetmediği bir kamusal dünyanın hâkim kılınmasıdır ki, bunun da somut ve doğrudan görünürlük kazanacağı düzlem, kent kamusal topluluğudur. Bu da, kent hayatında söz konusu alt topluluk aidiyetlerinin yerini kentin kamusal hayatına doğrudan katılım imkânı sağlayan mekanizmaların ve aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmiş sivil toplum örgütlerinin geniş kapsamlı etkililiği demektir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye şehirleri, modern kent varoluşundan oldukça uzak, oligarkların hegamonyası altında bir himaye bataklığına saplanıp kalmış durumdadır. Şehir sakinlerinin himaye sağlayan sosyal sermaye arayışları, onları modern kent yurttaşı olarak özgür ve eşit bireyler olmaktan alıkoyan en önemli varoluş temeli durumundadır. Toplumun modern kurgusu ile karşılaştırıldığında, gerek ulusal ve gerekse yerel-kentsel düzeyde kamusala katılım yerine yukarıdan aşağıya bir hâmîler ve aşağıdan yukarıya da bir yanaşma ağları halindeki bu sosyal doku, neden premodern bir sosyalitenin aşılamadığını ve yerelde kentliliğin, ulusalda da vatandaşlığın toplum bütünüyle yegâne bağ haline gelemediğinin de göstergesidir. Kentlilik, şehir görgüsü değil, hayatın kentli kurumsal, hukukî ve kamusal örgüsü çerçevesinde hayat sürmekle vasıflanır. Şehrin dünyasını rakip veya düşman himaye çarklarının insafına ve böylece bir minör savaşkanlıklar toz dumanına terketmiş bir toplum ve devlet, modern, medenî ve kentli varoluşun da baş düşmanı ve en büyük engelidir.
Bu şartlar altında, devlet büyüklerinin toplumun vahşî bir saldırganlık zemininde ufaladığı kişi ve gruplara kol kanat gerip himaye sağlayan efendiler ve bundan güç devşiren oligarklar haline dönüştüğü ve ekonomik, bürokratik, politik oligarklarla halvet halinde toplumun zenginlik ve servetlerini kendi aralarında bölüşüp, kırıntı ve ufantılarını da yanaşmalarına dağıttığı bir dünya, ne modern ulusun, ne de modern kentin dünyasıdır.