Turgut Güler’in geçtiğimiz senenin başında çıkan Ejderlerin Beklediği Hazine adlı eseri, Türkçe üzerine, Türkçenin tarihî serüveni üzerine yazılmış yazılardan oluşuyor. Eserde bulunan müstakil başlıklı yazılar, tarihî düzlem içerisinde birbirinin devamı niteliği taşıyor. Güler eserin önsöz kısmında mütevazı kişiliği ölçüsünde şu cümlelerle okuyucuya sesleniyor:
‘Fâtih Türkçe’ şuurunun, onulmaz ‘dil yâremize’e yazılmış en isâbetli reçete olduğuna inanıyorum. Bu inançla yapılan ve nazarlarınıza sunulan ‘Ejderlerin Beklediği Hazine’ çalışması, elbette yığınla eksiği olan bir mütevâzi kalem mesâisidir. Önünüzdeki sayfalar, ne bir dil târîhi araştırmasıdır, ne de akademik bir iddia taşımaktadır. Türk olmayı ve Türkçe konuşmayı saâdet kabul eden bir kemter kulun, bu saâdete adanmış yol azığıdır.’
Turgut Güler’i evvelki eserlerinden tanıyanlar, onun, medeniyetimizin geniş havuzundan seçtiği kelimeleri, son derece ahenkli ve büyük bir uyum içerisinde kullanarak, okuyucularına mistik bir okuma zevki verdiğini bilirler. Kelimelerin birbiriyle raksı içerisinde ortaya çıkan cümleler, zihinlerde birbirine eklenerek tarihî bir anlamlar kümesi oluşturur. İşte Güler’in elimizde bulunan eseri de, bu minvalde, bu kez Türkçe üzerine aynı iklimde okuyucularına seslenme yolunu seçiyor.
Günümüzde, özellikle yeni nesil olarak ifade ettiğimiz yaş grubunun, Türkçe kullanımında pervasızlığa varan hataları ve vurdumduymazlıkları sonucunda ortaya çıkan manzara, Türkçe sevdalıları adına son derece üzücü ve elem verici. Bugün sosyal medya ve çeşitli sözlük sitelerinde kullanılan yarı Türkçe, yarı İngilizce ve menşei bilinmez anlamsız kelimeler ağından meydana gelen cümleler, geçmiş ile mukâyese edildiğinde, bir dip çukurunda bulunduğumuz izlenimi veriyor.
İşte bu sıkıntılı dönemde, Yahyâ Kemâl’in ‘ağzımda annemin sütüdür’ dediği, Dağlarca’nın ‘ses bayrağı’ olarak göğe çektiği Türkçe üzerine, son derece doyurucu ve Türkçenin kendine has naif ve insana neşve ve huzur veren yapısını ortaya koymaya yönelen Ejderlerin Beklediği Hazine, aynı zamanda özellikle Türkçenin Cumhuriyet devrindeki tartışmalı ve heyecanlı dönemini anlayabilmek adına da önemli veriler sunuyor.
Türkçenin Orhun Abideleri üzerinden yükselen kuvvetli sesi ve her dâim dünya coğrafyasında, Adriyatik’ten Mançurya’ya değin ‘devlet dili’ olarak kullanılmasıyla beraber; güncelliği, zenginliği ve insan ruhunu etkileme gücü de kendini korumuştur. Türklerin, Kızıl Elma yolunda dünya coğrafyasının dört bir yanına hicreti, aynı zamanda dillerinin de geçtikleri topraklardan, tanış oldukları kavimlerden, Banarlı’nın deyimiyle, lügatlarına ‘fethedilmiş kelimeler’i de ekleyerek büyük bir zenginliğe sahip olmalarını sağlamıştır. Ancak gerek İslâm’a geçiş, gerek de coğrafya değişiklikleri ve ileride Tanzimat’la ortaya çıkan Batı rüzgârları, zaman zaman Türkçenin üzerinde Arapça, Farsça ve Fransızca baskılarının da ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
‘Türk yazı dilinin, bizzat devlet eliyle ikinci plâna itildiği, öz dilimiz açısından bir hayli üzücü olan devlet dilinde yabancılaşma hareketi, aslında bütün Türklüğe mâl edilemez.’(sy.42.)
Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerinin sarsıntıya uğrama sinyallerinin artmasıyla beraber, devlet şuuruna vâkıf birtakım Tanzîmat aydınlarının yaptığı başlangıç seviyesindeki çalışmalar ile Türkçe’nin yeniden doğal seyrine dönmesi yolunda ilk adımlar atılmıştır.
‘..ilmi Türkçülük ve Türkçecilik hareketinin ilk şuurlu temsilcileri arasında Süleyman Paşa ile Ahmed Vefik Paşa’yı sayabiliriz. Bilhassa Vefik Paşa’nın, bir taraftan Moliêre adaptelerinde sâde halk söyleyişini bulmaya çalışması, oldukça önemli gayretlerdir. Şemseddin Sâmi’nin ciddî dil araştırmaları, Vefik Paşa’nın açtığı çığırın mahsulleridir.’ (sy.53.)
Tanzîmat ve Meşrûtiyet yıllarını izleyen yıllarda Türkçenin sâdeleşmesi adına en ciddi adımı 1910 senesinde Selanik’te çıkan Genç Kalemler adlı derginin Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin gibi Türkçü münevverleri atıyor. Dilde sâdeleşme ve İstanbul Türkçesinin ön plana çıkarıldığı bir düşünsel ve tatbîkî mücâdele ortaya çıkıyor.
‘..Türk yazı dilinin millî benliğine, en fazla Türkçüler sâyesinde kavuştuğunu kabul etmelidir.’ (sy.72.)
Cumhuriyet’in ilânı ertesi, millî devlet modeline uygun olarak dilin millîleştirilmesi politikasına da sürat verildi. Alfabe değişikliği tartışmaları arasında Türkçe’nin özleştirilmesi konusunda bizzat Atatürk’ün emriyle çalışmalara başlandı.
‘Atatürk başta olmak üzere, devrin ileri gelen devlet adamları, bu yeni dil hareketine büyük bir heyecânla sarılmışlardı. Dildeki bütün yabancı kelimelerin Türkçe karşılıkları aranıyordu. Hattâ Atatürk, bu dille nutuklar söylemeye başlamıştı. O da yeni karşılıklar buluyor, sofrasında dil tartışmalarına zaman ayırıyordu. Geometri terimlerinden birçoğunu Atatürk’ün Türkçeleştirdiği bilinmektedir. Bu davranışlarından dolayı, dil inkılâbının başında, Atatürk’ün tam ve kesin bir özleştirme fikrinde olduğu rahatça söylenebilir.’ (sy.109.)
Ancak dilin özleştirilmesi politikası bizzat Atatürk’ün ifadesi ile bir çıkmaza girdiğinde, anlaşılması güç, uydurma kelimelerden örülü bir dil kullanımına sebebiyet vermişti. Bunun üzerine Atatürk, dili bulunduğu çıkmazdan çıkarmak için Avusturyalı bir ilim adamının tezlerinden hareketle Güneş-Dil Teorisi konusunda adımlar atılmasını sağladı.
‘İlim temelinin zayıf olmasına, spekülâtif bir etiket taşımasına rağmen, Güneş-Dil Teorisi’nin esas hedefi bellidir: Tasfiyecilerin, dizginlenmesi iyice güçleşmiş gidişine, ‘dur!’ demek; millî dile iyice yerleşmiş, bir ortak medeniyetin unsurları hâline gelmiş kelimeleri, yeniden Türkçeye kazandırmak. Güneş-Dil Teorisi’ni, yaşayan Türkçeye dönüş açısından, önemli bir dönüm noktası saymak gerekir.’ (sy.127.)
Güneş-Dil Teorisi, Atatürk’ün tasfiyeciliğin önünü kesmek gayesi ile bu konuda çalışmaya teşvik ettiği bir dil projesi olarak, Atatürk hayatta iken güncelliğini korumuş, üzerine eserler yazılmış, kitaplar yayınlanmış ancak, ölümünün ertesinde gündemdeki yerini kaybetmiş ve tarihin tozlu raflarındaki yerini almıştır.
‘Alfabeyle ilgili, millî kültür mirasımızın yeni yazıya aktarılamayışı meselesi, Atatürk’ün değil, sonraki iktidarların ihmâli yüzünden hâlledilememiştir.’ (sy.136.)
Ejderlerin Beklediği Hazine, hâlâ dil üzerine yapılan tartışmalarda muhtemel gündem maddesi olma istikrarını sürdürdüğünden ötürü, tanıtımında daha çok Cumhuriyet dönemi dil politikalarına ağırlık vermemizden öte, Türkçenin bugünkü kimliğini kazanmasında etkili olan tarihî seyir hakkında önemli ve merakımızı celbeden bilgileri ihtiva etmektedir. Türkçe üzerine düşünenlere, Türkçe sevgisi taşıyanlara, bu konuda artı değer katacağına inandığımız Ejderlerin Beklediği Hazine adlı eser muhakkak yol gösterici olacaktır.