Mevlüt UYANIK
İnsanlık tarihiyle eş zamanlı olan din duygusu, toplumların hayatında önemli yer işgal ettiği ve kültürün oluşturulmasında önemli unsurlardan olduğu malum. Günümüzde Durheim sosyolojisinin 19.yy itibaren ileri sürdüğü de bu ve genel kabul görüyor. Alman düşünürü Karl Marx, ekonominin toplumlarda alt yapıyı teşkil eden temel faktör olduğunu, din başta olmak üzere üst yapıyı oluşturan bütün kurumların onun tarafından belirlendiğini söyler. Yine bir Alman âlimi Max Weber, dinin toplumsal yapının kültürün ve özellikle ekonominin belirleyicisi olduğunu söylediğini de hatırlarsak, her iki görüşün de aynı gerçeğin bir yanını açıkladığı görülür. Almanların iki büyük savaştan yenilgiyle çıkmasının ardından kısa bir sürede yeniden dünya gücü olmasında Protestan Ahlâkıönemli etkendi. Bu hususa dair Platon’un din tasavvuru, devlet kurumlarında öğretilmesi ve resmi ibadethanelerde devlet görevlileri tarafından halkın dini inanışlarını yerine getirmesinin gerekliliğini vurguladığı da malum.
İslam Siyaset Felsefesinde Durum Nasıldı?
Teşekkül döneminde Peygamberimizin tutumunu hatırlarsak, Ebu Zer’in Peygamberimizin vefatından sonraki mücadelesinin, günümüzde Nurettin Topçu’nun Anadolu Sosyalizmi, Kemal Tahir’in tasavvuru ve Ali Şeriati’nin İran’daki mücadelesinin teorik temeli de anlaşılır.
Bilindiği üzere, Peygamberimiz, ilk önce sosyal reformlar yapmaya çalıştı. Sosyo-ekonomik açıdan zayıfı ve baskı altında kalan fakirler, yetimler, kadınlar ve kölelerin güçlendirilmesi için bu reformların yapılması siyasi iktidarı üstlenmeyi gerektiriyordu. Yukarıda bahsettiğimiz Karl Marx ile son dönem siyaset felsefesi deyimiyle ezilenlerin, alt gelir gruplarının yani proletaryanın ekonomik ve politik çatışma ortamında özlük haklarının mücadelesini veren Peygamberimize, zenginliğini gücünü kabilesinden alan Mekkeli tacirlerin ve hâkim zümrenin yani dönemin burjuvazisinin buna karşı çıkma gerekçeleri bu bağlamda ayrıntılı incelenmelidir.
O dönemi iyi anlamak için Araplar arasındaki kabilevi yani patrimonyal yapıyı, ebevi nizamı, günümüzün deyimiyle ekonomik, toplumsal ve siyasi gücü elinde bulunduran soylular sınıfının yani aristokratik oligarşinin bu tepkiyi göstermesi normal. Mücadelenin ekonomi-politik olduğu o kadar açıktır ki, Peygamberimizin Kureyş Kabilesinin Ben-i Haşim kolundan geldiğini hatırlarsak, diğer kabilelerin yapılan bu reformların Haşim oğullarının hâkimiyetini beraber getirmesinden korktuğu ortaya çıkar. Bu riski gidermek için peygamberimize dini/siyasi lider yerine, Mekke şehir meclisinde etkili bir konum teklif ettiler. “Bir elime güneşi, bir elime ay’ı verseler davamdan vazgeçmem”sözü (hadis) bunun üzerinedir.
Tekliflerinin reddedilmesi üzerine Mekke’nin aristokrat ve zenginlerin, fakir ve zayıf takipçilerini peygamberimizin ötekileştirmesi durumunda, teklif ettiği iman şartını da kabul edeceklerini belirtmeleri, çatışmanın temelde ekonomi-politik olduğunu gösterir. Nitekim 622 yılında Mekke’den Medine’ye geçince, dini ve siyasi lider olarak fakirlerin durumunu düzeltmek, onları kronik borç yükünden kurtarmak, savunma gücünü ve diğer sosyal hizmetleri geliştirmek için ZEKÂT mükellefiyeti getirildi. Dönemin oldukça kötü şartları karşısında kadınların miras hakları tanzim edilerek, evlilik ve boşanmayı düzenlemek gibi sosyal reformları uyguladı. 630 yılında Mekke’ye döndüğünde direnişsiz teslim aldı şehri; Arap kabilelerini temsil eden heyetler akın akın görüşmeye geldi. Bu da demektir ki, Hz. Muhammed’in (sav) yöneticiliği peygamberlik görevinin ifa ediş biçimiydi.
Bu açıdan Allah’a inanmak, ibadetleri yerine getirmenin yanı sıra ezilenlerin durumunu düzeltmek için kullanılan zekât öne çıkarılmış, iyi olanın yapılması, her türlü kötülükten uzak durulması, kendisine yapılmasını istemediğini başkasına yapmama ve bir kişiye yapılan haksızlığın -dini, dili, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun-bütün insanlığa yapılmış gibi olduğu hususları vurgulanmıştır. Bu hususları bildiren bir çok ayet ve hadis vardır.
Dünyayı düzenlemenin, adaletsizlikleri ortadan kaldırmanın, takvalı yani doğru ile yanlışı ayrıt edebilen, ona uygun gayret içinde olmasını sağlayan bir tavır ve şuur özelliğine sahip olanlarla yapılabileceğini gösteren Peygamberimiz, bunun için çekirdek bir kadro da yetiştirdi. H.A.R.Gibb “bunu hepsine tesir eden maya”olarak tanımlar.
Devlet, Dinin Bir “Uzantısı” Değildir
Peygamberimiz 632 yılında vefat ettiğinde tüm Arap yarımadasının fiili ve etkin peygamber-yöneticisiydi. Öyle gözüküyor ki, devlet, o dönemde İslam’ın ahlaki ve manevi değerlerinin bir yansımasıydı. Dolayısıyla şeffaftır, yani ona itibar edildiğinde kendiliğinden kaybolan şeffaf bir araçtır. Bu anlamda devlet, dinin bir “uzantısı” değildir.
Bu nedenle, günümüz yönetim tarzı olarak Demokrasinin Kur’an’ın gereklerine ortaçağ yönetim biçimlerinden -halifelik veya saltanat-çok daha iyi hizmet edecektir. Kur’an-ı Kerim halkı temsil edenlerin istişare ile karar vermelerini ister, bu açıdan demokrasinin benimsenmesi bir “meşrulaştırma” değil, yönetim görevini yeniden keşiftir. Hilafet veya saltanat adıyla ortaya çıkan yönetim tarzları o dönemlerde geçerli olabilir ama artık bugüne bir şey söylemediği ortadadır. Özellikle Körfez ülkelerindeki ekonomik zenginliğe rağmen toplumsal yapı, temel haklar ve diğer fakir Müslüman ülkelerden getirilen işçilerin durumuna bakıldığında, bu sistemlerin geri bırakan sapmalar olduğu görülür. Kendilerini hilafet getirmeye adadıklarını söyleyen ve İslamcı nitelemesini gayet rahat kullanan siyasal örgütlerin başta Afganistan ve Irak, Suriye ve Afrika’da neler yaptığını bütün dünya seyrediyor zaten.
Niçin devlet, dinin bir “uzantısı” değil, sorusuna Namık Kemal’den hareketle cevap verecek olursak, İslami diye nitelenen görevler, bir şahsın veya sınıfın değil, bütün Müslümanların üzerine yüklenmiştir, dolayısıyla herhangi bir sınıfın veya elit zümrenin hak iddiasında bulunması söz konusu olamaz. Bu bağlamda Namık Kemal, Türkiye’de savaş ve barış, vergi ve eğitim meselelerin anlayacak idrake sahip insanların bulunduğunu, bunların hükümeti yönetileceğini söyler. Toplumu yönetmek için “teknik” ilahiyat bilgisine ihtiyaç bulunmadığına işaret eder. Bu noktada “yasak” ve “haram” kavramları arasındaki farkı, DİB ve bazı İlahiyatçıların sigaraya haram dediklerini, ama bir Anayasa hukukçusu olan Kemal Gözler’in analizini mukayeseli okumak faydalı olacaktır. (http://www.anayasa.gen.tr/sigara-haram-mi.htm)
Sonuç
Namık Kemal’den hareketle söyleyecek olursak, kendisini insanların rehberi olarak adlandıran Kur’an’ı anlamak bu kadar güç bir teknik mesele ise insanlığa hitap edemez. Teknik kitap olarak görmek, şuurumuzu köreltir. Hâlbuki Kur’an insanlarda bir şuur meydana getirmek, manevi enerjiyi en üst seviyeye çıkarılmasını ve enerjiyi uygun kanallarda kullanılmasını ister. Bu nedenle dini devletin bir uzantısı gibi görmek, riyaset ve din tacirliği yapmak tutarlı değildir.
***
(Temellendirme için bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim yay, İstanbul 2016, s.13-14; Fazlur Rahman,” İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset dinin Hizmetinde”, İslam’da siyaset Düşüncesi, derleyen ve çeviren Kazım Güleçyüz, İnsan yay. İstanbul 1995, s.7-19)