Stephen B. YOUNG[i]
1. Şehirlilik Anlamıyla Medeniyet
Medeniyet, insan toplulukları nezdinde kültür (edebiyat, sanat, mimari, mühendislik ve din), siyaset, ekonomi ve sosyal örgütlenmede mükemmellik standartlarının kayda değer hatta kahramanca bir seviyesi yakalandığı zaman ortaya çıkar.[1]
Medeniyet, bir topluluk paradigması olarak şehirler ve şehir yaşamının imkânları ile ortaya çıkar. Şehir yaşamı yoğundur, kırsal ve tarıma dayalı değildir. Burjuvaya dayanır, çiftçiliğe veya aristokrasiye değil. Orada savaşçıların değil, yollan kesişen ve karşılıklı dayanışma içinde olan elitlerin ağırlığı vardır. Nesilden nesle devam eden kültürel üretimin karmaşık sistemini idame ettirmede ve toplumun refahı adına maddenin yeni formlarını geliştirmede farklı roller oynaması suretiyle medeniyetlerin yönetici elitleri çeşitlilik arz eder.
Şehir yaşamı; söylem ve şefaat (mediation) ile insan mücadelesinden dindarca imtina etme üzerinde aklın aktif faaliyetini teşvik eder. Şehir toplulukları tabakalaşma ve iş bölümü ile karmaşık yapıdadır; ticaret ve takas noktalarıdır. Bundan dolayı, kültürde ve sanatta zenginlik, lüks ve hoşgörüye imkân verir. Her durumda tek yönlülükten ziyade heterojenliğe meyyaldir.
Şehir alanları mimarlık ve mühendislik yetenekleri ile inşa edilir. Politik müzakere ve sorunları çözme (deal- making) yeteneklerini geliştirir.
Medeniyetler, ortaya koydukları başarılarla anılır; gecenin bir yarısında yüzen karanlık gemiler değildir onlar. Aklın aktif faaliyeti ve kültürel farklılığa yönelik dürtü, tutkuları ve yaratıcı gösterişi ortaya çıkarır. Medeniyet entelektüel birikime (sophistication), zarafete (refinement) yani ham duyguların terbiye edilmesine ve davranış, kılık- kıyafet ve iyi seçilmiş sözlerdeki sezgiye işaret eder.
Medeni insanın mütefekkir ve hoşgörülü olması beklenir, aynı zamanda eğitimli ve zeki olması da. Üslup (taste), davranışların ve medeni yaşam tarzının nişanesidir.
Yazısız ve sayısız bir medeniyet tahayyül etmek zordur. Medeniyetlerin dinleri, insanları daha çok çalışmaya ve yazmaya sevk eden kutsal metinlere (İncil, Kur’an-1 Kerim, Mahabrata, Analektler) sahiptirler. Yazmak eylemi aklın faaliyetlerini tetikler, kültürel anlamda edebiyat ve felsefeye, siyasal anlamda da bürokrasi ve hukuka kapı açar. Yazı ve metin iledir ki örgün eğitim ile mitler veya İlyada destanı gibi şifahi manzum eserlerden daha karmaşık bir yapıya sahip düşünce ve normların aktarımı mümkün hale gelir.
Metinler, kültürel yapılara karmaşıklık, itibar, düşünce özgürlüğü ve süreklilik katar. Onlar kültüre odaklanır ve onu ihya eder.
Güngörmüş bir insan düşünmeden hareket etmez ve dürtülerini dizginler. Bu açıdan vatandaşlık gücün uygulanması ile değil takyit (restraint) ile ölçülür.
2. Toplumsallaşan Kitle Medeniyetinin Ekonomisi
Medeniyet, yaşamlarımızın kalitesidir ve ekonomi ile toplum, medeniyetin ortaya çıktığı çevreye katkıda bulunur. Pek çok medeniyet kadimdir; başarılıdır fakat başarıları hem ölçek hem de kapsam itibari ile sınırlıdır. Ekonomik yapılanmaları, endüstri öncesinin teknolojisi ile mahduttur. Dolayısıyla kültürel ve sosyal gelişmişlikleri kısa zamanda sınırlarına ulaşmıştır ve görece küçük şehirlerde ve köylerde yaşayan küçük bir elit topluluğundan daha ötesine nüfuz etmemiştir.
Ekonomi ve toplum diyalektik olarak birbirlerini besler. Yani toplum ekonomik faaliyetlere imkân sağlar ve sonrasında bu faaliyetler toplumun hayatta kalmasını ve değişmesine imkân verir.[2]
İnsan türü için toplumda ve ekonomideki büyük dönüşüm endüstri devrimi ile geldi. Bu devrimle birlikte insanın doğaya müdahale edebilmesi ve doğal kaynakları kullanabilmesi için doğa bilimine (science of nature) ─buhar gücü, elektrik, kimya, metalürji ve mekanik─ başvuruldu. Nihayetinde üretim arttı, yaşam standartları yükseldi ve tüketimcilik (consumerism) bir vaka haline geldi. Mesafeler fethedildi, insanlar daha uzun yaşamaya ve daha iyi beslenmeye başladılar.[3]
Endüstrileşmenin gelmesi yeni tarzda bir medeniyet üretti ve bunu seçilmiş elit ailelerle asla sınırlanamayacak düzeyde umumi bir olgu (mass phenomenon) haline getirdi. Endüstrileşme bütün dünyayı kent mekânına (urban space) dönüştürdü ve bu dünyada eski zamanların kan, savaş ve din aristokratları değil orta sınıf hâkim durumda idi.
Kültür ancak ekonomik başarı ile medeniyet seviyesine ulaşır. Medeniyet, sıradan yaşam standartları ve sosyal örgütlenmelerden daha fazla ve ötesinde finanse edilmeye ihtiyaç duyar.
Bilimin ve endüstriyel teknolojilerin tarıma tatbik edilmesi; kitlesel ölçekte üretime, yiyecek fiyatlarında büyük düşüşe ve tarlalardan şehirlere doğru nüfus hareketlerine neden oldu. Bir zamanlar insanların büyük çoğunluğu yiyecek arama ve üretmekle meşgulken, bugün post- endüstriyel toplumlarda, nüfusun % 2’sinden daha azmin tarımla uğraşması diğer insanların beslenmesine hatta daha fazlasının üretilmesine yetecek durumdadır. Tarım sektöründeki bu üretim fazlası ile pek çok insana daha zarif bir yaşam ve kentsel tüketim (urban consumption) imkânı oluşturulabildi.
Endüstri, küresel ölçekte bir medeniyeti mümkün kılar. Bugün bizler küresel bir köyden daha ziyade dijital iletişim araçları ile birbirine bağlanmış küresel bir şehirde yaşıyoruz ve bu şehirler bugün milyonlarca insanın yaşadığı büyük yerler hüviyetindedir.
Endüstrileşmeyi mümkün kılan makinelerin icadı ve bilimin üretime tatbiki de iş bölümü ve uzmanlaşma aracılığıyla toplumu etkiledi. Adam Smith’in milletlerin zenginliğinin nasıl sağlanacağına dair meşhur görüşü iş bölümünün bu etkisini açıklığa kavuşturdu. Smıth iğne üretimini buna örnek gösterir:
Böyle ufak manifaktürlerden olan ve sık sık işbölümünün dikkat çektiği toplu iğne yapımı işini örnek olarak alalım. Ne bu işte (işbölümünün bağımsız bir iş koluna dönüştürdüğü bu işte) bir eğitimi olan ne de iğne yapımında kullanılan aletlerle (ki bu aletlerin bulunması da büyük olasılıkla aynı işbölümü sonucu gerçekleşmiştir) daha önce karşılaşmış olan bir işçi, tüm gücüyle çalışarak belki ancak günde bir iğne yapabilir; kesinlikle yirmi iğne yapamaz. A ncak bu işin şimdiki yürütülüş biçimi sadece ayrı bir iş kolu yaratmakla kalmamış, toplu iğne yapımının, her biri bağımsız bir iş kolu olan çok sayıda alt parçaya ayrılmasını sağlamıştır. Bir işçi teli gerer, bir başkası düzeltir, bir üçüncüsü keser, dördüncüsü ucunu sivriltir, beşincisi toplu ucun takılabilmesi için tepesini ezer; toplu iğne başının yapımı iki veya üç ayrı işlem gerektirir; bunu iğneye takmak da ayrı bir işlemdir, toplu iğneleri beyazlatmak yine ayrı bir iştir; iğneleri paketlemek bile ayrı bir iştir; böylece belli bir öneme sahip toplu iğne yapımı işi, bazı imalathanelerde her birinin ayrı bir işçi tarafından yapıldığı, bazılarında ise, bir işçinin iki üç işlemi birden yaptığı, yaklaşık on sekiz ayrı işleme bölünmüştür. Sadece on işçinin çalıştığı, dolayısıyla da bazı işçilerin bu işlemlerden ikisini üçünü birden yaptığı bu tip küçük bir imalathane gördüm. Yoksul bir yer olduğu için gerekli aletleri yetersizdi, ama sıkı çalışmalarında on iki pound toplu iğne yapabiliyorlardı. Bir pound’da dört bini aşkın orta boy toplu iğne bulunur. Böylece, o on kişi, birlikte bir günde kırk sekiz bini aşkın toplu iğne yapabiliyorlardı. Demek ki bir adam, günde kırk sekiz binin onda biri, yani dört bin sekiz yüz iğne yapıyor sayılabilir. Oysa ayrı ayrı ve birbirlerinden bağımsız çalışsalar ve özel olarak bu iş için yetişmemiş olsalar, her biri tek başına günde kuşkusuz yirmi iğne hatta belki de tek bir iğne bile yapamayacaktı; yani uygun bir işbölümü ve değişik işlemlerin elverişli birleşimi sonucunda, şu an başarabildiklerinin iki yüz kırkta birini, belki de dört bin sekiz yüzde birini bile yapamayacaklardı.[4]
İş bölümü sadece makine düzeneğini değil, işçi idaresindeki yeteneği yani sorumlulukların belirlenmesini ve insanların kabiliyetleri ile motivasyonlarının kanalize edilmesini de zaruri kıldı. Ekonomik mükâfatın imkânı ile birlikte yeni sosyal yapılar ve bazılarının diğerlerinden daha üstün hale gelmesini sağlayacak şekilde yeni kabiliyetler ortaya çıkardı.
Sonrasında iş bölümü, Smith’in tabiri ile “sermaye stoku” veya bugünkü deyişle “sermayeyi” gerektirdi. Gerekli makineleşmeyi sağlayabilecek, ücretleri ödeyebilecek, tedarik mal satın alabilecek ve üretim teçhizatından başkalarının da istifadesini sağlayabilecek olan bu şey genellikle para şeklinde bir araya getirilmiş likit varlıktır. Ekonomik imkânlar, artan bir şekilde karmaşık ve ileri toplumsal, finansal ve yasal ilişkilere neden olmaktadır.
Dolayısıyla tüm bunlar daha yüksek standartlarda yasal yeterlilik, tarafsız süreç ve hukuk kuralları gerektirdi ve bahşetti de. Keyfi şekilde siyasal karar alma süreci ve sınırlandırılmış oy hakkı (restricted franchise) yeni koşullar altında devam edemedi. Öyle ki anayasal demokrasi kamu yönetiminde arzu edilen norm haline geldi.
Toplumun, kültürün ve siyasetin “burjuvalaşması” (embourgeoisement) gelişen bir endüstri medeniyetine işaretti. Orta sınıf alışkanlıkları ve erdemleri, endüstrileşme başarısına en çok imkân sağlayan husus olarak gözüktü ve karşılıklı olarak endüstrileşme de orta sınıfın yönelimlerini, aile modelini ve bilhassa çalışmanın kalıtsal koşullardan değil de başarıdan ve kendine değer vermekten geldiğini ifade eden içsel inancı (inner conviction) teşvik etti.[5]
Fakat bütün iş bölümünün çoğu, eğer ilerleyecekse, özelleşmiş sosyal/kültürel bir çevre gerektirmekteydi. Her bir insan üretim sisteminde yapması gereken her bir görevinde başkalarına bağımlı ise ve diğerleri de işlerinde o insana bağımlı iseler, iş bölümü üretimden başka bir sonuç getirmez. Emniyet ve güven iş bölümünü ve dolayısıyla endüstrileşmeyi sağlayan gerekli unsurlardır. Karmaşık örgütsel yapılarla kişilikler arasındaki eşleşme zaruriyeti hâsıl olduğunda emniyetin zayıf ve insanlar arası ilişkilerde itimatsızlığın olduğu kültürler sıkıntıya gebedir.[6]
Endüstrileşme geçtiğimiz dört yüz yıl boyunca ilerledikçe; bireyler, firmalar, yatırımcılar arasındaki bağımlılık derecesi çok hızlı bir şekilde yükseldi. Eylül 2008’de Wall Street’teki muhtelif fınansal firmaların çöküşünün aniden küresel bir durgunluğa neden olduğunu gördükçe, daha iyi anlıyoruz ki, mevcut dünya yoğun ve birbiri ile ilişkili bağımlılıklarla istiflenmiş üç boyutlu bir matrikstir (Rubik küpü).
Zenginlik aceleye daha az gerek duyan meslekler ve eğlenceler ortaya çıkardı; yani daha fazla para kültür için harcanabilir oldu. Sanat, küçük bir elit gruba hizmet etmekten tüketicinin büyük ölçekte ondan yararlanabilmesinin sağlanmasına dönüşebildi.
Hiçbir kültür, sorumluluklarda ve teşebbüslerde etkin bir sosyal ağ geliştirmeden ve bunu sürdürülebilir kılmadan medeniyet seviyesine çıkamaz. Sadece zenginlik ve güç değil, girişimcilik ve yaratıcılık da medeniyetin alamet-i farikasıdır. Endüstrileşme ve bilim, girişimcilik ve yaratıcılığın neşv ü nema bulmasına olanak tanır.
Küresel Medeniyet için Ekonominin Toplumsallaşması
Pek çok kişinin ifade ettiği gibi, endüstrileşmenin ortaya çıkışı ve gelişmesi kazara veya bir rastlantı sonucu olmamıştır. Öyle gözüküyor ki, bu tarz bir ekonomik üretimin vücut bulması ve sonrasında şaşılacak derecede büyümesi için belirli koşullar gerekliydi. Sadece endüstrileşmenin yarattığı zenginlik, ondan önceki insanların toplam servet birikiminden trilyon dolarlar kadar fazladır.
Karl Marx, daha çok endüstrileşmenin yükselişini açıklamak ve yaratılan zenginliği ahlaki olarak değerlendirmek adına dialektik materyalizm düşüncesini, emek- değer teorisini, emeğin sermaye tarafından gaspı ve sınıf çatışmasını gündeme taşıdı.
Max Weber ise daha farklı bir yaklaşım sergiledi ki bu bana göre çok daha başarılı olmuştur. O, Hollanda, İngiltere, İskoçya ve Kuzey Amerika’daki İngiliz/İskoç kolonilerin Kalvinist bölgelerinde belirli davranışların gelişmesini sağlayan Kalvinist değerler bütününü ele almıştır. Weber bu davranışlarda servet biriktirme, yatırım yapma, azimle ve sebatla çalışma ile bilim ve makineyi üretim faaliyetleri ile bütünleştirme noktasında nev-i şahsına münhasır bir temayül gözlemlemiştir. Kalvenizm burjuvazinin esas inancı idi yani ne Katolik olarak kalmış veya İngiliz Kilisesinin yarı Katolik ritüellerini kabul etmiş veyahut da Baptist olmuş çiftçi kesimine ne de İngiliz Kilisesine bağlanıp kalmış aristokratlara atfedilebilirdi.[7]
İddiam o ki, Kalvenizm’in ürettiği ve diğer kültürlerde de var olmakla birlikte Kalvenist inancın daha çok savunduğu katalizör etken (catalytic agent) karşılıklı güven ilişkisi idi. Kalvenistler kendilerine ve cemaatlerindeki diğer insanlara güveniyorlardı. Emin, çalışkan ve dürüsttüler. İtibar dereceleri (credit risk) iyiydi ve işlerini bitirene kadar görevlerinin başındaydılar.
Herbir bireyin çalışmak, refah elde etmek ve dolayısıyla bu dünyada kutsal amaçları yansıtmak için sahip olduğu Kalvenist öğretiler, Kalvenistlere özgüven, hatta eğlence ve ferdi varlıklarına dair duygularında coşku kazandırmıştı. Onlara Tanrı’larının yarattıkları karşısında şaşkınlıklarını ve himayesinden dolayı âcizane fakat samimi şükranlarını sunmaları için şarkı ve övgü ile onu onurlandırabilecekleri vaz’ edilmişti. Onların hayatı, salt insan hiyerarşilerine ve geçmişteki alışkanlıklara körü körüne bağlı bir hayat değil, amaç ve cesaret dolu idi. Dünyada Tanrı’nın muradını yerine getirmeyi amaçlayan Kalvenistler, dünyevi bir usulle yönetim erklerine, Katolik Kilisesi’nin imtiyazına, İngiliz Kilisesi’ne, monarşiye ve aristokrasiye meydan okudular. Kendilerini daha güzel yarınlar uğruna bugünden çalışan insanlar olarak görüyorlardı; enerjilerini ve mülklerini Tanrı’nın şanına olan itimatları olarak gördüler. Onlarınki, tevekkül, karamsarlık veya bencilce egoyu tatmin kültürü değildi.
Dolayısıyla Kalvenizm, fonksiyon ve görev paylaşımında gittikçe artan uzmanlaşma aracılığıyla gelişip büyümesi gerekli alanlarda güvenilir katılımcılarla iş bölümü yapabilen insanları kolaylıkla ve çabukça ikna edebildi.
Kalvenizm geçiştirmeye değil, sorumluluğa dair bir öğreti idi. İnsanlardan ferdi çıkar adına alan değil, onlara veren taraf olmakla ilgili idi. Endüstrileşme bir sosyal süreç idi ve Kalvenizm çok yüksek seviyede motivasyona sahip bireyler ortaya çıkarmıştı ki bu insanlar tüm vakitlerini, kabiliyetlerini ve servetlerini sosyal girişime vakfetmişlerdi.
Weber’in ikna edici bir görüşü vardır ki o da endüstrileşmenin, insanlığın mirası bütün medeniyetlerin ve de kültürlerin arasında sadece tek bir sosyal zeminde ortaya çıktığı savıdır. Ona göre bu sosyal zeminde farklı bir şeyler olmalıydı ve şu doğrudur ki endüstrileşme 18,19 ve 20. yüzyıllarda, o ilk sosyal zeminde yavaş yavaş yayılmıştır ve bugün 21. Yüzyılda da bazı toplumlardan başka toplumlara yayılmaya devam etmektedir. Diğer toplumlar endüstrileştikçe belirli inanç ve davranışlarını değiştirmişler ve daha fazla “Kalvenist” olmuşlardır. Veya siyasal olarak daha doğru bir dille söylersek, rasyonel, modem, pazar- odaklı, küresel vs. olmuşlardır.
Endüstrileşme yayıldıkça gelenek, kabile, kırsal tarım, dini hiyerarşiler, aristokrasiler, kapalı akraba ağ örgülerine (fixed kin networks) dayanan kültürler; endüstriyel üretimin ve şu anda da elektrik ve bilgisayarın avantajları ile post- endüstriyel ekonomilerin işini kolaylaştırıcı değer ve davranışlara yol açtı.
“Kalvinist” olmayanlarla yani rasyonel anlamda verimli norm ve davranışlarla diğer dinler ve kültürler arasındaki gerilim bugüne değin çok yönlü ve canlı bir şekilde devam etmiştir ve etmektedir de.
Kalvinist olmayanların (ve de bugünkü vaziyet itibari ile daha genel olarak “Batılı” olmayan kültürler diyebiliriz) önemli bir sorunu; nasıl endüstrileşecekleri ve kendilerine ait anlamlı ve nev-i şahsına münhasır (yani Batılı olmayan) değer ve sosyal normları nasıl idame ettirecekleridir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması etrafında gündeme gelen hususlar bu tip pek çok sorunu bünyesinde ihtiva etmektedir.
Çok yakın bir zamanda Wall Street Journal’da, şu anda Harvard’da olan tanınmış ekonomi tarihçisi Niall Ferguson, sadece Caux Round Table’ı değil dünyadaki pek çok kişiyi ilgilendiren bir konuya yani başarılı bir ekonomik gelişimi sağlayan şeyin ne olduğuna dair görüşlerini sunmuştur.
Ferguson şunları ifade etmektedir: “Geçtiğimiz iki yıl boyunca, çıkacak olan kitabım için yaptığım araştırmalardan çıkardığım sonuç şudur ki, Batı “Diğerlerinde noksan olan şu altı “öldürücü” uygulamayı geliştirdi. Bunlar,
♦ Rekâbet: Avrupa siyasal olarak parçalanmış halde idi ve bir monarşik veya cumhuriyetçi düzen içinde birbiri ile rekabet eden birçok tüzel varlık vardı.
♦ Bilim Devrimi: 17. yüzyılın matematik, astronomi, fizik, kimya ve biyolojideki bütün önemli atılımları Batı Avrupa’da gerçekleşti.
♦ Hukukun Egemenliği ve Temsili Yönetim: Sosyal ve politik düzen için ideal olan bu sistem, mülkiyet hakkına ve mülkiyet sahiplerinin seçilmiş yasama organlarına dayanmış İngilizce konuşulan bir bölgede ortaya çıktı.
♦ Modern Tıp: 19. ve 20. yüzyılda sağlık alanındaki bütün gelişmeler (ki buna tropik hastalıkların kontrolü de dâhildir), Batı Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar tarafından gerçekleştirilmiştir.
♦ Tüketim Toplumu: Endüstri Devrimi, hem verimliliği artıran teknoloji arzı hem de ilk olarak pamuklu giyeceklerle başlayan ve daha fazla, daha iyi ve daha ucuz mallara talebin olduğu bir ortamda meydana geldi.
♦ İş Ahlakı: Batıklar daha kapsamlı ve yoğun iş gücünü daha sürdürülebilir sermaye birikimine imkân sağlayan yüksek tasarruf oranları ile birleştiren dünyadaki ilk insanlardı.
Ferguson daha sonra küreselleşmenin; Batı dışı kültürlerin adım adım bu “kültürel öldürücü uygulamaları” kendilerine uyarlama sürecinin adı olduğunu savunmaktadır.”[8]
Caux Round Tables’ın küresel yönetici direktörü olarak Ferguson’un modern medeniyetin yükselişine dair altı “öldürücü uygulama” üzerinden ulaştığı yargılara büyük bir memnuniyetle katılıyorum. Bunların hepsi, Caux Round Table’ın işletme, siyasal yönetim (government) ve sivil toplum prensiplerinin ana iskeletini oluşturmaktadır.
Bu demek değildir ki, Caux Round Table sadece Batılı değer ve kurumların bir uzantısıdır. Tam aksine, son yıllarda yaptığımız çalışmaların çoğu; dünyanın her yerinde, farklı kültürler ve dinler arasında bu modernleşme “uygulamalarının” tatbik edilmesine uygun küresel bir tanım ortaya koymaya yöneliktir.
Bununla birlikte, Ferguson’un bu altı uygulamasını, gelişimi gösterecek şekilde neden sonuç zinciri oluşturmak adına yeniden düzenleyebileceğimizi düşünüyorum.
Öncelikle ben hukukun egemenliğini ve temsili yönetimi başa koyarım. Zira bu sistemler bireyi korur ve böylece onların enerjilerinin icat ve iş olarak ortaya çıkmasını sağlar. Ayrıca fertleri bu hususlarda teşvik eder.
İkinci sıraya rekabeti- hukuk tarafından özerklikleri ve kendi değerleri ölçüsünde karar verebilmeleri için kapasiteleri korunan tüzel kişilikleri koyarım.
Üçüncü olarak, “İş Ahlakı” gelir bana göre. Bu, değerleri üretim metotlarında “kalkış (take off)”ın bir kaynağı olarak konumlandırır. Max Weber’in kapitalizmi Protestan Ahlakı olarak izah etmesini takip eder. İş ahlakı sivil toplumun avantajlarını elde eder ve onları zenginliğe çevirir.
Dördüncüsü, bilim devrimidir ki bu, doğa koşullan karşısında ferdi yaratıcılık ve azimden doğmuştur.
Beşincisi tiptir ve bilimsel yaklaşımların sağlığa tatbik edilmesi ile ilerlemiştir.
Ve son yani altıncı olarak bireylerin başkalarının icat ettikleri ve ürettiklerini satın alabilecekleri tüketim toplumu gelir.
Medeniyet Psikolojisi
Toplum çalışmaları yani sosyoloji, antropolojiyi kabullenmese idi ufuk açıcı bir bilim olmayacaktı. İnsan bireyini, kültürünü ve topluluk içerisindeki kültürel tezahürünü anlamak bizim kim olduğumuzu, şimdiye kadar neler yaptığımızı ve kendimizden neler beklediğimizi idrake bizi daha yakın kılıyor.
Antropolojik perspektiften bakarsak (Chiapas Mexico Projesi’nin bir parçası olarak Harvard’da antropoloji okumuştum), medeniyetlerin başarısı doğal dünyaya yönelik belirli bir psikolojik duruşumuzu dolaylı yoldan gösterir aslında. Medeniyet kendinden emindir. İnsan gücü ile böylesi bir gücü kullanma meşruiyetini ve insan fikirleri ile önceliklerinin ardından dünyaya nizam vermeyi varsayar.
Medeniyet kadere pasif bir şekilde rıza göstermek ve doğal düzenin akışı demek değildir. Şöyle bir düşünün: Şehirler kendiliğinden var olmazlar. Onlar insan hesaplamasının ve ihtiyaçlarının ifadeleridir. Dolayısıyla piramitler, tapmaklar, mahkemeler, marketler, borsalar, vs. hepsini bu şekilde düşünebiliriz.
Medeniyet, insanların hayallerinde ve isteklerinde varoluşsal bir geçerliliğe sahip olduklarını ve hayallerini gerçekleştirme haklarının olduğunu varsayar; kendilerini sanat, müzik, yiyecek, din, hukuk, idare, ulaşım ve takas alanlarında emek sarf etmek için adamaya da hakları vardır.
Medeniyetin ihtiyaç duyduğu psikoloji; başarıyı arama, yaratıcılık ve doğaya hâkim olma psikolojisidir.
Yunan mitleri, doğanın Tanrılarından insana ait olmayan özellikleri alan Sisifos ve Prometheus’un hikâyelerindeki kibir kavramı çerçevesinde medeniyetin bu yönünü izah etmektedir. Yahudi- Hristiyan Kutsal Kitap, bilgi ağacının elmasını yediği varsayılan ve bunun sonucunda Tanrı’nm murat ettiğinden daha fazla kapasite kazanan Adem ile Havva’nın öyküsünde bu medeniyet ruhunu işler. Kur’an bize yeryüzünün halifesi ve adaleti gözeten insanın unutkan, açgözlü ve kibirli yapısını anlatır. Taoist olan Lao Tzu ve Chuang Tzu da insanların kendi hayallerinden bir şeyler yaratma çabasının ürünü olan psikolojiden vazgeçmesi gerektiğini öğütler.
Birisi Hint fakirlerinin sessiz ve ferdi mistisizmleri ile köy ve kabile kültürleri boyunca doğanın ruhlarından ve öfkesinden korkarak avare avare dolaşan bir zahitten, insanın amaçları için doğayı eğip bükmeye meyyal post- endüstriyel kültürlerin kibir dolu girişimlerine (DNA, klonlama, nükleer güç ve silahlar) bir süreklilik ihdas edebilir.
3. Kültürel Değerler ve Medeniyet
Hal böyleyken, medeniyetin özü ve onu daha ileri götürme tutkusu, manevi dürtülerden gelmelidir. Ekonomik faaliyetle ilgili görevler ve sosyal örgütlenme sorumlulukları, muhakkak kozmik anlayışın kutsal ve aşkın (transcendent) amaçları ile irtibatlı algılanmalıdır. Ekonomik aktiviteyi, sosyal normları ve bencil materyalizmin ötesinde pratikleri yükselten medeniyetle alakası olan bir çeşit “karizma” vardır.
Dolayısıyla kutsal gayeler adına gösterilen dini hayranlıkta (köktendin- cilik veya doktriner ideolojilerden bahsetmiyorum) kökleri olan prensipler ve değerler, medeniyetin kalbidir ve ekonomik davranışları ve sosyal beklentileri şekillendirir
Pasif alıcılıktan gururlu mühendisliğe giden bu kültürün sürekliliğinde ve denge kurmasında bir başarı şeridi vardır. Önerim şudur ki, medeniyete yönelik dürtüyü ve insan gayesi ile yaşamının telosu veya doğal amacını burada bulabiliriz.
Bizler burada inşa etmek için varız. Bizler sadece homo sapiens değil, homo faber yani düşünen ve yapan insanlarız. Konuşan, kavramları ve idraki olan, birbirimize hikâyeler anlatabilen ve doğada var olandan farklı şeyleri hayal edebilen varlıklarız da.
Bu kapasite; manevi, dini ve aşkın bir fıtrata sahip olması itibari ile insana konuşur. Bu dürtüler sofistike ve sağlam bir hal aldığında, hareketlerimiz bunu takip eder, yaratmaya ve olağanüstü şeyleri başarmaya başlarız.
Salt kültürlerin aksine bütün medeniyetler, şehirler ve anıtlar inşa etmiştir; doğayı avcı toplumundaki bireylerin yaptıklarından daha fazla değiştirmiştir. Sırf bir taşı tapmağa ya da bir sütuna dönüştürerek, topa tutulmuş bir şehrin etrafına üç metre yüksekliğinde sur inşa ederek veya bir gemi inşa edip onunla ufku geçerek insanlık; doğanın bize verdiğinden daha fazlasına ulaşmıştır.
Hayal etme ve yaratmaya yönelik bu manevi kapasite medeniyetin köküdür.
Şunu da iddia ediyorum ki, Kalvenizm, inananlarına, endüstriyel medeniyetin zorluklarına göğüs gerebilecekleri hususi bir kapasite sağladı. Kalvenizm kendisine tabi olanları, çok çalışmanın, dürüst olmanın ve bir işle iştigal etmenin kurtuluşa ermenin vasıtaları olduğuna inandırdı. Doğanın sınırlarının ötesine geçmek amacıyla gösterdikleri çabalar kutsal bir onaya sahipti, onlara bu anlatılmış ve buna inandınlmışlardı. Bu inanç, ödülü içsel ve ahlaki, bir meşruiyet ve doğru yolda olma hissi şeklinde tezahür eden bir başarma psikolojisinin oluşmasını tetikledi. Rahatlık veren bir güveni sürdürme ve diğerleri ile kamu yararı için çalışmaya onları sevk etti. Bu psikoloji, güveni ve birlikte iş yapma hevesini üst seviyelere çıkardı.
Fakat peygamberlerin uyardığı üzere, bu aynı zamanda fenalığın ve yıkımın da sebebidir. Bu öyle bir güçtür ki, art niyetli düşünenlerin elinde kötü amaçlar için kullanılabilir.
Medeniyet aslında ahlaki bir meydan okumadır da: Bir yandan takdir edilesi, diğer yandan da çekinilesi bir şeydir.
Caux Round Table kısa bir süre önce İbrahimi inançlardan âlimleri, insan yaratıcılığının amaçları hakkında o inançların ahlaki anlayışları üzerinde düşünmek ve medeniyet için bir meşruiyet zemini aramak için bir araya getirdi. Benim de aralarında olduğum bu grup, Dağ Evi Bildirgesi’ni (Mountain House Statement) ilan etti.[9]
Bu bildirgenin ana noktalarını sunarak yazımı sonlandırayım:
İbrahimi geleneklerin her birinin belirgin inançlarına baki saygı ile birlikte müzakerelerimizde, şu an dünya toplumunu saran pek çok sorun üzerinde derinlemesine düşünmemize yardımcı olan Yahudi, Hristiyan ve İslami öğretiler arasında ciddi derecede bir karşılıklı anlayış (resonance) olduğunu fark ettik. İnançlar arası diyalogun saygıdeğer ve ümitvar geleneği üzerine bina edilmiş bu karşılıklı anlayış, küresel refaha farklı yollardan katkıda bulunabilen bütün insanların günlük işlerinde güveni tesis etmek için bir zemin sağlamaktadır ve bu, saygıdeğer dini çoğulculuğun pek çok faydasını kanıtlamaktadır.
Dini kutsal kitaplar, şerhler ve gelenekler; yüzleştiğimiz kaygılar, sezgi gücü yüksek hikmet ve bilhassa başarısızlığa veya umutsuzluğa düştüğümüzde eylemlerimizde yapıcı alternatifler üretmek için engin kaynaklar sağlamaktadır. Bununla birlikte dini bakış açıları iş dünyasında ve ekonomik müzakerelerde hiçbir zaman kabul görmemiştir. Bunun nedeni muhtemelen pek çok kişinin entelektüel olarak dini yaklaşımların aşkın iştiyakları ile genellikle ticari aktiviteleri ve ekonomik teorileri meşrulaştırmak için kullanılan mekanistik mantıkla birleşik rasyonel çıkarcılık arasında ürkütücü bir uçurum olduğunu kabul etmeleridir. Böyle bir rasyonalizm öyle hemen ahlaki kritikler sağlamaz; bilakis dogmatik piyasa köktenciliğine (fundamentalism) imtiyaz tanır.
Genelde dini bakış açılarına yönelik kayıtsızlık hatta antipati; çoğulcu top- lumlarda dini ahlakın rolü üzerindeki şüpheciliğin yanı sıra derin bir husumetin kabulü ve yaşamlarımızın maddi yönü ile de irtibatlıdır.
Şunu kolaylıkla kabul edebiliriz ki küresel ekonomimizi ıslah etmeye hizmet etmesi için bilgi ve hikmetin; sanat, beşeri bilimler, doğa bilimleri, işletme ile ekonominin de içinde bulunduğu sosyal bilimler gibi pek çok kaynağı vardır. Fakat şuna inanıyoruz ki inançlı insanlar bu diyaloğa katkıda bulunabilecekleri emsalsiz kaynaklara sahiptirler ve bunu yapmakla yükümlüdürler de. Hiç şüphesiz ticaret, işletme, fınans ve diğer ekonomik aktivitelerde, insanlar bize verilmiş olan dünya içerisinde gereğine uygun bir şekilde yaratma sürecinin içinde bulunabilirler. İnanç geleneklerimizden neşet eden vizyonlar; işlerimizde nasıl performans sergilediğimiz, başarılarımızı nasıl ölçtüğümüz ve hak ettiğimiz ödülleri nasıl kazandığımız konusunda bizleri bilgilendirerek her birimizle konuşur.
Müzakerelerimizde şunu hissettik ki, son dönemde yaşanan belli başlı ekonomik başarısızlıklar ve işlev bozuklukları (dysfunctions) aşırı çıkarcılığın ve düşüncesizliğinin itici güçleri idi. Kısaca söylersek, ekonomik kriz bir önceki dönemin ahlaki krizinden ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla küresel umutları ve refahı yeniden tesis etmek için ahlaki cevaplar ekonomik tepkiler kadar gerekli olacaktır.
Günümüzün önemli problemlerine dikkat çekmek ve ekonomik krizle su yüzüne çıkan sistematik ve ferdi ihmallerde farkındalık, onları analiz ve onlara iyileştirici cevaplar geliştirmek için İbrahimî inanç geleneklerinin kaynaklarından yararlanacak piyasa liderleri ve diğer uzmanlar ile müzakerenin önünü açmak için inanç, tevazu ve ümit içerisinde bu bildiriyi kamuoyuna sunuyoruz.
Bildirimiz üç bölümden müteşekkildir: (I) Yaratıklar ve Tanrı’nın Yarattıkları ile İş Görmek (II) Yaratıcı Gücümüzün Kullanımı ve Suistimali ve (III) Yaratmanın Suistimaline Cevaplar
I. Yaratıklar ve Tanrı’nın Yarattıkları ile İş Görmek
Her bir İbrahimî inanç, insanoğlunun yaratılmış olduğunu vaz’ eder. Bu hayat lütfunun karşılığında kadınlar ve erkekler, yetenek ve yaratıcılıklarını kullanarak Yaratıcı’nın muradı (Creator’s vision) ile yöneticiler olarak (stewards) sıkı bağlar kurmaya çağrılırlar. Yöneticilik hem fırsatları hem de sorumlulukları barındırır. İbrahimî geleneklerimiz insanın yaratıcılığını kabul eder, över ve onu Tanrı’nın bir lütfü olarak görür. İnsan yaratıcılığı; keyif almak, dünyayı geliştirmek ve hem ferdi hem de kollektif düzeyde insanın tekâmülünü daha ileri düzeylere taşımak için bir potansiyel sunar.
Düzgün kullanıldığında insan yaratıcılığı; Tanrı’nın- ki onun yaratıcı iradesinin amacı bütün yaratılmışların iyiliği için dünyayı mamur etme ve dönüştürmektir- daha büyük hedeflerini yansıtmalıdır. Ne yaptığımız, nasıl yaptığımız, yaptığımızı nasıl dağıttığımız ve onları nasıl kullandığımızla şekillenen insan yaratıcılığının ifade etmesi gereken şey, Tanrı’nın her şeyin üzerinde mutlak hâkimiyeti olduğunu kabul etmesi ile birlikte anılan düşünceli ve sorumluluk sahibi bir yöneticilik (stewardship) olmalıdır. Doğruyu söylemek gerekirse bizler; bizim kontrolümüzün ötesinde kaynaklardan gelen kapasitelerin, güçlerin ve zenginliğin emanetçileriyiz. Aklımız, sağlığımız, emeğimiz ve mülkiyetlerimizin her biri çok küçük bir zaman dilimi için bize emanet olarak verilmiştir. Hal böyleyken bu emanetleri kurtarıcı ahlaki onur ile daha geniş yaratıcı vizyonunun bir parçası olarak telakki etmeliyiz.
Yaratma ile sıkı bağ kurma çağrısı herkese yöneliktir. Hiçbir iş ya da görev sıradan diye bırakılmaz. Yaratma eyleminde hiçbir şey sıradan değildir, ne bir ot sapı ne de yere düşen bir çiğ tanesi. Her birimizin yaptıkları da daha az değildir.
İnsan eli her ne yaparsa yapsın bunlar Tanrı’nın yaratmasına katkıda bulunmak gibi daha yüksek amaçlarla ilişkilendirilebilir.
Tanrı’nın yaratması kapsamında insanlık, dünyayı kendi kullanımımız ölçüsünde biçimlendirerek sayıları gittikçe artan karmaşık kurumlar geliştirmişlerdir. Erkek ve kadınlar nerede olurlarsa olsunlar işletme ve endüstri de dâhil farklı alanlara yaratıcılık enerjilerini uygulamışlardır. Biz insanlar hem dünyaya iştirak ediyoruz hem de onu yeniden şekillendiriyoruz.
Fakat insanın yarattığı hiçbir şey mükemmel ve kalıcı değildir. İnsanoğul- larının hayati ve ayırt edici yaratıcı kapasitelerinin kendi sınırları vardır.
Dünyaya iştirakimiz ve bu dünya içerisindeki gücümüz her zaman bizim tasarımımız olmayan ve bizim kontrolümüzü aşan bir yaratma eylemi ile mahduttur. Bizi her daim harici koşullara karşı savunmasız, doğal kaynakların sınırlılığı ve cahillik ile kendini aldatma riskleri ile yalnız bırakarak yaratıcı insanın meşguliyetlerinin her alanında var olan bu limitler, bizim kendi sınırlılığımızın hulasasıdır. Bu limitleri göz ardı etmek acıya ve yıkıma davetiye çıkarmak demektir. İnsanlığın yaratıcı projeleri tamamen dünyevidir ve başarısızlık ile bozulmaya sırf dünyadaki başka şeyler kadar açıktır. Dahası insanın niyetleri de bu sınırlılıktan kaçamaz. Ahlaki bozukluk ve günah, kamu yararı için hizmet etmek adına bu dünyada çabalama kabiliyetlerimize bilfiil ket vurur. Bencillik ve ben- merkezci saldırganlık en ulvi projelerimizi bile tüketebilir.
İnanç geleneklerimiz şunu da kabul eder ki, insan sınırlılığı içerisinde (ve buradaki kırılganlığımız) yaratıcı faaliyetlerimiz, farkında olarak veya olmayarak asil veya kötü amaçlara dönüşebilir. Doğamız gereği her zaman düşünceli ve sorumluluk sahibi bir şekilde yaratıcı projeler peşinde koşamayız. Yaratıcı eylemlerimizin çıkarımları aracılığıyla tefekkür etmede gerekli ihtimamı göstermekte belirli aralıklarla afallarız. Eylemlerimizin limitleri vardır çünkü bilgimiz her zaman eksiktir (bazen trajik bir durum alır) ve bu nedenle gücümüzün de kendi limitleri vardır.
Bir yandan ilahi yaratıcılığı diğer yandan da sınırlılık, ahlaki zafiyet ve günahı da kapsayan insan yaratıcılığı, doğası gereği mahduttur ve suistimale açıktır, (İbranice olan “cheyt”, Arapça olan “khata” ve Yunanca olan “hamartia” bu kombinasyonun nasıl da “hedefi tutturamadığım” tasvir eder.)
İbrahimî geleneklerimiz şu konuda ısrarlıdır ki, kendi sınırlılığı içerisinde bile Tanrı’nın yarattığı bir mahlûkat olarak insanoğlu ilahi iyiliği yansıtma potansiyeline sahiptir. Bu ifadeyi insanın kendi hatalarından (yaratıcılığımızı yanlış yöne sevk eden toy yalanlardan) kaynaklanan bozulma ve inkârlara işaret etmek ve geleneklerimizin yaratıcılıkla ilgili doğru pozisyonu bulmada bize nasıl da yardımcı olabileceğini ortaya koymak için yazıyoruz.
II. Yaratıcı Gücümüzün Kullanımı ve Suiistimali
İnsanın düştüğü esaslı tuzaklardan birisi sınırlı olduğumuz bilgisini inkâr ve ihmal etmemizdir. Bu duruma düştüğümüz zaman da sıklıkla yaptığımız tek şey fikirde ve dünyada bizatihi yarattıklarımız ile kendimizi rahatlatmak oluyor. Sınırlarımızı inkâr etmemiz ve yaratmada üstün bir özelliğimiz olduğunu varsaymamız; başkalarının, doğanın ve Tanrı’nın bilgeliğine kendimizi kapatmamıza neden oluyor ve kendimizi suiistimale açık ve komşularımıza olan sorumluluklarımızdan uzak bir hale bizi getiriyor. Böylece Tanrı’ya yabancılaşmış oluyoruz.
Yahudi Tevrat’ı ve Hristiyan İncil’indeki Genesis 11 ’de erkek ve kadınların sınır tanımaz hayalleri, Cennete ulaşacak derecede yüksek bir kule inşa etme arzuları ve Tanrı’nın uygunsuz aşırılığa karşı onları cezalandırması anlatılır. 1. Samuel 8’de anlatılır ki, Yahudi halkı kendileri için bir kral seçmek istediklerinde, Tanrı onlar hakkında şu hükmü vermiştir: İnsan gücüne olan aşırı güvenleri ile aslında onlar Tanrı’yı inkâr etmişlerdir. Kur’an, Tanrı’nın insanları sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını tasdik eder. (Kur’an 51: 56; 59: 22-24) Gururdan dolayı, insanlar kendilerini gerçekte olduğundan daha iyi görebilirler: Mukimlere ve topraklara meyleden hizmetkârlar olarak değil de ev ustaları (masters of the House) olarak görmek.
Tarihin büyük çoğunluğunda, yırtıcı hayvanlar, mahsul kıtlığı, doğal afetler ve hastalıklarla yüzleştikçe doğanın değişkenliği karşısında sınırlılık korkusunu tecrübe ettik. Buna cevap olarak savunma, hükümet, ekonomi ve teknolojinin değişik formlarını yarattık. İnsanlığa çoğu zaman fayda sağlamakla birlikte yaratıcı insan emekçilerinin husule getirdiği ve acizliğe karşı kazanılan bu zaferleri yeni tehditler ve endişeler takip etmiştir. Sınırlılık aslında ruhlarımıza mühürlenmiştir.
Şu an büyük ölçüde kendi faaliyetlerimizi yansıtan fakat aynı derecede kontrolümüz dışında bir dünya ile karşı karşıyayız. Binlerinin hataları ve suiistimalleri bütün dünyayı sarsan bir ekonomik krizi salıverdi. Pek çok ekonomi aktörünün düşüncesizce hareketleri bizi bir dizi piyasa çöküşleri ve ekolojik aksaklıkların eşiğine getirdi.
Hep birlikte yarattığımız her şeyin potansiyel anlamda sınırlı ve kusurlu doğasına dair eleştirel bir farkındalığı geliştirmeye devam etmek zorundayız. İnsanın iyiliğine ve acılarından onu arındırmaya yönelik başarıları takdir etsek bile bu başarıların kısmi doğasına dair temkini elden bırakmamalı ve bu faydalardan hiçbir surette istifade etmemiş insanları da unutmamalıyız. Başardığımız iyi işleri takdir ederken sistemlerimizin baskı, yolsuzluk, tahripkâr husumet ve bencillikle dopdolu olduğunu akıldan çıkarmamalıyız.
Teknolojilerimizin ve kumullarımızın gücü, müspet ve menfi sonuçların olanaklarını daha derinden etkiliyor. Bu nedenle, bu gücün kullanımı bize daha büyük bir sorumluluk getiriyor. Günümüzde insanın yaratıcı gücünün dünyaya olan tesiri o kadar fazla artmıştır ki, yeni bir biçimde sadece Tanrı ’mn kulları için murat ettiğine ne derece iyi hizmet edebileceğimize dair uzun vadeli, basiretli ve emin değerlendirmeler yapmaya çağırılmaktayız.
III. Yaratmanın Suiistimaline Cevaplar
İbrahimî gelenekler ekonomik ve fınansal meselelerde temyiz, hüküm, düzeltme ve eylemin her biri için prensipler geliştirmiştir. Karşılaştığımız problemler, en yeni fınansal algoritma, genetik araştırmaları veya nanoteknoloji kadar yeni mevzular olsa bile bu kaynaklar, fıtri ve çoğunlukla yanılabilir olan insanın arzularını kontrol etmeye yönelik nasihatte bulunurlar.
Geleneklerimiz dünyanın, toplumlarımızdan ve projelerimizden her zaman daha büyük olduğunu hatırlatır ve bizi yaptıklarımıza dair ihtiyatlı olmaya çağırır. Başkalarından, doğal dünyadan ve Tanrı’dan öğreneceklerimiz ve onlara karşı mesuliyetlerimiz var.
Geleneklerimiz iddia eder ki yaşamın insan tecrübesine yönelik doğuştan gelen bir sosyal boyutu vardır. Bu yüzden toplumun bu çevrelerini geniş bir perspektiften ve cömertçe anlamlandırmalıyız. Geleneklerimiz şu konuda da bize tembihte bulunur ki, topluluk içerisinde Tanrı’nın istekleri ile birlikte birbirimize de hizmet etmeliyiz. Bundan dolayı girişimlerimiz salt stratejik veya araçsal fırsat manipülasyonlarma indirgenemez. Peygamberlerin mesajları bütün toplumlarımızı, güçsüzlerin göz ardı edilmiş seslerine, mazlumlara ve Tanrı’nın oldukça ihmal edilmiş çağrısına dikkat kesilmeye çağırmaktadır.
Görevimiz özünde insanlar olarak bu çağrıyı anlamaktır ki böylece yaratma çabasında çeşitli görevleri yerine getirebilmemiz için insanlara da nesnelere de, işimize de kaynaklarımıza da birer fırsat şeklinde bakabilelim.
Bütün İbrahimî gelenekler şu aşağıdakileri sağlar:
♦ Çağrıya Kulak Verme (Receiving): Tefekkür, sadakat, tevazu ve merhamet ile yaratmanın inançlı hizmetkârları olarak davranabilmemiz için Tanrı’mn gözden kaçmış öğüdünü ve rehberliğini dinlemek. Sınırlı kapasiteleri olan insanlar olarak herhangi kıymetli bir başarıya girişmeden evvel hikmetten pay almaya ihtiyacımız var. Tanrı yaratma hususunda bize meydan okurken tevazuun, ihtimamın ve minnettarlığın filizlenmesi – ki çoğu için bunlar dua ve ibadetle başarılabilir- sınırlılığımızın yapıcı yakalanışına (constructive grappling) izin verir.
♦ Doğru ve iyi olan şeyi başarmak için insan yöneticiliğini de içeren imkânlar dünyası yaratmada Tanrı’nın merhametini ve bununla birlikte bütün insan sistemlerinin dinamik denge ve fren ile zamansal reformülasyonlarını ihtiva eden tarihsel gerçekliği hatırlama.
♦ Yöneticilik ve böylece kapasitemizi daha ulvi amaç hizmetinde kullanmak için aşkın çağrıya cevap verme.
♦ Yanlışlarımıza pişman olmanın doğru eylemlerden önce geldiği ve onu şekillendirdiğini kabul ederek kusurlar karşısında gerekli sorumluluğu kabul etmek için hatalarımıza nedamet.
♦ Yeniden vizyon oluşturmak,ilahi hikmeti bugüne yeniden uygulama yoluyla sığ görüşlü ve kendine referanslı (selfrefential) paradigmaları aşmak için servet biriktirmeden ezilen insanların görüşlerini göz ardı eden acımasız Sosyal Darwinizme çağrıda bulunur.
♦ Kendileri ile verimli bir şekilde konuşulamayan veya adalet adına iddialarını uygulamaya dökemeyenlerle mesuliyetlerimizi paylaşmak için birbirimize hatırlatıcı olma.
♦ Çağımızı şekillendiren sosyal ve çevresel problemleri etkin ve verimli bir şekilde çözmenin, ticari teşebbüsün hayallerini, yatırımlarını ve usullerini gerektirdiği şekilde anlayıp insanları morallendirerek, organizasyonları yeniden şekillendirerek, güven ve işbirliği ile enerjilerimizi yenileyerek ekonomi sistemini yeniden düzenlemek.
Bu anlamda medeniyetlerin insan girişimciliğinin şu yedi manevi disiplin tarafından bağlamına oturtulmasına ve kucaklanmasına ihtiyaç olduğunu önermek istiyorum.
4. Ekonomi, Toplum ve Medeniyet için Caux Round Table Prensipleri
İş dünyasındaki Japon, Avrupalı ve Amerikalı liderler arasında yapılan serbest Caux Round Table müzakereleri sonucu ortaya çıkmıştır ki, üç temel değer ahlaki bir endüstriyel medeniyeti destekler. Bunlar, insan onuru, Kyosei ve hizmettir (stewardship).
İnsan onuru, insanlığın tanımlayıcı özelliği olarak ahlaki bir hassasiyete teşvik eder ve ekonomik, sosyal ve politik aktivitelerin ahlaki yetkinlik noktasında insanları güçlendirmesini gerektirir.
Çin ve Japon ahlak felsefelerinden gelen Kyosei ise sembiyotik olarak (başkalarına bağlındı olmak ve Budistlerin deyişiyle “bağımlı birlikte varoluş” sağlamak) ekonomik aktivite ve gerçekten bütün insan aktivitelerini temsil eder.
Yöneticilik bizi ve geleceğimizi ayakta tutan nedensellik zinciri üzerinde eylemlerimizin etkisi için gücün ahlaki olarak ihtimamla başkalarını düşünerek kullanımını gerektirir.
İnsan onuru, Kyosei ve yöneticiliğin uygulanması bir ahlaki kapitalizm programıdır. Ahlaki kapitalizm iş dünyasındaki ferdi karar alıcıların paydaşlarını yani müşterilerini, çalışanlarını, firma sahiplerini, yatırımcılarını, tedarikçilerini, rekabetçi stratejilerini ve toplumlarını (bilhassa çevre buna dâhildir) teşebbüslerinin daimi bir değer kazanabilmesinde esaslı öğeler olarak görmeleri ile gerçekleşir. Paydaş ilişkileri, işletmenin sermaye değeri üzerindeki faydalı etkisinin düştüğü veya yükseldiği her işletmenin anahtar gayri maddi varlıklarıdır.
Ahlaki kapitalizm bencilliği, Herbert Spencer ve onun Sosyal Darwinciliği’nin yanlış öğretilerini takip eden acımasız kapitalizmin sığ görüşlülüğünü reddeder.
Endüstriyel medeniyetin ahlaki karakterini güçlendirmek için Coux Round Table üç gruptan müteşekkil ahlaki prensipler önermektedir: Birincisi sorumlu işletmecilik, ikinci grup ahlaki yönetim ve üçüncüsü de sivil toplum organizasyonları için prensiplerdir.
Modem medeniyet üç sacayağı üzerinde oturmaktadır: topluma özel mallar (private goods) şeklinde refah üretmek için ferdi teşebbüs, hükümet için gelir ve sivil toplum kuruluşları için hayırsever destek; hükümet ekonomik büyüme için gerekli sosyal sermayeyi de içeren kamu mallarını sağlar; ve sivil toplum hem hükümet hem de ticari teşebbüse kılavuzluk etmek için erdemli ve ahlaki vizyon üretir.
Ferdi teşebbüs, hükümet ve sivil toplumun birbirlerine olan karşılıklı bağımlılıkları; ekonomiyi, toplumu ve medeniyeti sosyal adalet ve insan mutluluğu için birbirine entegre eder.[10]
———————————————————————-
Kaynak: İTO, Medeniyet ve Değerler, (Editör: Recep ŞENTÜRK), Yayın No: 2012 – 32, İstanbul – 2013, Sf. 95 – 142
[1] Bakınız. Aristotle, Politics, William Ellis Çev, J.’VI. Dent & Sons, London 1939; Hamilton, Edith The Greek Way, W.W. Norton New York 1930.
[2] Landes, David, The Wealth and Poverty of Nations (W.W. Norton, New York 1998); Easterly, William, The Elusive Quest for Growth (MIT Press, Cambridge Mass 2001).
[3] Bakınız. Adam Smith, An lnquity into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, (The Modern Library, New York, 1937).
[4] A.g.e. Book I, Chapter I. (Çev. Notu: Bu kısmın çevirisi mezkur kitabın şu Türkçe çevirisinden alınmıştır. Adam Smith, Ulusların Zenginliği, çev. Ayşe Yunus ve Mehmet Bakırcı, 1. cilt, İstanbul: Alan Yayıncılık, 2004.)
[5] Landes, A. g. e.
[6] Fukuyama, Francis, Trust (Free Press, New York 1995); Wilson, James Q., The Moral Sense (Free Press, New York 1993); Harrison, Lawrence and Huntington, Samuel, Culture Matters (Basic Books, New York 2000).
[7] *Weber. Max, The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism (Scribner’s, New York 1958); Ayrıca, Weber, Max, The Theory of Social and Economic Organization (Oxford University Press, New York 1947); de Soto, Hernando, The Mystery of Capital (Basic Books, New York 2000); Bell, Daniel, The Cultural Contradictions of Capitalism (Basic Books, New York 1976); Parsons, Talcott and Shills, Edward, Toward A General Theory of Action (Harper & Row, New York 1951).
[8] Ferguson, Niall, Civilization: The West and the Rest (2011),
[9] Metnin tamamı için: www.cauxroundtable.org.
[10] Caux Round Table, İşletmecilik, Siyasal Yönetim ve STKTar için Prensipler ile zenginliğin sahipleri (owners of wealth) için: www.cauxroundtable.org
[i] Global Executive Director, Caux Round Table. (Çeviren: Hasan Umut, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, Arş. Gör.)