Büyümenin Kültürü adlı bir çalışmada, bazı ülkelerin zenginleşmesinin, diğerlerinin fakir kalmasının nedeni olarak “itiraz edilebilirlik ilkesi” gösterilir. Olumlu sonuçların alınması sosyal ve ekonomik örgütlenmeler yoluyla görüş alışverişlerin yapılmasına, yatırımlar bu görüşler doğrultusunda gerçekleştirilmesine bağlanır. Bu bakış açısı, zamanla, Batının bir takım bilgiler toplayıp paketlemek yerine keşiflere ve icatlara yönelmesine vesile olur. Avrupa ilerlemesinin temeli olacak araştırmalar yapılmaya başlanır. Bu dönemde dünyanın hiçbir yerinde buna benzer bir yapılanmaya rastlanmaz. Batının maddi ilerlemesinin sırlarından birisi budur.
*****
Prof.Dr. Hasan BOYNUKARA
Dünya görüşümüz bütün faaliyetlerimizi olduğu gibi, üretim ve tüketim biçimlerimizi de belirler. Bu anlamda zenginlik ve yoksulluk kavramları da farklılıklar gösterir. Ekonomiyi hem inançtan bağımsız hem de inanca/kültüre dayalı olarak açıklayan iktisatçılar var. Bugünkü Amerikan kapitalizmini püritanizme bağlayanların sayısı az değil. Örneğin Weber’e göre “düzenli yaşama tutkusu ile Protestanlığın metodik-riyazetçi kanadı olan Kalvinizm ve onunla bir çizgide olan Püritanizm” sermaye birikiminde önemli rol oynamıştır.
Bir disiplin olarak ekonomi on sekizinci yüzyılda ortaya çıkmıştır. O dönemde, ülkelerin maddi gelişmişlikleri arasındaki farklılıkların nedeni anlamaya çalışır. Bu yüzyılda birkaç ülke inanılmaz derecede zenginleşirken, diğerleri sefaletle boğuşuyorlardı. On beşinci yüzyılda dünyanın en zengin ülkesi, en fakirinden ancak iki kat daha zengindi. Oysa 1750’de bu oran beş katına çıktı. “Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri” adlı kitabın bu yüzyılda yazılmış olması bir tesadüf değildir.
İlk ekonomistler, zengin ülkelerle yoksullar arasındaki bu uçurumu kültürle, inanç, tercih ve geleneklerle açıklamaya çalıştılar. Adam Smith, kültürlerin ekonomik büyümeyi veya gerilemeyi doğrudan etkilediğine dikkat çeker. Marx’a göre Asya’da kapitalizmin ortaya çıkışını engelleyen despotizmdi. Weber’e göre kapitalizmin ortaya çıkmasına yol açan etken güçlü bir çalışma ahlakına sahip olan Protestanlar, özellikle de Kalvinistlerdir. Yirminci yüzyılın ortalarında bu tür açıklamalar önemini yitirdi. 1950’lerde Japon ekonomisinin, ardından Asya ekonomisinin hızlı yükselişi Marks ve Weber’in “yalnızca Batı kültürünün sanayileşmeye uygun olduğu” görüşünü hükümsüz kıldı. 1970’de Nobel ödüllü Robert Salon’un ekonomik büyümeyi kültürel referanslarla açıklama girişimi de amatör bir sosyoloğun açıklamalarından öteye gitmedi.
Ancak bu konu kapanmadı. 1980’lerde kültür ile ekonomik büyüme arasında bir ilişkinin olup olmadığı daha geniş çapta araştırmalara konu oldu. Bunlardan en önemlilerinden biri 1993’te basılan “Demokrasiyi İşletmek” başlıklı kitaptır. Putnam Kuzey İtalya’da yaşayanların, neden Güneyde yaşayanlardan daha zengin olduklarını anlamaya çalıştı. Güneydeki halk’ın aile bağları güçlüydü ve aile dışında kalanlara güvenmiyorlardı. Kuzeydekiler ise tam tersine yabancılarla ortak iş yapıyorlardı. Kuzeydekiler daha çok okuyor, spora, kültürel etkinliklere daha çok katılıyorlardı. Bu da daha iyi yerel bir yönetim ve daha fazla ekonomik refah yaratıyordu. Ancak bu mekanizmanın nasıl işlediği konusunda fazla bir bilgileri yoktu.
Putham’dan esinlenen ve çoğunluğu İtalyanlardan oluşan bir grup araştırmacı bu iki grup arasındaki refah farkını kültüre bağlayarak açıklamaya koyuldular. Sonuçta (2004) gördüler ki bu bölgedekiler, paralarını nakitte tutmak yerine mala yatırıyorlar. Ama ilesi dışındakilere güvenmeyenlerin büyük ticari işletmeler kurmalarının mümkün olmadığını da tespit ettiler.
Büyümenin Kültürü adlı bir çalışmada, bazı ülkelerin zenginleşmesinin, diğerlerinin fakir kalmasının nedeni olarak “itiraz edilebilirlik ilkesi” gösterilir. Olumlu sonuçların alınması sosyal ve ekonomik örgütlenmeler yoluyla görüş alışverişlerin yapılmasına, yatırımlar bu görüşler doğrultusunda gerçekleştirilmesine bağlanır. Bu bakış açısı, zamanla, Batının bir takım bilgiler toplayıp paketlemek yerine keşiflere ve icatlara yönelmesine vesile olur. Avrupa ilerlemesinin temeli olacak araştırmalar yapılmaya başlanır. Bu dönemde dünyanın hiçbir yerinde buna benzer bir yapılanmaya rastlanmaz. Batının maddi ilerlemesinin sırlarından birisi budur.
Kültür ile zenginlik arasındaki ilişki konusunda yapılan çalışmalarda karşımıza iki önemli husus çıkar; biri kültürün kaynakları, ikincisi ise benzer kültürlerde yaşadıkları halde sonucun farklılıklar göstermesi. Ekonomistler burada tarihin oynadığı role bakmayı önerirler. Bazı araştırmacılar bunun yüzlerce yıllık değişimlerin bir sonucu olduğunu ileri sürer.
Öte yandan Alberto Alesina, ülkelerin neden farklı kadın istihdam oranları olduğunu inceler. Mısır ve Namibya’nın ekonomik durumu aynı olduğu halde, Namibya’da kadın istihdam oranı Mısır’ınkinden iki kat fazladır. Ancak araştırma buradaki farklılığın sanayi öncesi döneme ve çevresel koşullara bağlı olduğunu ortaya koyar. Mısırda çiftçilik daha fazla kol gücü gerektiriyordu dolayısıyla erkek iş gücü daha fazlaydı. Namibya’da çiftçilik için kullanılan aletler kadınlar için daha uygundu, dolayısıyla kadın çalışan sayısı daha fazlaydı. Bunun da ekonomik büyümenin bir gerekçesi olmadığı ortaya konur.
Benjamin Enke endüstri öncesi toplumlarda akrabalık ilişkilerinin daha güçlü olduğunu tespit eder. Ancak endüstri devrimiyle birlikte akrabalık ilişkileri güçlü olanların bugün daha yoksul olduklarını belirtir. Benzer tarihleri ve kültürleri olan Guatemala ve Costa Rica 19 yy.da aynı ekonomik sıkıntılarla boğuşuyorlardı, diye yazar. Bugün Kosta Rica Guetamala’dan iki kat daha zengindir. Bunun nedeninin kahve olduğunu ve kahvenin Avrupa pazarlarında rağbet bulmasının böyle bir sonucu doğurduğu ileri sürülür.
Bir grup ekonomist kültürün yanında kurumlara, yani yönetim sistemine ve düzenlemelere bakılması gerektiğine dikkat çekerler. Bazı kültür ekonomistlerine göre kurumlar en belirleyici faktördür, yani normlar, değerler ve tercihlerdir. Avrupalılar ve Amerikalılar eşitsizliğin nedenleri konusunda farklı düşünürler. Birçok durumda, farklı kurumların ortaya çıkışının ülkenin kültürüyle doğrudan bir ilişkisi yoktur. Bazı durumlarda tamamen tesadüfidir. Mokyr, birçok devlete parçalanmış Avrupa’nın yenilikler için mükemmel bir model olduğunu söyler.
Bazı araştırmacılar zenginlik ve yoksulluğun belirli inanç kalıplarına bağlı olmadığını ileri sürerler, yani hangi ülkelerin zenginliğe hangi ülkelerin fakirliğe daha yakın ya da uzak olduklarını inançlardan yola çıkarak tespit etmenin mümkün olmadığını belirtirler. Bazı ülkelerin iklim, coğrafya etkenlerden dolayı daha yoksul veya daha zengin olacakları açıktır. Hastalık ve güvenlik gibi riskler de önemli etkenlerdir. Örneğin Mali ve Nijerya gibi ülkeler hastalık riski nedeniyle daha az yatırım almaktadır ancak politik uygulamalar hastalık hastalık riski kadar önemlidir.
Sonuç olarak ekonomik gelişmişliği inanca ya da sadece inanca bağlamak mümkün değildir. Ekonomik inisiyatif, kültür, kurumlar ve açıklanması mümkün olmayan şans gibi etkenler söz konusudur. Yoksul ülkelerin gelişmemişliğini inanca bağlamak ne kadar yanlış veya eksikse, gelişmişlik için inançlardan feragat etmek gerektiğini iddia etmek de o kadar yanlış ve eksiktir.
———————————————
Kaynak:
https://www.fikircografyasi.com/makale/ekonomi-ve-inanc-iliskisi