Ekonomide Çin Modeli ve Liralaşma üzerine

 

Bilgisayarın başına oturunca baktım, son makale üzerinden tam dokuz ay geçmiş. Edebî çalışmaları aksatmamayı başardım fakat makaleler aksadı. Ne güzel ve doğru söylemiş Kanuni Sultan Süleyman: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi. Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Geçen dokuz ayın içine çok önemli gelişmeler sığdı. Gelişmelerin Türkiye için en önemli yansımaları ekonomi alanında oldu. Bu makalede ekonomi ile ilgili iki konuyu ele alacağım.

Önce, yönetenlerimiz tarafından Çin Modeli olarak adlandırılan yeni ekonomik uygulamalar ile ilgili düşüncelerimi paylaşacağım. Ardından belli aralıklarla öne çıkarılan ve nihayet adı “Liralaşma.” olarak konulan, sonuç itibarıyla “Uluslararası ticarette TL kullanılmasının sağlanması” hedefinden hareketle bunun hangi şartlarda mümkün olabileceğini sorgulayacağım. Bu ilk sorgulayışım olmadığı için bolca alıntı yapacak ve konuların önemine binaen lafı da biraz uzatacağım.

Model sorunu ya da modelsizlik

Yönetenlerimiz 20 yıl sonra yeni bir ekonomik modele geçmeye karar vermişler: Çin Modeli.

Tek kelimelik bir sorum var: Niye?

Bu soruyu sormak zorundayım çünkü yönetenlerimiz, Mart 2022’de resmî TÜFE bile yüzde 61,14’ü bulmuş olmasına rağmen (Şubat resmî ÜFE yüzde 105), başarı hikâyesi yazmaya devam ettiklerini söylemeye devam ediyorlar! Öyle ki ABD ve AB ülkelerinin bile ciddi ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu, bizim ise gayet iyi durumda olduğumuzu iddia ediyorlar! Böyleyse eğer yeni bir ekonomik modele niçin ihtiyaç duyuldu? Hem de Çin Modeli’ne!.. 

Model konusuna tarihi biraz geriye sarıp öyle bakalım. Umulur ki geçmişin hikâyesi geleceğe ışık olur:

Aslında 2008’den beri Türkiye’de uygulanan bir ekonomik model yok. 2002-2008 arasına ben -bütün cesaretimi toplayıp (!)- “Kemal Derviş Modeli.” diyorum. Diğer bir söyleyişle, 2008’e kadar Kemal Derviş’in yaptıklarının ekmeğini yedik… Hoşunuza gitse de gitmese de böyle. 

O günlerde ve sonrasında “IMF istedi, kanunlar çıkarıldı.” benzeri eleştiriler hep yapıldı, yine yapılacaktır. İçine düşülen durumu, Düyûn-u Umumiye ile karşılaştıranlar bile oldu fakat Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin 16 Mart 2022’de Fransa’nın Cannes kentinde GYODER Uluslararası Yatırımcı Toplantısı’nda söylediği, “Bir problem mi yaşadınız? Rahat olun. En sevdiğim konuda şu yatırımcılara zorluk çıkaran mevzuat ya da bürokrasidir. Hep beraber kavga edelim. Bürokrasiyi alaşağı ederiz. Arkamızda cumhurbaşkanımız var, rahat olun. Mevzuatı da değiştiririz.” sözleri, IMF’nin isteklerinden daha mı az aşağılayıcı?

[Aslında IMF’yi veya diğer para istemek zorunda kaldıklarımızı değil, bizi onlara muhtaç edenleri sorgulamalıyız. Ben, içinde bulunduğumuz durumu, çok kötü bir futbol oynayarak 5 gol yiyen futbol takımının taraftarlarının, çok güzel bir oyunla 5 gol atan takıma saldırmasına benzetiyorum. Kendi takımınızı sorgulayın kardeşim!]

2008-2014 arasını “Teğet geçecek, geçti-geçmedi.” tartışmaları ile geçirdik. Bildiğiniz üzere 2008’de ABD’de başlayan ekonomik kriz üzerine söylenen “Kriz bizi teğet geçecek.” sözü pek meşhur olmuştu. Geçti mi? Geçmedi, geçti sandık. O yıllarda, henüz, aldığımız yüklü borçların ödemeleri canımızı yakmaya başlamamıştı. Borç aldığımız parayı, kendi paramız sanmaya ve keyfini çıkarmaya devam ediyorduk. Üstüne bir de ABD’nin parasal genişlemesi gelmişti. İçine düştüğümüz rehavet, gerçeklerle yüzleşmemize engel oldu. Hâlbuki dünyanın en büyük ekonomisi tarihinin ikinci büyük ekonomik sorunu ile karşı karşıyayken bu sorunun etkilerinin hiçbir ülkeyi teğet geçmesinin mümkün olmadığı aşikârdı. Hele bizim gibi “gelişmekte olan” bir ülkeyi teğet geçmesi hiç mümkün değildi. 

Nihayet altı yıl boyunca biriken sorunlar, 2014’ün başından itibaren, hatta 2013’ün ortalarında “Ekonomide olumsuz bir şeyler oluyor.” dedirtecek noktaya geldi. Bu tarihler, “modelsizliğimizin” de gün yüzüne çıktığı tarihlerdir. Sonrasında modelsizlik, günbegün sisteme hâkim oldu. Ekonomi, günlük/anlık/kısa vadeli karar ve sloganlarla yönetilmeye başlandı. 

Dolar bir yana, diğerleri bir yana

Bu değerlendirmeleri bugünden o günlere bakarak yapmıyorum. Endişelerimi ve uyarılarımı yazıya dökme ve genele duyurma ihtiyacı hissettiğim tarih 2013’ün Ağustos’uydu ve 25, 26, 27, 28 Ağustos 2013 tarihlerinde “Elin Parası ile Ağalık Olmaz” başlıklı uzun seri makalelerim yayınlandı. Sonra, 2014’ün Ocak’ında, sıklıkla alıntı yaptığım, “Ekonomide Hasar Büyüyor.” ve “Mecburen Yine Ekonomi” makalelerim. Ardından o günden bu güne benzer değerlendirmeler, uyarılar ve tamamı doğru çıkan tahminlerle dolu yüzlercesi. Sadece döviz, faiz, işsizlik, enflasyon değil, ülkenin en önemli holdinglerinin iflas noktasına geleceği konusunda bile uyardım. O noktaya geldiler ve ancak batmalarına müsaade edilemeyecek kadar büyük olmaları sayesinde yüzdürüldüler. Tehlike geçti mi? Keşke!.. ABD ile Çin’in çok sert ekonomik kapışmaya doğru hızla ilerlediğini ve buna göre politikalar geliştirilmesi gerektiğini yazdığımda ise Donald Trump henüz ortada yoktu.

 (Tahminlerimin doğru çıktığını söylediğim zaman tuhaf tepkilerle de karşılaşıyorum. En tuhafı, “Memleket bu hâldeyken sen bu hâli önceden tahmin ettim diye sevinip övünüyor musun?” anlamında oluyor. Daha fazla sorup yorulmasınlar diye cevap veriyorum: Evet, doğru tahmin ettiğim için sevinip övünüyorum. Evet ama işin esasının sevinip övünmekle bir ilgisi yok. Hangi konu olursa olsun, konuya taraflı bakıyorsanız kaybedersiniz; gerçekçi olmak zorundasınız. Memleketin “bu hâllere” düşmesini istemiyorsanız en baştan gerçekçi olun, gerçeklerle yüzleşin. Doğru bilginin doğru yorumlanmasını sağlayan, dolayısıyla doğru tahminlerde bulunmanızı sağlayan, dolayısıyla doğru tedbirler almanızı sağlayan “gerçekçilik”tir. Ben buna “matematik bakış açısı” diyorum.)

Hikâyeye devam ediyorum:

Hep şu üç konu öncelikliydi: dolar, ekonomi bilimi ve güven. Bugün, yaşadığımız ağır ekonomik krizin sebeplerini sorsam, hemen herkes “ithalata bağımlılığın sonucu olan dolar ihtiyacımız, ekonomi biliminden uzaklaşmamız ve güven kaybı” diye cevaplar. Siyaseten farklı sebepler ileri sürenler bile bunun böyle olduğunu biliyor, özel görüşmelerde itiraf ediyorlar. Keşke bu düşüncelerini bizim ulaşamadığımız yetkili zatlara da söyleme cesaretini gösterebilseler.

Dışa bağımlılıktan hep lafta kurtulduğumuz için aldığımız yabancı para cinsi (başta dolar) borçların bir gün başımıza iş açacağı en baştan belliydi. Nitekim o ilk makalelerin sebebi, doların 2,15’ten 2,30’a doğru hareketlenmesiydi. Evet, yanlış okumadınız, “2,15’ten 2,30’a”. Bu hareket beni o kadar endişelendir ki “Ekonomide hasar büyüyor” ile başlayıp alaycı bakışlara ve sözlere rağmen yüzlerce makale yazmama sebep oldu. Aslında her şey ayan beyan ortadaydı: Dolar, bir günde yüzde 7 yükselmişti. Bu yükseliş, bir plan dâhilinde izin verilen geçici ve kontrollü bir yükseliş değildi. Dolayısıyla doların önü alınamadı; kısa sürede önce piyasa faizi, sonra resmî faiz dolara eşlik etmeye başladı. Artık birbirlerini tetikler hâle gelmişlerdi. Gerekli tedbirler ise ya alınmıyor ya da zamanında alınmıyordu. Örneğin sorun belirir belirmez az bir faiz artışıyla doları baskılamak mümkünken bu yapılmıyor, piyasa faizleri kontrol edilmez noktaya gelince faiz artırılıyor, dolayısıyla inisiyatif hep piyasaların elinde oluyordu. Bu sarmalın doğal sonucu olarak da enflasyon günden güne yükseldi. 

(Birçok sektörde dışa bağımlı olduğumuz için “Faiz sebep, enflasyon neticedir.” tezine/sloganına hep itiraz ettim,”Hayır! Dolar ihtiyacımız sebep, enflasyon ve faiz neticedir.” dedim, bugün de aynı şeyi söylüyorum. Ekonominin sloganlarla yönetilmesine şiddetle karşı çıktığım hâlde niçin bu sloganda ısrar ettiğim, yıllardır yaşadığımız şiddetli ekonomik kriz vesilesiyle yeterince anlaşılmıştır umarım.)

Dolara bağımlılığımızın iki görünen tarafı var: Birincisi vatandaşların dolara olan ilgisi, ikincisi uluslararası ticarette dolara olan bağımlılığımız. İkincisinin içine uluslararası mal alışverişinden sporcu transferine, yurt içi kira bedellerinden ve “Liralaşın. Bu bir millî beka meselesidir.” diyen yönetenlerimiz tarafından dolar üzerinden veya dolara endeksli yapılan devlet ihalelerine kadar birçok alan giriyor. 

Peki, Türk insanı dolara niçin bu kadar ilgi gösteriyor, tasarruflarını dolara yatırıyor? Çünkü neredeyse düzenli aralıklarla doların TL karşısında birkaç kat değer kazandığını biliyor. Dolayısıyla parasını korumak için tasarruflarını dolara yatırıyor, hatta malını dolarla satmaya veya kiraya vermeye çalışıyor vs. Bu kadar basit. Açıklaması basit ama Türk insanı ile dolar arasındaki ilişki “kronik ve travmatik” bir ilişkidir çünkü dolar, Türk insanının canını çok yakmıştır. Yönetenlerimiz bu ilişkiyi iyi bilmek, alacakları her kararda, atacakları her adımda, söyleyecekleri her cümlede hesaba katmak zorundadır.  Zira vatandaşların dolara olan ilgisi, aslında uygulanan ekonomi politikalarına ve tabii yönetenlere olan “güvensizliğinin” bir tezahürüdür. 

Dolayısıyla Türkiye için “doların etkisinin öncelikli olarak hesaba katılmadığı” bir ekonomik model düşünülemez bile. 

(Ekonomik sebeplerle oluşan “kronik ve travmatik” durum sadece bize has değil. Örneğin Almanların yüksek enflasyonla böyle bir ilişkileri var. Bir Alman’a yüzde 61,14 enflasyonun ihtimalinden bile bahsetseniz anında ruhunu teslim eder (!). Aynı ilişki ABD’lilerle borsa arasındadır.)

Aslında cevabı doğru verilmesi gereken soru şudur: Niçin dolara bağımlıyız ve bu bağımlılıktan nasıl kurtuluruz? 

Çin Modeli mi, Can Havli Modeli mi?

Açıklandığı günden beri Çin Modeli’nin nasıl bir model olduğu hakkında yönetenlerimizin açıklamalarını bekliyorum. Örneğin yeni Hazine ve Maliye Bakanımız, bize Çin Modeli’ni anlatabilir (mi?). Evet, Çin’in uyguladığı bir model var elbette fakat bizim “Çin Modeli’ne geçtik.” dedikten sonra yaptıklarımızın Çin Modeli ile bir ilgisi yok. Aslında bizim Çin Modeli’ni uygulayabilme ihtimalimiz de yok. Diğer taraftan eğer Çin Modeli en iyisi idiyse 20 yılımız heba edilmiş demektir.

Çin Modeli’nin -en basit anlatımla- beş ana unsuru var: rejim, nüfus, ucuz iş gücü, tasarruf, bilime yapılan yatırım. Bunların her birinin model içinde vazgeçilmez bir yeri var ve bu unsurlar birbirine sıkı sıkıya bağlı. Yani “Çin Modeli”, Çin’e özgü. 

Bize gelince: 

  1. Rejimimizi değiştirmeyi düşünmüyoruzdur herhâlde… 
  2. Nüfusumuzun, Çin’in nüfusu ile kıyaslanması da mümkün değil. Dolayısıyla çok daha küçük bir pazarız ve yabancı yatırımcılar, patentli temel ürün ve üretim bilgilerinin (know-how/meslek sırrı) Çin ile mukayese edilemeyecek kadar azını paylaşıyorlar.
  3. Tasarruf, modeliniz ne olursa olsun zaten önceliğiniz olmak zorunda. 
  4. Geriye ucuz iş gücü ve bilime yapılan yatırım kalıyor. Çin Modeli’nden kasıt ucuz iş gücü ise insanımızın Çin’in bile bir hayli gerisine düşmüş emeği daha ne kadar ucuzlayabilir ki! “Ensar” olduğumuz iddiasıyla “muhacir” diye alıp “maraba” muamelesi yaptığımız insanların emeklerini de katın içine ve bu çok ucuz işçiliğe rağmen birim değer, Ocak 2022’de, bir önceki yılın aynı ayına göre ihracatta yüzde 6,5, ithalatta yüzde 42,7 arttı. Dış ticaret haddi, Ocak’ta, endeks tarihinin en düşük değerine geriledi. Bunun anlamı şudur: Sadece paramız değil, malımız ve emeğimiz de “pul” olmuştur. 
  5. Bilimin önemini ise şöyle anlatmaya çalışayım: O model, şu model, bu model; bir modeliniz olacaksa önce “bilime yatırım yapmanız” gerekiyor. Çin, bilime yatırım yapmasaydı, zamanla dünyanın sayılı üniversiteleri arasına giren saygın üniversiteleri olmasaydı hâla sürünüyordu. Bizim de bilime yatırım yapmamız için hiçbir engel yoktu ama yapmadık. Yapsaydık çoktan birçok sorunumuzu hâl yoluna koymuş olacaktık. Maalesef hâlâ da yapmaya niyetimiz yok.

Konuya bir de gelişmiş ülkelerin durumu açısından bakalım (Çin henüz gelişmiş ülke sınıfında değil.): 

  1. Gelişmiş ülkelerin tamamının en temel özellikleri demokrasi ile yönetilmeleri. 
  2. Gelişmiş ülkelerin ikinci temel özellikleri bilimde çok ileri seviyede olmaları. 
  3. Çin’in nüfusu yanında gelişmiş ülkelerin nüfusunun adı bile olmaz. 
  4. Gelişmiş ülkelerde çalışan ücretleri, onların refah içinde yaşamasını sağlayacak seviyede. 
  5. Gelişmiş ülkelerde tasarruflar da üst seviyede. 

Sonuç: Gelişmiş ülke olmak için ihtiyacımız Çin Modeli değil ya da Çin Modeli bir bütün olarak örnek alınacak bir model değil. 

Peki, yukarıdaki değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere, en bilinen göstergesi “kur korumalı faiz hesabı” olan yeni uygulamaya Çin Modeli denilemeyeceğine göre, ne ad vereceğiz? Ben, “Can Havli Modeli” diyorum. Sağlam referanslarım da var:

İlki Cumhurbaşkanlığı Finans Ofisi Başkanı Prof. Dr. Göksel Aşan’ın 30 Aralık 2021’de BloombergTV’de katıldığı canlı yayında, “Kurun 20-30 liralara gideceğini öngörerek elbette bir model ortaya çıkmaz. Kurdaki hareket öngörülebilir değildi, yine de daha iyi yönetilebilirdi.” ve “Ocak 2022’de negatif enflasyon bekliyorum.” sözleri ile yanılgılarını savunduğu 4 Şubat 2022’deki mülakatında “Ben, dünya fiyatlarında bundan sonra bizi maliyet şoklarına uğratacak hareketlerin olmayacağını bekliyordum.” demesi oldu. 

Kuru öngöremiyor, negatif beklediği Ocak ayı enflasyonu artı 55 gibi çok tehlikeli bir seviyeye yükseliyor, dolar kurunun 12 TL’de dengelenmesini beklerken bugün kur 15’e dayanmış durumda, dünya fiyatları ise rekor kırıyor ve maliyet şoku üstüne maliyet şoku yaşıyoruz.  Ayrıca Merkez Bankası da 2022’de petrol fiyatlarının ortalamasının 80,4 dolar olacağını tahmin etmişti, ortalama çoktan 100 doları aştı. Demek ki Rusya’nın Ukrayna’ya saldıracağı da öngörülememiş. Daha böyle birçok örnek vermek mümkün ama gerek yok. Sonuç itibarıyla neredeyse bütün tahminler yanlış!.. 

Üstüne bir de yeni Hazine ve Maliye Bakanımızın, kur korumalı mevduat kararının açıklandığı anda dolarda görülen aşağı hareket karşısındaki “Ya arkadaşlar biz bir şey yaptık mı?’ ‘Yok efendim.’ Lan nasıl? Harika, muhteşem bir şey çünkü orada kurumlar yok.” tepkisini koyun. 

Bu örnekler yeni modelin adı hakkında ısrarlı olmam için kesinlikle yeterli. Evet, Türkiye’nin yeni ekonomik modelinin adı, olsa olsa, “Can Havli Modeli” olabilir.

Gelelim “Liralaşma Stratejisi”ne. Bu stratejiyi değerlendirirken “Niçin dolara bağımlıyız ve bu bağımlılıktan nasıl kurtuluruz?” hatta “Dolar sorunumuzu, dolardan kurtulmadan çözemez miyiz?” sorularına da cevap vereceğim. 

Rezerv para=dolar

Malumunuz olduğu üzere ulusal veya uluslararası krizler (İlla ekonomik olması gerekmiyor.) hemen her seferinde Türk lirasının dolar karşısında değer kaybetmesine sebep oluyor. Bu kaybın sonucu olarak da içeride ve dışarıda çok ciddi ekonomik, siyasi, sosyal sorunlarla boğuşuyoruz. 

Dolar, sadece bizi etkileyen bir para birimi değil, bütün dünyayı etkiliyor çünkü dolar,  “rezerv para”.

“Rezerv para”, ekonomi dünyasının kullandığı bir tabir ve “merkez bankalarının ellerinde bulundurdukları yabancı paraları yani dövizleri” ifade ediyor. Her ülkenin parası “rezerv para” değil. “Rezerv paraların” diğer paralardan iki önemli farkı var: 

İlki rezerv paraların “uluslararası ticarette” hemen her ülke tarafından kabul görüyor olması. 

İkincisi rezerv paraların “ölçü” para birimi olmaları. Örneğin Türk lirası, başka bir ülkenin parasının değerinin tayininde ölçü olarak kullanılmıyor. 

Bütün dünyada kullanılabilir ve ölçü olması özellikleriyle dolar, bütün ülkelerin merkez bankaları için daima bulundurulması gereken para. Aynı sebeplerle fertler, kurum ve kuruluşlar da paralarının bir kısmı ile dolar alıyor. Son IMF raporuna göre doların, dünya ülkeleri merkez bankaları toplam rezervleri içindeki payı yaklaşık yüzde 60 (Son 25 yıl içinde yüzde 73’e çıkıp 58’e indiği zamanlar olmuş.). 

Doları, yaklaşık yüzde 21’lik pay ile AB’nin avrosu takip ediyor (2009’da yüzde 28’miş.). İngiliz sterlininin payı yüzde 4’ün biraz üzerinde, Japon yeninin payı yüzde 4’ün biraz altında. Çin’in yuanı yüzde 2. Kalanı diğer paralar. 

Görüldüğü gibi “dolar”, merkez bankalarının rezervlerinde mutlak bir hâkimiyete sahip. Dolar, ölçü para birimi olarak daha da güçlü bir hâkimiyete sahip çünkü diğer rezerv paraların alım güçleri bile dolara göre tayin ediliyor. Yani her hâlükârda “ölçü”, dolar. 

Biz istiyoruz ki doların bu hâkimiyetinden kurtulalım (Sadece biz değil, devletlerin çoğu istiyor.). Kurtulalım ki dolar değer kazandıkça Türkiye krize girmesin (Dolar düştüğünde de krize giriyoruz!). Türk lirası ile uluslararası ticaret yapabilelim. 

Peki, mümkün mü? 

Birlikte karar verirken bir başka soruya da cevap arayacağız:

Rezerv paralar, niçin rezerv para?

Ama önce “bir alışveriş aracı olarak para”yı konuşalım.

Mal ve emek değiş tokuşu, para, sanal para dönemleri

İnsanların ve devletlerin ihtiyaçları çok çeşitli ama ihtiyaçlarının hepsini kendilerinin üretmesi birçok sebeple mümkün değil. Dünya kurulalıdan beri böyle. Dolayısıyla ihtiyaçlarını birbirlerinden karşılamak zorundalar ancak önemli bir durum (belki de “sorun”) var ki ne ihtiyaçlar ne de ürünler standart, işlevlerinden dayanıklılıklarına ve değerlerine kadar birçok bakımdan eş değer değiller. 

Paranın olmadığı dönemlerde alışverişin nasıl gerçekleştiğine baktığımızda, mal değiş tokuşu (mübadele/takas) yönteminin kullanıldığını görüyoruz. Bugüne uygularsak, Türkiye; ABD, AB, Çin, Rusya, Irak vs. yani bütün dünya ülkeleri ile mal değiş tokuşu usulüyle alışveriş yapıyor olsun. 

Kulağa hoş geliyor değil mi!..

Şunun için hoş geliyor: 

Bir an için sanıyoruz ki uluslararası ticarette dolar yerine mal değiş tokuşu usulü kullanılırsa malımızın değeri, dolayısıyla refahımız artar. Amerika’ya, AB’ye vs. istediğimiz gibi kafa tutabiliriz.

Üzgünüm ama yanılıyorsunuz! Keşke bu kadar basit olsaydı! Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Hiç bir şey değişmezdi. Biz yine bugün çektiğimiz sıkıntıları çekmeye devam ederdik. 

Eldeki araştırma verilerine göre ilk para, Lidya Kralı Alyattes tarafından MÖ 7. yüzyılda bastırılmış ve “mal ve hizmet karşılığı olarak” bir mübadele aracı olarak kullanılmaya başlanmış. Önce “elektron” adı verilen karışık bir madendenmiş, altın ve gümüş saf olarak ayrıştırıldıktan sonra gümüş ve altın paralar da yaygınlaşmış. Devletlerin ekonomik gücü ve enflasyona bağlı olarak bakır paralar da en çok kullanılanlar arasında. Günümüze yaklaştıkça madenler de farklılaşıyor.

Paranın, değiş tokuş aracı olarak bir önemi olduğu gibi altın, gümüş veya başka madenlerden olmasının da bir önemi var. Örneğin altın olması, o devletin ekonomisinin güçlü olduğunun da bir göstergesi, sonra gümüş geliyor vs. 

Dünyada kâğıt paraların yaygın olarak kullanılması ise 17. yüzyılın sonlarında başlıyor. 

Günümüzün yıldızları kripto (sanal, elektronik) paralar. Bitcoin, Ethereum, Avalanche, Dogecoin, Shiba, Chiliz vs. dediğinizi duyar gibiyim. Toplam sayıları 20 bine yaklaştı. Nereye ulaşacağını Allah bilir!

Paranın asıl önemi bir “ölçü aracı” olmasından geliyor. Hep verdiğim şu örnekle açıklayayım:

Paranın kullanılmadığı zamanlarda insanlar ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorlardı? Diyelim ki buğday üreten birinin bir koyuna ihtiyacı var. Buğday sahibinin, koyun karşılığında buğday ödemesi gerekiyor. Ne kadar ödeyecek? İşte o zamanlar bir koyun karşılığında kaç kilo buğday ödüyorduysa, paranın hayatımıza girmesi ile birlikte alacağı mal için uygun görülen para miktarını ödeyecek. Aynı durum hizmetler içinde geçerli. İnsanlar, mal ve hizmetlerin birbirlerine karşı oransal değerlerini bildikleri için bu oranı paraya uyguladılar yani buğday sahibiyle koyun sahibi bakımından değişen bir şey olmadı. Tabii diğer mal ve hizmet sahipleri bakımından da.

Örnekten de anlaşılacağı üzere aslında konuştuğumuz, ihtiyaç duyduğumuz “para” değil, “mal ve hizmet”. Diğer bir söyleyişle değeri olan “para” değil, “mal ve hizmet”. 

Para, ticareti elbette misliyle arttırdı fakat ticaretin artması yine malı ve hizmeti olana yani üretene, geliştirene, doğal kaynaklarını doğru biçimde kullananlara yaradı çünkü değeri olan “para” değil, “mal ve hizmet”ti. 

Paranın kıymetli veya daha az kıymetli maden olması, kâğıt veya sanal olması da bir şeyi değiştirmedi, değiştirmiyor, değiştirmeyecek çünkü değeri olan “para” değil, “mal ve hizmet”.

Diyeceğim o ki: İlk parayı bastırıp kullanıma soktu diye Alyattes’e kızanlar varsa kızmasınlar!

Diyeceğim o ki: “Rusya ile ruble-TL veya mal takası olarak alışveriş yapacağız. Yaşasın! Doların baskısından kurtuluyoruz.” diye sevinenlerin hevesini kursağında bırakmak istemem ama o alışverişini veya takasını yapacağınız malların karşılıklı değerlerini belirlemek için de doları mihenk olarak kullanmak zorundasınız.  Yani ne cebimizden çıkacak para veya deponuzdan çıkacak mal miktarında ne de cebimize girecek para veya depomuza girecek mal miktarında bir değişiklik olacak. Üstüne bir de ruble saklamak, rublenin saklama ve alışveriş riskini düşünmek zorundasınız. Maalesef durum bundan ibaret!

Tabii ki zaman içinde durumu değiştirmek mümkün. 

Peki! Nasıl?

Üretim, yerli üretim, millî üretim

Konumuz neydi: Liralaşma. Niçin dolara bağımlıyız ve bu bağımlılıktan nasıl kurtuluruz? Dolar sorunumuzu, dolardan kurtulmadan çözemez miyiz ve hatta doları avantajımız hâline getirebilir miyiz?

Yönetenlerimizin liralaşmaktan kastı, sonuç itibarıyla liranın uluslararası ticarette kullanılmasının sağlanması.

(Gerçi uluslararasında kullanılabilmesi için önce içeride kullanmak gerekiyor ya, neyse!..)

Öyleyse önce kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Başka ülkeler niye bizim paramızı kullansınlar ki? 

Sorunun doğru cevabını verebilmek için, hâlihazırda uluslararası ticarette kullanılan paraların yani rezerv paraların diğer paralardan farkını, bunu yapabilmek için de rezerv para sahibi ülkelerin diğer ülkelerden farkını ortaya koymamız gerekiyor.  Bana göre en pratik, anlaşılır ve doğru yöntem bu.

Rezerv para sahibi ülkeleri yani dolar, avro, sterlin ve yen sahibi ülkeleri ekonomik olarak diğerlerinden ayırmak için onlara “gelişmiş ülkeler” diyoruz. 

Bize ne deniyor? Gelişmekte olan ülke. Biz de kendimizi böyle tanımlıyoruz.

Dünyada, bolca “gelişmemiş” veya “geri kalmış” ülke de var.

Gelişmiş ülkeler, zengin ülkeler fakat zengin olduğu hâlde gelişmiş ülke kabul edilmeyen ülkeler de var. Öyleyse gelişmiş ülkelerin daha temel farklılıkları olmalı.

Nedir o fark?

Bu sorunun tek bir cevabı var: bilim.  

Gelişmiş ülkelerin diğer ülkelerden esas farkları, bilimde gelişmiş olmaları. Farkı yaratan, bilim. Bütün büyük medeniyetler ve ülkelerin temel karakteristiği, bilime verdikleri önem.   

Bilim olmadan teknoloji üretmek mümkün değil. Aslında bilim olmadan hiçbir şey üretmek mümkün değil. Bilhassa da fikir. Bu yüzden teknolojiden endüstriye, araştırmadan geliştirmeye, sanattan spora ve sosyal hayata kadar bütün hayatımızı kapsayan bir çerçeveden bahsediyorum. Bir bakış açısından, bir dünya görüşünden, bir kafa yapısından söz ediyorum.

Hani “Millî üretim, millî üretim…” deyip duruyoruz ya, bilim olmadan millî üretim de olmuyor.

Her ne kadar bilgi evrensel ise de “araştırma, geliştirme, icat ve buluş” söz konusu olduğunda bilim “millî” çünkü araştırdığınız, geliştirdiğiniz, icat ettiğiniz, bulduğunuz size ait. Know-how denilen ve benim “meslek sırrı” olarak adlandırdığım şey bu. Meslek sırrı olan şey, bilgi. Sır, patentle aşikâr hâle geliyor ve patentle, sır, sırrı bulana tapulanıyor.

Bir ülkenin parası, bu sır sayesinde “rezerv para” olabiliyor ve ancak bu sır sayesinde itibarlı hâle gelebiliyor. 

Millî üretim ile yerli üretimi karıştırmayalım. Yerli üretim, kendi know-how ve patentleriyle Türkiye’de üretim yapan yabancıların ürettikleri ile yine onların know-how ve patentleriyle Türkiye’de yapılan üretime deniyor. Millî üretimde asıl olan “know-how ve patentin” millî olması. 

Dolayısıyla ben, büyüme ve gelişme için “üretme” kelimesini yeterli görmüyorum. Hedef “millî üretim” olmalı. Know-howlarından faydalanamadığımız müddetçe yerli üretimin, zaman içinde millî üretimi kovacığını ve bizi mahkûm hâle getireceğini de rahatlıkla söyleyebilirim. Dengenin iyi kurulması lazım.

Millî üretimi hararetle savunup desteklerken “Her türlü ihtiyacımızı kendimiz üretelim.” de demiyorum. Bu ciddi bir planlama işi. Her şeyi yapmaya kalkarsak, hiç bir şey yapamayabileceğimiz gibi refahımızın artacağını iddia etmek de yanlış olur. 

Öyleyse gelin bir an önce bilimi öne alalım. Bilimi bile bilimsel olarak ele alalım. Yatırımı bilime yapalım. Emin olun, arkası inanılmaz bir hızla gelecektir.

Yok, bilimi öne almaz, o kutuptan bu kutba savrulmaya, borç aldığımız devasa paraların üzerine beton dökmeye, tarım topraklarımızı ve sularımızı yok etmeye ve de yanlış hedeflerle oyalanmaya devam edersek bugün dolar olur, yarın yuan, belki başka bir para birimi, belki binlerce kripto paradan biri, fark etmez; altına ve gümüşe de geri dönülebilir, hatta mal takasına yani en başa ama yine fark etmez. Değişen sadece alışveriş aracının adı veya alışveriş yöntemi olacaktır; sorunlarımızda, sıkıntılarımızda zerrece eksilme olmayacaktır. 

Bilimi öne alıp gelişmenin öncüsü ülkelerden biri hâline geldiğimizde, daha iyisini, daha uygununu üretmeye başladığımızda ise TL, bizim fazla zorlamamıza gerek olmaksızın rezerv para olacaktır zaten. Hatta o zaman dolar, sorunumuz olmaktan çıkacak, avantajımız hâline gelecektir.

(Ne zaman üretim, gelişme ve büyüme ile ilgili yukarıdaki gibi bir değerlendirme yapsam, birileri çıkıp “Üretmiyor muyuz, gelişmiyor muyuz, büyümüyor muyuz?” diye itiraz ediyor. Cevabım şudur: Bir ülkenin düne göre daha iyi durumda olması, gelişiyor olduğunu söylemek için yeterli değildir hatta eğer rakipleriniz, düşmanlarınız sizden daha hızlı gelişmişse bırakın gelişmeyi, geri gidiyorsunuz demektir. Bu tarafından bakınca göreceksiniz ki fark aleyhimize açılıyor, dışa bağımlılığımız artıyor.)

En kötüsü geride kaldı mı?

Ne anlatırsam anlatayım, sonuçta çoğunluk dönüp şöyle diyor: 

“Tamam da!.. En kötüsü geride kaldı mı?” 

Detayda en fazla merak edilen ise doların yükselmeye devam edip etmeyeceği ve nereye kadar yükselme ihtimali olduğu. Doları soruyor çünkü pahalılığın temelinde dışa bağımlılığımız ve dolara olan ihtiyacımız var.

Döviz, ithalat, ihracat, dış ticaret açığı, işsizlik, enflasyon vs. Bu defa ayrı ayrı irdelemeyeceğim, toptan cevap vereceğim çünkü hem yıllardır anlatıyorum hem de baştan beri anlattıklarımın içinde bu sorunun cevabı var:

– En kötüsü geride kaldı mı?

Cevap veriyorum:

– Kalmadı!..

Gıdayı yine ayırıyorum, sözüm yine yönetenlerimize, bağıra bağıra söylüyorum ve uyarıyorum:

Sorun, sandığınızdan çok çok daha büyük…

 

Yazar
Ali Osman MOLA

Eğitimci, Yönetici, Kurumsal İlişkiler Uzmanı, Editör, Araştırmacı, Yazar 1962 yılında Tosya'da doğdu. Ege Ü Hukuk Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler YO ile Selçuk Ü Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünde okudu. 1985-1986 yı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen