Unutmayalım, bilinenin aksine spekülasyon da iktisadi bir kavramdır. Nasıl, ne gibi? Yapısal reform, ikame mal, marjinal fayda, fırsat maliyeti gibi. Evet, spekülasyon ya da spekülatörlük iktisadi bir terimdir. Ancak bu durum bugünün meselesi değil, geçmişten gelen Türk halkının katlanmak zorunda bırakıldığı temadi eden bir durumdur, kısır bir döngüdür ve de her zaman yaygınlaşma eğilimindedir. Hele ki yaygınlaşma eğilimine girmesi günümüz ekonomilerin karşılaştığı krizler gibi hem de çok yoğun bir şekilde yaşanabilmektedir. Hemen ilk bakışta söyleyelim, yaşanılan bu krizler de büyümenin sürekliliği için önemli bir engel oluşturmaktadır. Ekonominin, ideolojik ve siyasal iktisat yönünün ağır bastığı günümüzde bu bakımdan başta modern ama kapitalist ekonominin babası olarak kabul edilen İskoçyalı Adam Smith (1723-1790)’in düşüncelerinin ve özellikle onun büyümeye bakış açısı bir kez daha önem kazanmaktadır. 1770’li yıllarda henüz kapitalizm diye bir kavram kullanılmadığını da bu arada belirtelim. Smith’in büyüme düşüncesindeki karamsarlığı, özellikle teknolojik gelişmenin önemini çok fazla dikkate almamasından ileri gelmektedir. Gerçi İngiltere ile birleşmeden sonra ortaya çıkan ticari canlanma öncesinde İskoçya’nın temel zenginlik kaynağı tarım iken sanayide kömür, çivi yapımı, tuz çıkartmak gibi görece basit dallarında gelişmeler bulunmakta idi. Kısacası İskoçya’nın sınai ve ticari gelişme düzeyi son derece ‘ilkel’ bir durumdadır. Kuşkusuz, Adam Smith İngiltere’yle birleşme sonrası sadece İskoçya’ya bakarak değil, daha çok da İngiltere’nin o günkü durumunu da irdeleyerek yaptığı çözümleme -sanayi kapitalizminin de henüz gelişme çağında olduğu da düşünülürse- iktisadi büyümenin “durağanlığı”na yönelik olmuştur. Günümüzde teknolojik gelişmeler büyümeye önemli bir katkı sağlamasına karşın, özellikle finansal kapitalizmin öne çıkması, sermayenin üretime yönelik bir iktisadi faktör olma özelliğinin zayıflamasına neden olmuştur. Bunun sonucunda finansal kârlılık amacı doğrultusunda, iktisadi büyümeye katkısı az olan ve sürekli krizlere neden olan bir ekonomik yapıya dönüşmüştür. Sonuçta Smith’in yaşadığı dönemden çok farklı olsa da günümüzde iktisadi büyüme krizlerle sürekli aşınmakta, büyümenin gerçekleştiği sektörler de yeniden şekillenmektedir.
Bütün bunları neden söylüyorum, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı ‘Kur Korumalı Mevduat Sistemi’(KKMS) ya da ‘Dövize Dayalı Mevduat Sistemi’ ülkenin öncelikli gündemi olduğu için ortaya koymaya çalışıyorum, sevgili okurlar. Hemen ilk bakışta görüleceği üzere, ortaya konulan bu sistem bankalardaki TL mevduatından kaçışı engellemek, yatırım için gerekli olan dışarıdan döviz girişini, daha doğrusu yabancı sermaye akışını tekrardan rayına oturtabilmek olarak anlaşılmalıdır. Şimdi soru şu, KKMS’nin kullanılması orta ve uzun vadede ekonomide bir durağanlığa, para arzı artışına ve enflasyonun hızlanmasına sebep olabilir mi? Evet sevgili okurlar, en azından 2021 yılı biterken son ayda yaşadığımız durum Adam Smith’in kuramına benzer bir taban oluşturmaktadır. Meydana gelen bu durum, önümüzdeki süreç içerisinde Türkiye’de de benzer bir biçimde bilinçli ya da bilinçsiz bir durağanlık söz konusu olacak mı? sorusunu gündeme taşımaktadır. Gelin şimdi bu durumu iktisadî düşünürlerin ortaya attıkları teorileri kuramsal olarak inceleyelim.
Adam Smith yaşadığı dönemi, günümüzde de sömürgeleştirilen toplumların içinde bulunduğu toplumu da değerlendirirseniz bir toplumda üç sınıf insanı tanımlamaktadır. Birincisi gelirini maaş ile kazanan beyaz yakalı bürokrat ve mavi gömlekli işçiler, ikincisi gelirini toprak rantı üzerinden kazanan toprak sahipleri, üçüncüsü de gelirini kâr üzerinden kazanan içinde bol miktarda spekülatörleri içinde barındıran kapitalist sınıf. Smith’in yapmış olduğu bu sınıflandırma daha sonraki politik-ekonominin sınıf temelini oluşturacağını bir yerlere not edelim. Günümüzde ise dördüncü sınıf olarak işsizler ordusunu katmamız gerektiğini de düşünelim. Neden? Nedeni açık. Efendim ülkemiz istihdamdan çok çekmiştir de ondan. Anımsayınız ülkemizde geçmiş iktisat politikalarında batılı önde gelen iktisatçıların kuramlarıyla hem hal olmuş daha çok da politik-iktisat erbabı krize yazdıkları reçetelerle faizi yükseltip, kuru artırmışlardır. Bununla beraber devlet ve şirketler küçültülmüş, enflasyon ve işsizlik hızlı bir biçimde artmıştır. Bu durum adeta bir “ömür devrî sistemi” (life cycle system) ‘de simgelemektedir. Çünkü kapitalizm, kendini yenileyen yapısı içinde “kriz” – “krizden çıkış” – “büyüme” -”tekrar kriz” şeklinde ortaya çıkan bir gelişme içermektedir. Kriz nedeni, kâr oranlarının düşmesi iken krizden çıkış ise kâr oranlarının yükselmesi ile mümkün olmaktadır. Krizden çıkış pazarın büyümesi yoluyla ya da verimlilik artışı yoluyla kârların artırılması ile sağlanabilmektedir. Türkiye acilen bu yola girmesi gerekli görülmektedir.
Adam Smith yapmış olduğu analizlerinde iktisadi büyümenin sınırlılığı emeğin üretkenliği sorunu üzerine fazlasıyla eğilmiştir. Ağırlıklı olarak tarım sektörünün öne çıktığı bir ekonomik yapıda doğal kaynakların sınırlı olması, emeğin verimsiz olması ve sermaye birikimi yetersizliği sorunu, bu açıdan üretim olanaklarının kısıtlı olmasına neden olabileceğini ortaya koymuştur. Ona göre en önemli sorun üretim kısır döngüsünün aşılamamasıdır. Duruma bu açıdan bakıldığında üretim kısır döngüsünün aşılamaması bir anlamda kriz vurgusuna neden olmaktadır. (1) Bu kriz olgusu bir açıdan kültürel ve/veya kurumsal nedenlerle TÜSİAD örneğinde görüldüğü gibi, ekonomik altyapının değişime direnmesi olarak da düşünülebilir. Smith “iktisadi büyümenin doğal bir üst sınırı olduğu” düşüncesini de büyük harflerle ayrıca ifade etmektedir. Ona göre büyüme uzun dönemde sınırlıdır. “Neo-Klasik büyüme Teorisi” üretim fonksiyonunda özellikle sermaye birikimi ekonomik büyümenin temel kaynağı olarak görülmesine karşın sermaye yatırımları arttıkça geçen haftaki makalemizde önemle belirttiğimiz gibi “azalan verimler kanunu”nun geçerli olacağı ve uzun dönemde istikrarlı bir ekonomik büyümenin sağlanamayacağı endişesini de beraberinde getirmektedir. Başka bir ifade ile, sermaye kullanımı arttıkça, diğer üretim etmenleri ile arasındaki optimum bileşim oranı bir noktadan sonra bozularak, marjinal verimliliği düşmektedir. Günümüzde doğal kaynaklar ekonomik büyüme açısından özellikle enerji ekonomisi vurgulamasıyla önem kazanmıştır. Spekülatif faaliyetler açısından önemli olan enerji piyasası, ekonomik büyüme açısından özellikle enerji kaynakları kıt olan azgelişmiş ekonomiler için darboğaz oluşturmaktadır. Bunun fosil yakıt fiyatlarında ortaya çıkan hızlı değişimler, krizlerin nedeni de olabilmektedir. Smith’in düşüncesinde ise kıt olan kaynak sorunu, doğal kaynak arzı sonucunda azalan verimler kanunu etkili olmaktadır.
Smith’in analizine dâhil etmediği bir üretim faktörü olarak “sermaye”, modern ekonomilerde emeğin verimliliğini etkileyen teknolojiyle birlikte iktisadi büyümenin itici gücünü oluşturmaktadır. Ancak sermaye üretim faktörü de sanayi kapitalizminin dönüşümü ile birlikte ağırlıklı olarak finansal sermaye formunda öne çıkması; krizlerin artması, sektörel yapının dönüşümü, reel sektörün toplam üretimden payının azalması v.d. sonuçlara neden olarak iktisadi büyümenin sürdürülebilirliğini olumsuz etkilemektedir. Kuşkusuz sermayenin tanımında fiziki sermayenin yanına beşerî sermaye de önemli olmaktadır. Beşerî sermayenin öne çıkması da Smith’in işbölümü sonucunda ortaya çıkan işgücünün verimlilik artışı düşüncesiyle bu açıdan örtüşmektedir. Bu durumu düzeltmek, bilginin üretim sürecinde kullanılmasında uzun dönemde “azalan verimler” yerine “artan verimler” söz konusu olabilecektir. Sürekli büyüme, ancak teknolojik ilerlemeler sonucu yeni bir üretim sürecine geçilince sağlanabilmektedir. Türkiye küresel salgın sürecinde yapmış olduğu birbiri peşi sıra atılımlar ile bu zemine geçişi sağlamıştır, bu son derece önemli bir üstünlük durumudur.
Smith her ne kadar bilgi-teknoloji ilerlemelerinin ekonomik olanaklar sınırını hep genişleteceğini düşündüğünü ima eden bir söyleşi sergilese de devletin ekonomik yaşama müdahalesine karşı çıkan fizyokratların zihinsel çerçevesinin tamamen dışına çıkamadığı da bir gerçektir. Klasik liberal ekonominin “laisses-faire, laisses passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ilkesini ilk olarak dillendiren fizyokratlar ekonomide serbest piyasa, serbest uluslararası ticaret düşüncelerine ağırlık veren doğa yasalarının işleyeceğini ileri sürmüşlerdir. Öte yandan devlete ekonomik bir yaşam içinde önemli bir görev veren İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes ise devlet müdahalesine yer vermeyen “laisses-faire, laisses passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sistemi yerine piyasaya devlet müdahalesinin gerekli olduğunu savunmuştur. Keynes kamu harcamaları toplam talebin doğrudan bir unsurudur demekle kalmamış, ayrıca tüketim gelire bağlı olarak artar veya azalır hipotezini de ortaya atarak çok doğru bir tanımda bulunmuştur. Şüphesiz Keynes’in kapitalizme getirdiği bu eleştiriler, kapitalizmi yıkmak amaçlı değil, aksine kapitalizmin eksikliklerini giderme amaçlıdır. O bir anlamda kapitalizmi kurtaran bir ekonomist olarak iktisat tarihinde yerini almıştır. Büyük buhrandan kurtulabilmek için “Boş Durma Boşuna Çalış” teziyle istihdam yaratma konusunda bir miktar başarılı olmasına karşın, herhangi bir ekonomik varlığın istenildiği zamanlarda herhangi bir zarara ya da kayba uğramadan paraya çevrilebilmesinde yani likidite sorunsalında başarılı olamamıştır. Malum likiditesi en yüksek varlık ise paradır.
Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım, Türkiye 1947 Marshall yardımından bu yana -hadi milat belli olsun diye adını koyalım- Türkiye NATO’ya girişi 1952 yılından bu yana adım adım tüketim bazlı para-mali politik sistemle adeta sömürgeleşmeye doğru yol almıştır. Bu politika sonucunda ülkemizde öncelikle savunma amaçlı imalat sanayisi çökmüş, bunu diğer imalat sektörü izlemiş, Türkiye bir anda ithalat cennetine dönüşmüş, işsizlik artmış insanımızın alım gücü azalmıştır. Düşük kur-yüksek faiz politikası, devletin borcunu artırarak talep enflasyonuna, cari açığı yükselterek maliyet enflasyonuna; milletin ve devletin gelirlerini yüksek faizle iç rantiyeye, sıcak parayla da dış rantiyeye akmasına neden olmuş ve olmaktadır. Bu bir kısır döngüdür. Kısaca ifade edilecek olursa Türk ekonomisinin sömürgeleştirmesi, enflasyonu önleyebilmek için uygulanan düşük kur-yüksek faiz politikası olmuştur. Peki bu durumda ne yapılmalıdır? Öncelikle bu durumda yapılacak birinci iş “Düşük kur-yüksek faiz, cari açık sarmalından kurtulmak”tır. Türk ekonomisinin iş bölümlenmesini, para-malî politikasını akamete uğratan bu sistemden behemahal çıkılmasıdır.Kabul edelim ki, düşük kur-yüksek faiz politikası, iktisat politikamızı şekilsiz amorf hale getirmiştir. Peki bu nasıl düzelebilir? İşlevsel bir para politikası ile etkin bir maliye politikasıyla, ülkemizdeki iktisadi kriz olan işsizliğin ve enflasyonun çözülebileceği düşünülmektedir. (2) Evet bu gerçekten de önemli bir tespittir.
Bir başka önemli husus da “döviz ve diğer menkul kıymet piyasalarında istikrar sağlamadan, sadece fiyat istikrarını sağlamış olmanın makro ekonomik istikrarı sağlamaya yetmeyeceği” tezidir. Son yaşanılan krizin ana etmenleri bir kez daha göstermektedir ki, ürün piyasalarındaki enflasyonist baskılardan değil, finansal varlıkların değerlerindeki şişkinlik ve istikrarsızlıktan kaynaklanmakta olduğu gerçeğidir. Türkiye uzun zamandır yüksek faizle sıcak parayı ülkeye getirerek, bunun karşılığında üretimsizliği göze almış, bunun karşılığında yüksek bir bedel ödemiştir. Yüksek faiz-düşük kur içinde bulunduğumuz duruma çare olmadığı gibi, özel sektörün yatırıma yönelmemesinde en büyük engeli de oluşturmuştur. Türkiye’nin kendi kaynakları ve olanaklarıyla üretim gücünü artıracak bir kararlılık içinde yoluna devam etmek zorunluluğu nihayet bir hükümet politikası haline gelmiştir. Açıkça ifade edilmemekle birlikte öyle anlaşılmaktadır ki, “ithal ikameci model” e geçiş yapılmak zorunda kalınmıştır. Geçmiş yıllarda hükümetin ihracatı arttırabilmek amacıyla dövizi ucuzlattığı bir ortamda Türk sanayicisi ve iş insanı yarı mamul ve mamul ara malı ithal etmesi neredeyse hükümet tarafından teşvik mertebesine kadar desteklenmiştir. Türkiye 19 yıl hem de büyük miktarlarda dış ticaret açığı veren ancak ekonomik depresyon yaşamamış bir ülke konumunda olmuştur. Bu rakamlara yaklaşabilen ikinci bir ülkenin olmadığı gibi başka bir ülkenin bu duruma dayanması neredeyse olanaksız görülmektedir. Türkiye gelmiş olduğu bugünkü yol ayrımında bu ithalatı karşılayabilmek için hammadde ithalatının belli bir kısmının işleyerek, yurtdışına ihraç etmesi ve bu yolla döviz girdisinin sağlaması zorunludur. İhracat girdi mallarını yoğun bir biçimde ithal eden Türk sanayisi cari dengeyi rekabetçi kur ile sağlayamayacağı gerçeğini de anlamak durumundadır. Türk sanayisi kolaycı al-sat, montaj sanayinden süratle uzaklaşarak katma değeri yüksek üretime hızla yönelmelidir. Yerli ve millî sanayi hamlesi kapsamında savunma sanayii dışındaki alanlara süratle geçiş yapmak durumundadır.
Evet sevgili okurlar, Smith’in yaşadığı dönemde iktisadi büyüme konusundaki karamsar düşüncesinin oluşmasına neden olan kaynak yetersizliği yanında spekülatörler kadar devletin ekonomiyi iyileştirmek için halkla birlikte katlanmak zorunda kaldığı sıkı para-mali politikalara ayak direyenlere karşı sanayi ve iş insanları millilik vasfını bir kez daha ortaya koymak zorundadırlar. Bu sorunun önü alınamadığı takdirde üretimde de verimsizliğe düşülebileceği değerlendirilmektedir. Her ne kadar Türk ekonomisi Smith’in yaşadığı yüzyıldan oldukça farklılaşmış olmasına karşın, iktisadi büyüme konusunda kapitalizmin ilk dönemlerinde ortaya çıkan olumsuz durumun günümüzde de yaşanabileceği düşünülmektedir.
Dipnotlar
(1) Barış Aytekin, “Adam Smith’in İktisadi Büyüme Düşüncesinden Bugüne Bakmak: Krizlerin Sürekliliği” İşletme ve İktisat Çalışmaları Dergisi, ISSN:2147-804X, Cilt 5, Sayı 1, 2017, s. 30
(2) İnternet Haber, “Yeni ekonomi modelinin mimarı Şefik Çalışkan ilk kez konuştu: Türkiye neyi deniyor?” 14.12.2021; https://www.internethaber.com/yeni-ekonomi-modelinin-mimari-sefik-caliskan-ilk-kez-konustu-turkiye-neyi-deniyor-2224793h.htm/Erişim Tarihi 26.12.2021/