Türk Milletinin geleceği, Türk ekonomisi üzerindeki ideolojik Batıcı tasallut ile pragmatik siyasetçi işbirliğinin “karşılıklı paslaşması” sonucunda, belirli ölçüde ipotek altına alınmış gibi görünmektedir. Bu durumda, Türk ekonomisinin şu anda içinde sıkışıp kaldığı (ya da bilerek ve taammüden sokulduğu) Batılı ekonomilerin güdümlülük tuzağından çıkışta en önemli açılım, Batı dışı ekonomik sistemlerle karşılıklı menfaatlere dayalı yeni işbirliği sistemleri oluşturmak olacaktır.
*****
Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU
Sözlük anlamına yakın duran diğer benzer kelimeler arasında, “çıkmaz”, aşırı durgunluk” ve “ruhi çökkünlük” gibi kavramlar sayılabilir. Türkçedeki, “buhran” veya “bunalım” kelimeleri, belirli ve geçici bir rahatsızlığı ifade etmekle birlikte; kriz olgusu ve kavramı, herhangi bir sistemin yapı ve işleyişinde ortaya çıkan çok önemli bir yanlışlık ve arızadan meydana gelen yapısal bozukluğu ve hastalık halini anlatır. Genel olarak, her türlü sistemin varlığında ve işleyişinde, çeşitli nedenlere bağlı olarak bazı sıkıntı ve bunalımlar ortaya çıkabilir. Ancak, çağdaş Batı medeniyetinin pozitivist-modernist dünya görüşü ile liberal-kapitalist ekonomik anlayışı, girdiği ve sokulduğu her sosyal sistemin dengelerini alt üst etmek suretiyle başta ekonomik ilişkiler olmak üzere, hayatın her alanında, telafisi mümkün olmayan krizler yaşanmasına neden olmuştur.
Kriz olgusu, içinde yaşanılan zamanda hissedilip fiilen gerçekleşmekte olan bir yapısal bozukluk ve hastalık hali olsa da, temel nedenleri ve kökeni geçmişte bulunan dinamik bir süreçtir. Bu bağlamda, daha önceki zamanlarda alınmış olan yanlış ve eksik kararlar ya da gecikerek alınmış kararlar ile zamanında alınması gerekirken hiç alınmamış olan kararlar, ileriki aşamalarda denetlenemeyen ve yönetilemeyen sorunlara ve baş edilmesi çok büyük dengesizliklere yol açar. Böyle bir durumda ortaya çıkan güç ve enerji kaybına kriz denilmektedir. Gerçekte, sosyal sistemler ve süreçler, sahip oldukları güç ve enerjiyi doğru ve dengeli bir şekilde kullanmak suretiyle varlıklarını sürdürür, büyür ve gelişme imkânını bulabilirler. Yaşanılan kriz durumlarında, sosyal sistemlerin ve yapıların, doğru ve dengeli bir şekilde büyüme ve gelişmeleri için harcamaları gereken güç ve enerjiyi tam aksine kendi kendilerinin tahribine ve yıkımına yöneltmeleri söz konusu olmaktadır. Genel sistem teorisine göre, sistemin temel amaçları ile amaçlara ulaştırıcı araçları arasında tam bir uygunluk olmadığı zaman, kriz halinin çıkması kaçınılmazdır.
Aslında, herhangi bir sistemin veya sosyal sürecin işleyişinde ortaya çıkan krizler, doğru ve isabetli karar verme mevkiinde olan yönetici öznelerin, daha önceden yanlış almış oldukları kararları düzeltmelerine ve zamanında almamış oldukları kararları hemen almaları konusunda adeta onları mecbur bırakmaktadır. Her ne kadar krizler, sürekli olarak olumsuz anlamlar ve imajlarla hatırlansalar da, gerçekte krizler, ilgili oldukları sistemin karar ve süreçleriyle ilgili ciddi yanlışlıkların ve eksikliklerin olduğunu, en azından sistemin yönetim ve yapılanmasında amaca uygun olmayan bazı sıkıntıların bulunduğunu, maddi ve manevi bir takım zararlar üzerinden somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca, yaşanılan krizler, sosyal sistemin varlığı bakımından hayati önem taşıyan amaç-araç uygunluğunun sağlanması ile önemli sorunlara etkili çözüm yolu bulunması açısından da, son derece isabetli kararlar alma fırsatı vermektedir. Bu yönüyle krizler, sistemlerin tamamen yıkılmalarından ve ölümlerinden önce, böyle bir sonuçla karşılaşmamaları bakımından, bir anlamda onlara sunulmuş harika ve son fırsatlar olarak görülmelidir.
Türk ekonomisi, diğer ekonomik sistemler gibi, zaman zaman bazı sıkıntılı durumlar ve krizler yaşamıştır. Yaşanmış olan bu ekonomik sorun ve krizlerin büyük bir kısmı, içerideki ekonomik karar birim ve merkezlerinin, ülkemizin ekonomik imkân ve şartlarına göre karar alıp hareket etmemelerinden ya da bu hususlarda yanlış kararlar almış olmalarından kaynaklanmıştır. Ancak, son yıllardaki ekonomik krizler, ekonomik faaliyetlere dair içerideki mevcut aymazlık ve yönetim yetersizliğine ilave olarak, geçen her on sene itibarıyla giderek ağırlaşan dış ekonomik baskıların ve dayatmaların birer sonucudur. Şöyle ki, özellikle 12 Eylül 1980 İhtilali sonrasındaki ara rejim ve aynı paralelde yürüyen seçilmiş hükümetler tarafından Türk ekonomisinde, bilerek ve taammüden, her on senede artan oranda tek yönlü olacak şekilde Batılı ekonomik sistemlere eklemlenen ekonomik politikalar izlenmiştir. Gerçekte, o yıllardan itibaren Türk ekonomisinin, çok yönlü ve çok sektörlü bir dışa açılma stratejisi çerçevesinde, ihracata dayalı bir ekonomik büyüme politikası takip etmesi gerekirken, 12 Eylül zihniyetli bürokrat ve siyasetçiler, Türk ekonomisinin dışa açılması söylem ve görüntüleri altında, Türk ekonomisini, kendi iktidarlarını borçlu olarak gördükleri Batılı ekonomik sistemlerin arka bahçesi ve teknoloji çöplüğü haline getirmişlerdir. Bu “ekonomik operasyon” çerçevesinde, Türk ekonomisi, Batılı ekonomik sistemlerin ucuz tedarik, basit fason üretim ve onların pahalı ürünlerinin satış yerleri konumuna indirgenmiştir. Ayrıca, son derece ayartıcı bir üslupla (Üniversiteli hocaların da katkısıyla) “turizm” sektörü neredeyse kutsallaştırılmış; böylece, birçok az gelişmiş ülke gibi bizim ülkemiz de, zengin Batılı ülkelerin insanların eğlenme ve dinlenme merkezleri olarak işlev görmeye başlamıştır. Oysa, Türk ekonomisinin gerçek kalkınma ve gelişme stratejisi, imkan ve şartların elverdiği ölçüde her ekonomik sektörde yerli markalarla üretimde bulunmak, kalkınmanın nimetlerinden öncelikle kendi vatandaşlarını yaralandırmak amacıyla bu kaliteli ürünleri iç pazarda satmak, iç tüketim fazlası ürünleri ise çok çeşitli pazarlara ihraç etmek şeklinde olmalıydı. Bir Batılı proje olan 12 Eylül 1980 İhtilalinin hemen öncesindeki 24 Ocak kararları ile hemen sonrasındaki bunların tamamlayıcısı olarak uygulanan ekonomik politikalar, Türk ekonomisini, -imkân ve kabiliyetinin bulunmasına rağmen her sektörde yatırım yapmak yerine- başta tekstil, turizm, toprak ve taş sanayii olmak üzere, çoğunlukla katma değeri düşük ürünlerin üretimi için teşvik ederek, büyük ölçüde zengin Batılı ekonomilerin (AB ülkeleri ve ABD) birçok markalarının yerli “fason üreticiliği” konumuna soktu. Böylece, 12 Eylül ve sonrası ara rejim ve ara rejimin ideolojisine göre yapılandırılmış olan seçilmiş siyasi yöneticiler, dışa açılma görüntüsü altında Türk ekonomisini, ABD ve AB kökenli çok uluslu şirketlerin markalarının yerli imalatını yapan bir taşeron ekonomisine dönüştürdüler. Türk ekonomisinin, Batılı ekonomik sistemlerin katma değeri düşük tüketim mallarının fason üreticiliğine indirgenmesi durumu, yeni zamanların en etkili ve gözde ekonomik faaliyeti olarak “ihracat” olayına yeni bir boyut getirmiştir. Önemli bir ekonomik faaliyet olarak “ihracat”, yerli ve milli ekonomide üretilen mal ve hizmetlerin, yabancı ülkelere ve ekonomik sahalara satılmasıdır. Bu yeni ekonomik düzende, Türk ekonomisinin “ihracat” kaleminde, Batılı çok uluslu şirketlerin markalarının fason üretim siparişleri de yer almaktadır. Ülke ekonomisinin, fason üretime dayalı yeni ihracat tarzından dolayı özellikle dışarıdan yapılan katma değeri yüksek mamullerin ithalatında, aynı Batılı ülke ekonomilerinin ön plana çıkması, adeta kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Böylece, Batıcı bürokratik ve siyasi yöneticiler ile bunların iş dünyasındaki yandaşları sayılan Batıcı diğer piyasa güçlerinin, bu konularda birbirleriyle “paslaşmaları” sonucunda Türk ekonomisi, Batılı ekonomik sisteme güdümlü bir hale gelmiştir.
Türk ekonomisi, katma değeri yüksek ürünlerin ihracatını önceleyen bir yapısal değişim ve dışa açılma ihtiyacının, Batıcı yönetim mekanizmaları tarafından Batılı ekonomilere bağımlılık şeklinde istismar edilmesi ile Türk ekonomisi, Batılı ekonomik sisteme güdümlü bir hale gelmiştir. Ayrıca, üretim alt yapısı henüz yeterince oluşturulmadan topluma pompalanan aşırı tüketim iştahı sayesinde, çok büyük bir borç tuzağına düşürülmüş ve bir taraftan devlet, bir taraftan da toplum (kredi kartları borçları üzerinden), Batılı banka ve finans kuruluşlarına “borçlandırılmıştır”. Türk ekonomisindeki son yıllarda baş gösteren ekonomik krizler, büyük ölçüde bu tek yönlü ve güdümlü ekonomik yapılanmanın ortaya çıkardığı dengesizliklerin ve çelişkilerin, artık taşınamaz ve kaldırılamaz bir hale gelmesinin sonucudur. Bu bağlamda, Türk ekonomisinin, 2009 yılında eksi %6,5 oranında küçülmeye maruz kalması, bütün sonuçları itibarıyla sadece bir ekonomik kriz olmayıp, aynı zamanda uzun bir süredir inatla yürütülmekte olan Batıcı yönetim tarzlarının iflası anlamını taşımaktadır. Şöyle ki, Türk ekonomisindeki mevcut ekonomik krizin merkez üssü, ABD ekonomisidir; buradan da ekonomi yönetimindeki yapısal güdümlülükten dolayı AB ülke ekonomileri üzerinden Türkiye’yi vurmuştur. 2007 yılının başında ABD ekonomisinde, tut-sat (mortgage) uygulaması kapsamında düşük gelir düzeyindeki tasarruf sahiplerine kullandırılan riskli konut kredilerinden dolayı öncelikle banka ve finans sisteminde iflaslar meydana gelmiş, daha sonrada piyasaya talep yetersizliği şeklinde bir ekonomik durgunluk ortaya çıkmıştır. Dünyanın en büyük ekonomisine sahip olan ABD’de başlayan pazar tıkanması, bu ülkeye en fazla ihracat yapan AB ülkelerinin dış ticaretinde önemli ölçüde daralma yaşanmasına yol açmıştır. Böylece, ABD ekonomisindeki, finans krizinden kaynaklanan tüketim düzeyindeki düşüşler, AB ülkelerinin reel sektörlerinde önemli bir tıkanmaya neden olmuş, buraya gereğinden fazla bağımlı hale gelen Türk ekonomisi de büyük bir ekonomik krizin girdabına düşmüştür. ( Rasih Demirci, “ Küresel Kriz ve Türkiye, Türk Ocakları Genel Merkezi Web Sayfası, www.turkocagi.org.tr, 2010). Türk ekonomisinin, özellikle son otuz yıldır ağırlıklı bir şekilde ABD ve AB ekonomilerine tek yönlü olarak güdümlü hale getirilmesi, “bağımsız değişken” olarak bu merkezi ekonomilerde meydana gelen tıkanmaların, daha büyük oranlarda Türk ekonomisini etkilemesine sebep olmaktadır (ABD ve AB ülkelerindeki 2009 yılı milli gelir küçülmesi yaklaşık eksi %3,4 iken, Türkiye’de eksi %6,5’dur).
Türk ekonomisinin yaşadığı iç çelişki ve yanlışlıklara ilave olarak, dışa açılma politikasında sadece Batılı ekonomilere odaklanmasının, dışarıdan kaynaklanan küresel krizlere karşı son derece kırılgan bir durum yaratmış olduğunun en açık örneği, 1980’lerden sonra büyük ölçüde Türkiye’nin genel ekonomi politiğinin bir tür pilot bölgesi gibi sanayileşen Denizli kent ekonomisidir. Denizli kent ekonomisi, başta tekstil olmak üzere, turizm, mermercilik ve hafif metal sanayinde, ağırlıklı bir şekilde yabancı ülke markalarına “fason üretim ve hizmet” yapma tarzında dışa güdümlü bir ekonomiye sahip olması nedeniyle “iş ve hizmet yaptığı” ülke ekonomilerinin, krize girmeleri veya başka “fasoncu” ülkeleri tercih etmeleri ile çok büyük iflas ve işsizlik sorunları yaşamaya başladı. Buna karşılık, çok sektörlü bir üretim kapasitesi ile çok değişik ülkelere ihracat yapma tarzında, esnek ve alternatif bir ekonomik modeli yöneten Konya kent ekonomisi ise şu sıralarda yaşanmakta olan küresel krizden daha az oranda etkilenmiş gibi görünmektedir. Çünkü, Konya kent ekonomisi, belirli ölçülerde kendi ürünlerini üretmekte ve pazarlarını da kendi inisiyatif ve araştırmalarına göre tespit etmektedir. Konya kent ekonomisi, ürettiği ürünleri başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere, yaklaşık 70 ülkeye ihraç etmektedir. Bu çerçevede, Denizli kent ekonomisi, Batıcı bürokrat ve siyasetçi yönetici sınıfının karşılıklı “paslaşmalarıyla” sürükledikleri Batı odaklı Türk ekonomisinin yerel örneği olarak, küresel krizden büyük ölçüde etkilenmesine karşılık; Konya kent ekonomisi, Türkiye’nin Batıcı merkezi ekonomik sisteminin dışında, alternatif bir ekonomik model uygulaması ile küresel krizden büyük ölçüde etkilenmemiştir.
Türk Milletinin geleceği, Türk ekonomisi üzerindeki ideolojik Batıcı tasallut ile pragmatik siyasetçi işbirliğinin “karşılıklı paslaşması” sonucunda, belirli ölçüde ipotek altına alınmış gibi görünmektedir. Bu durumda, Türk ekonomisinin şu anda içinde sıkışıp kaldığı (ya da bilerek ve taammüden sokulduğu) Batılı ekonomilerin güdümlülük tuzağından çıkışta en önemli açılım, Batı dışı ekonomik sistemlerle karşılıklı menfaatlere dayalı yeni işbirliği sistemleri oluşturmak olacaktır. Çünkü bilinen en kadim işletmecilik ilkesine göre, sahip olunan bütün yumurtaları tek bir sepete koyanlar, gün gelir bu sepetin tepetaklak olmasıyla hiç omlet yiyemezler. Bu yüzden, yumurtaların değişik risk ve tehlikelere karşı (yani çeşitli krizlere karşı) değişik sepet ya da kaplara konması daha akıllıca ve basiretli bir tavırdır. Konya kent ekonomisi örneğinde olduğu gibi, Türk ekonomisinin dışa açılma politikası tek yönlü olmayıp çok yönlü olmalıdır. Bu bağlamda, Türk ekonomisinin, Batı ile ekonomik ilişkilerindeki tek yönlülüğün sakıncalarını dengeleyecek şekilde, Türk Dünyası, Karadeniz Havzası, Orta Doğu, Kuzey Afrika ülkeleri ile İran-Pakistan hattı üzerindeki ekonomik saha üzerinden de, dünya ekonomisine yeni açılımlar yapma zorunluluğu vardır. Gerçekte, dünyaya açılma, dünyanın tek bir yönüne bağlı değil, dünyanın geneline açılmakla olur. Türkiye, Batıcı yönetici sınıf tarafından şimdiye kadar “dünyaya açılmak” görüntüsü altında, sadece Batıya açılmış, yani bağlanmıştır. Bu bağlantının ve yanlış dışa açılmanın bedeli ise küresel krizden daha fazla etkilenme şeklinde ödenmektedir. Bu yüzden, yaşanmakta olan ekonomik krizlerin, elbette birçok sebebi olmakla birlikte, en etkili sebep mevcut Batıcı yönetim tarzının iflasıdır.
———————————–
Kaynak:
http://www.eskisehirturkocagi.org/kose-yazisi/ekonomik-kriz-aslinda-bir-yonetim-krizidir/