Ekranlardaki Cıvık Hümanizma Ve İnsan-I Kâmil Tasviri

Ne vakit büyük bir Türk düşünürü yahut mutasavvıfı hakkında bir roman okusam, bir film izlesem, bir sohbete yahut tiyatroya gitsem, büyük bir teessür ve sükût-u hayâlle geri dönüyorum.

Sermayelerini ya çağın ideoloji veya siyâsi gücünden alan baskınlık gayreti yahut kendi inanç ve felsefelerinden alan yapma-yapıştırma cehâleti! Acaba şu gün küre-i arzda, “hümanizma” denilen çamurun üzerine boca edilmediği kaç sûfi, kaç düşünür, kaç Hakk âşığı var? Geçir başına bir kavuk, oturt posta, döndür semâda birkaç semâzen, adı ateş dansı, aşk figü olsun!

Anlatılmaya çalışılan bu büyük Türk düşünürlerinin çocukluk ve ilk gençlik yıllarının gâyesi gelecekte insanları ışığa kavuşturacak bir kahraman olmak… Böyle bir filmi izlerken yahut bir biyografi-romanı okurken zihninizi kahramandan önce geleceğe yol almış gidiyor buluyorsunuz.

Acaba biz geçmişte yaşamış bu âriflerin hayâtını, modern zamanların yârını kurtarma, istikbal için çalışma hırsına kapılmışken, yaşadığı günü ve ânı yok sayan gaflete düşmüş insanları ile mi karıştırıyoruz? Bu içerikten yoksun, yaşadığı her ânın farkında olan yüksek akıllı insanlara sadece bir takım felsefi söylemler yüklemek, arka fonda dönen bir iki tennure, kafalarına bir sarık, hocalarının önünde bir rahle ve hıfz ile ha bire beynine kalbine yüklenilen bir ambar mı zannediyoruz?

Oysa tâ çocukluğundan başlayarak, bulunduğu ortam ve cemiyet hayatında hatta ailede dahî çağın yüklediği verili olanlara mütemadiyen bir ruh ve kalp mücâdelesi, bir geri kusma, bir tefekkür, biteviye bilenme ve incelmesi seyri değil midir ârifin idrâkinin? Sâdece görüntü, sarık ve tespih, tennure, iftira, sürgün, kerâmet ve mihnet midir asl olan? Ululuk ululamak ve ulumak mıdır yirmidört saat, bin beş yüz sayfa roman, beş saat peyaz perdede gişelik film olarak! Sarığın, fesin, postun, dostun, asânın, yolun, mürşidin, dervişin, dergâhın, insanın, makâmın, aşkın, feriştâhın, hikmetin, sözün, közün, yaşın ve kurunun içeriği nedir? 

Mütemadiyen koşturulan ve yönlendirilen zihin özü nerede hangi gösterilende yakalayacak? Nerededir biçim? Atınız üç boyutlu gözlükleri, seyrettilen, okutturulan değil, bizâtihi seyre katılan o “iç boyutlu” gözlük neden hâlâ icâd edilememiştir?

Bu Hakk âşıkları, bu fikir ustaları, şairler, düşünürler acâba bu dünyaya sâdece kapris yapan insanları, devlet adamlarını ve câhil halkı intizama me’mur ve mecbur olarak mı doğmuşlardır? Oysa hakikat ne senaryo metninde ne de tasvîri yamultulmuş velîdedir. Hakîkat o büyüklerin nefesinden gelen ilâhi yurdun bizâtihi kendisidir. Haydi şimdi yaptığınız işe, karaladığınız kağıtlara o nefesi dâvet edin. Zihni bırakın, kalbe yazın. Kendini kaybetmesin, kendini, yaşadığını hissettirecek o nefesi üfleyin maharetiniz varsa? Açıkçası bu mahareti kendimde bulamadığım için gelen biyografi roman ve senaryo teklifleri hâlâ çalışma masamda bir kördüğüm! Ya bu nefesi vermeli, akla yükseltmeli insanları, yayut sükût etmeli efendim, peygamberler, velîler, âşıklar, maşuklar bizim kalem uşağımız ve günü, yazıyı, diziyi, fiziği kotaracağımız orta malı malzemelerimiz değiller!

İllâ liyâkat kesbetmek istiyorsanız Allah’ın size bahşettiği malzeme mi yok? İnsân-ı kâmilden evvel her gün balkondan seyrettiğiniz denizin yahut başınızın üstündeki gökyüzünün derinliğine bakın. Bir ummânın derinliği yahut fezânın haşmeti önünde hayretten hayrete düşmeden almayın elinize kalemi. Yüksek bir binanın tepesinden caddeye bakın, dağlara tırmanın, derin bir kuyu bulun, evvelâ derinliğe bakın. Ulu kişilerin hayatlarındaki bu sükût ve derinliğin, o derinliğin içinde her ân dirilen aklın hayretlerinin bizim sefil ve derinlikten yoksun, nefes aldığını dahî unutmuş zihinlerimizin kaale alamayacakları basit birer tezahür ve teferruatlar mıdır?

Allah’ın yüceltmiş olduğu bir ruhu anlatıyorsun zaten a canım! Allah’ın yücelttiğini kim alçaltabilmiş ki bunda kendini bir katkı yapıyor zannediyorsun? Yüceliği yüceltmek değil asl olan, o yüce nicedir, peşine düşmek, sürünmek, kaybolmak ardından. Her an kendini yenileyen kâinat düzenine bir bak. Biteviye akan bu hayat ırmağı, dipsiz okyanus gibi nasıl kaynıyor gör. Varoluşdaki o “sessizliği” oluşdaki o “sükûtu” duy! Ve büyüklerdeki bu “edebi” anla! İnsanı, ağacı, taşı, suyu, coğrafyayı, ayı, günü yıldızı, otları, şifâyı, eczâyı, insan kalbini bilmeden Allah’ı tanıyan ve tanıtan şu modern din insanlarından öğrenemezsin mürşîd-i âgâhı! Nefes olmadan duyamazsın neyi ve kalbine fısıldadığı sırrı..

Sır ne sarıktadır ne hırkada, ne geçmiş zamandadır ne gelecek zamanda, ne mezar taşındadır ne efsunda, ne kalemdedir ne kâğıtta, ne şiirdedir ne de kafiyede, cinasda!

Sır; an/layabildiğin o ân’dadır. Mesâfe kaybolur, zaman duvarı delinir, o mânâda erirsin.

Bu ânın yakazası delinip geçmiyorsa kameranın prafan ufkundan karart o perdeyi!

Bu ân kalbinden kaleme akmıyorsa yazmamalı, tüketmemeli!

Ey yayıncı, ey senarist, ey yönetmen ey yapımcı!

Hele sen ey yazar!

Yüceyi yüceltmekten, yüceltmeyi emretmekten elde ettiğiniz o ucuz propagandalar, siyâsi ve kişisel menfaatler ve dünyalıklar bilin ki yâr olmaz asla, iki dünyada da sizi bozar!

Saliha MALHUN

Yazar
Saliha MALHUN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen