Ekrem İmamoğlu: “Tartışmalı” Adaylıktan “Müstakbel “Kahramanlığa”!

Mustafa TEZEL

Ekrem İmamoğlu (Eİ)’nun hakkında ileri sürülen çeşitli iddialar gerekçe gösterilerek tutuklanması, yakın dönemde Türkiye’de iç-siyâset dengelerini değiştirecek gibi görünüyor. Konuyu çeşitli yönleriyle irdelemekte yarar görüyoruz.

***

Eİ, 2019 yılında CHP tarafından İBB Başkan adayı olarak gösterildiğinde, Türk Kamuoyu tarafından tanınmıyordu. Türkiye’nin en büyük şehrine başkan adayı olarak gösterilen bir siyasetçi için bu büyük bir risk idi. Ancak, Ekrem Bey, sempatik tavırları, girişkenliği, liderlik ve iletişim becerisiyle, bu durumu lehine çevirmeyi başardı.

Seçimleri 13 bin oy farkıyla kazanmış olmasına rağmen, aynı sandığa atılan her 4 oydan 3’ünün geçerli, 1’inin ise geçersiz sayılması, büyük bir garabet idi. İstanbul halkı, bu durumu iradesine müdahale olarak algıladı ve 2,5 ay sonra yapılan ikinci seçimde, Ekrem Bey rakibine 1 milyonluk bir fark atarak, İBB başkanı oldu.

Ekrem Bey’in önünde yeni bir güçlük vardı; başkan seçilmişti, ancak Belediye Meclisinde çoğunluk iktidar cenahında idi. En basit konularda dahi Meclis, Başkanın icraatlarına engel olmaya çalışıyordu. Keza, metro inşaatları vb. büyük yatırımları yapabilmek için kullanılması gereken krediler nedeniyle, gerek Belediye Meclisinden ve gerekse de merkezî yönetimden izin almakta zorlanıyordu. Bütün bunlara rağmen, Eİ, İstanbul halkının güvenini kazandı ve sonraki seçimde, oylarını daha da artırarak, yeniden İBB başkanı seçilmeyi başardı.

Eİ’nun, her iki seçimde de “sandığa sâhip çıkma” konusundaki dirâyeti, seçim sonuçlarının iptâl edilmesi ve seçimlerin yenilenmesi sürecindeki kararlı ve soğukkanlı tutumu, teşkilatçılığı, özellikle daha önce iktidar partisine oy vermiş olan seçmenlerle arasında müspet iletişim kurma konusundaki başarısı, birdenbire kendisini İBB başkanlığının ötesine taşıdı ve özellikle partili seçmenlerde “aranan lider adayı” olarak görülmesini sağladı.

CHP, 1977 seçimlerinden buyana seçimlerde birinci parti olamıyordu.

CHP, ideolojik olarak kendisini dar bir alana âdetâ hapsetmişti. Katı lâikçi, -İnönü tarafından “ortanın solu” olarak tanımlanan- milliyetçilik karşıtı ve zaman zaman millî-mânevî değerlere cephe aldığı izlenimi uyandıran jakoben tutumu, -ekonomide devletçiliği savunan, özel sektöre mesâfeli duran- ekonomi anlayışı, bu partinin geniş kitlelerle kucaklaşmasını neredeyse imkânsız kılıyordu. 1972 yılında İnönü’den genel başkanlık koltuğunu devralmış olan Bülent Ecevit, ideolojik temelleri sağlam olmasa da “toprak işleyenin, su kullananın” düsturuyla, geniş halk kesimlerine doğru bir açılım yapmış, “inkılaplara” karşı -kısmen- eleştirel bir tutum takınmış, bu durum 12 Mart sonrasında ülkede yaşanan siyâsî-toplumsal istikrarsızlık ortamının sağ-merkez partilere güvensizlik yaratmış olmasının da etkisiyle, CHP’nin oy tabanını genişletmesine imkân hazırlamıştı. 1973 seçimlerinde politikasının semerelerini görmeye başlayan Ecevit, Erbakan liderliğindeki MSP ile koalisyon kurmuş, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Bülent Ecevit’in toplum nezdindeki saygınlığını daha da artırmıştı. Ecevit, bu durumu yapılacak bir seçimle oya tahvil etmek ve tek başına iktidar olmak istediyse de, Meclis dağılımı bu isteğine engel olmuş, ancak sonrasında kurulan 1. MC hükûmetinin beklentileri karşılayamaması üzerine, CHP, 1977 seçimlerinde -târihinin en yüksek oy oranına ulaşarak- birinci parti olmuş, ancak tek başına iktidar olma imkânını bulamamıştı. Seçimler sonrasında kurulan 2. MC hükûmeti, arka plânı hâlâ tam olarak açıklığa kavuşturulamamış olan birtakım girişimler sonucunda, Demirel’in AP’nden devşirilen 11 milletvekilinin transferiyle, Ecevit yeniden Başbakan olma hayâline kavuşmuş, ancak -kendi ifâdesiyle- ekonomide bir enkaz devralmıştı. Ecevit, uyguladığı hatâlı politikaların da etkisiyle iktisâdî sorunların ağırlaşması, yaşanan terör eylemlerinin kanlı bir iç savaşa dönüşmesi, özellikle diğer partilerden devşirilmiş olan hükûmet üyelerinin karıştığı yolsuzluk olayları gibi etkenlerle, 22 ay sonrasında koltuğunu ezelî rakibi Süleyman Demirel’e devretmek zorunda kalmıştı.

Demirel Hükûmeti, 24 Ocak kararlarıyla iktisâdî konularda -doğruluğu tartışılır olmakla birlikte- devrim niteliğinde kararlar almak sûretiyle, ekonominin çarklarını yeniden çalışır hâle getirmesine rağmen, giderek azgınlaşan terör olayları sebebiyle, 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle sonuçlanan süreci engelleyemedi. Bu esnâda, partiler arasında uzlaşma sağlanamaması nedeniyle, aylarca Cumhurbaşkanı seçilememesi de, darbenin gerekçeleri arasındaydı. 1961 Anayasası gereğince, Cumhurbaşkanı, Mecliste 2/3 çoğunluk ile seçilebiliyordu ve partiler bu konuda uzlaşma sağlayamadı.

1980-2000 yılları arasında, Türkiye pek çok seçime sahne oldu. Bu dönemde, ideolojik terörün yerini bölücü terör almıştı. 24 Ocak kararları sonrasında uygulanan iktisâdî politikalar, ekonomideki yerleşik dengeleri altüst etmiş, köyden şehirlere göçü hızlandırmıştı. Bu dönemde, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı ve buna bağlı olarak da seçmen davranışları hızla değişti. Teknolojik seviyenin geriliği, kaynak yetersizliği, hükûmetlerin basiretsizliği, sıklıkla yapılan seçimlerin hükûmetleri kısa vâdeli politikalar uygulamaya zorlaması, 1990’lardan sonra kurulmaya başlayan koalisyon hükûmetlerinde ortaklar arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan sorunlar, “verimli, kaynak ve istihdam yaratan, toplumsal refahın yükselmesini sağlayan” bir ekonomik yapının oluşmasına izin vermedi, aksine enflasyonun giderek yükselmesine, kamu kesiminin borç yükünün ve dolayısıyla da iktisâdî kırılganlığın tehlikeli seviyelere yükselmesine  yol açtı. Sürekli şiddetini artıran bölücü terör, ülke kaynaklarının önemli bir bölümünü soğurduğu gibi, ülkenin büyük bir bölümünde yaşamı zorlaştırıyor, ekonomik faaliyetleri de sekteye uğratıyordu. Bu istikrarsız ortam, 1994 ve 2001 yıllarında yaşanan ekonomik krizler sonucunda zirveye ulaştı. Sağ ve sol merkez partilerin halkın güvenini tamâmiyle kaybetmesi sonucunda, AKP iktidar olma imkânını elde etti.

3 Kasım 2002 târihinde yapılan genel seçimler sonrasında iktidara gelen AKP, 2001 krizi sonrasında alınmış olan istikrar tedbirlerinin ekonomide sağladığı güven ve istikrar, bu dönemde gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere muazzam bir sermâye akımının gerçekleşmesi, AB üyelik müzâkerelerinde yaşanan -yâhut öyle algılanması sağlanan- bahar havası gibi etkenlerin yardımıyla, kısa zamanda toplum nezdindeki onayını artırdı. Ancak, AKP iktidarının, bu dönemdeki olumlu ortamı yeterince değerlendirebildiği söylenemez. Düşük kur-yüksek fâiz politikasıyla dışarıdan temin edilen kaynaklar, genellikle inşaat sektörüne ve pahalı KOİ (Kamu-Özel İşbirliği) projelerine aktarıldı, sosyal yardımlar artırıldı. Böylelikle, bizimle aynı kulvarda yarışan ülkelere kıyasla daha yüksek bir mâliyetle temin edilmiş olan kaynakların, Ülkenin uzun dönemde ekonomik ve toplumsal gelişmesini hızlandıracak, “üretimi, ihracat ve istihdamı” artıracak, refahın yükselmesini sağlayacak yatırımlarla değerlendirmek yerine, kısa vâdede toplumun beğenisini kazanacak olsa da uzun dönemde kamu hizmetlerinin mâliyetini artıran, ülke kaynaklarının verimi düşük alanlara aktarılmasına yol açan yatırımlara hasredilmesi, bugün yaşanan pek çok sorunun kaynağını oluşturdu.

Hattızâtında, toplumun merkez sol-sağ partilerden yüz çevirdiği bir dönemde iktidara gelmiş olan AKP, kendisine duyulan güveni haklı çıkaracak bir özen ve sorumluluk duygusuyla hareket etmiş olsaydı, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan “milliyetçi-muhafazakâr-demokrat” kesime dayanan bir merkez partisi hâline gelerek, fazla zorlanmadan iktidarını çok daha uzun süreli kılabilirdi.

Şu hususu vurgulamakta yarar görüyoruz; Türkiye, “iyi yönetildiği” takdirde, mâkûl bir sürede -hiç zorlanmadan- dünyânın en büyük ilk 10 ekonomisi arasına girebilecek potansiyeli hâizdir. Bu hedefe ulaşılabilmesi için, “devletin kuruluş ilkeleriyle barışık olmak, kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanmak, israftan kaçınmak, liyâkate önem vermek, devlet kurumlarının “kurumsal yapısını” güçlendirmek, hukuk güvenliğini tesis etmek, demokratik nizâmın gelişmesini ve kökleşmesini sağlayacak önlemleri almak, eğitimin kalitesini artırmak, tasarruf oranını yükseltmek, ülke içinde üretimi özendirmek, yüksek teknoloji üretimini ve ihracâtını teşvik etmek, ortak aklın inşâsına çalışmak, kısa vâdeli çıkarlar için ülkenin uzun vâdeli kazanımlarını fedâ etmemek” gibi hususlarda dikkatli, özenli ve ısrarcı olmak lüzumludur. Ancak, gelinen noktada, iktidar partisinin, toplumun kendisine tanımış olduğu krediyi yeterince iyi kullanmadığını söylemek durumundayız.

İktidarın bir dönem mâhut yapıyla ilişkisinin yarattığı sorunlar bilinmektedir. Daha da önemlisi, 2017 referandumuyla parlamenter sistemden -Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi olarak adlandırılsa da- adı konulmamış bir “başkanlık sistemi”ne geçilmiş olması, hâlihazırda yaşanan sorunların başta gelen müsebbiplerinden birisidir. “Tek adam” rejimi, devletin kurumsal yapısını büyük ölçüde işlemez hâle getirmiştir. Enflasyonun -özellikle de gıda enflasyonunun- yüksekliği, gelir dağılımındaki sürekli bozulma eğilimi, çalışma çağındaki nüfusunun yaklaşık ¼’ünün herhangi bir işte çalışmıyor yâhut çalışamıyor olması gibi nedenler, Türk Toplumunu derin yoksullaşma olgusuyla karşı karşıya getirmiştir. Güçler ayrılığı ilkesini zedeleyen bir yapılanmaya gidilmiş olması, bunun sonucunda bütün yetkilerin hukûken ya da fiîlen Cumhurbaşkanlığı makamında toplanması, denge ve denetim mekanizmalarının kurulmaması, bir yandan hukûk güvenliği konusunda endişelere neden olurken, aynı zamanda devlet mekanizmasının -beklenenin aksine- daha hantal bir yapıya bürünmesine yol açmaktadır. Tek parti iktidarının uzun zamandır devâm etmesi, “yasama, yargı ve yürütme” erklerinin neredeyse aynı makamda birleşmesi, demokratik sistemin işleyişinde sorunlar yaratmakta, siyâsî ve toplumsal muhâlefetin işlevsiz kalmasına yol açmakta, aynı zamanda devlet adı verilen yapıyı oluşturan kurumların saygınlığını ve işlevselliğini zedelemektedir.

Sayın CB Erdoğan’ın kişisel karizması, en azından toplumun kaydadeğer bir kesiminin, bu sorunların yine Sayın Erdoğan tarafından çözüme kavuşturulabileceğine inanmasını sağlıyor olsa da, bu güvenin ciddî bir şekilde aşınmakta olduğu görülmektedir.

AKP iktidarıyla geçirilen 23 yıllık sürede, yukarıda kısaca özetlenen gelişmeler olurken, anamuhalefet partisi CHP, “iktidarın alternatifi olduğu, ülkeyi daha iyi yönetebileceği” konusunda toplumda yeterli güveni oluşturamamıştır.

 Deniz Baykal, genel başkan olduğu dönemde, partiyi dar bir seçmen grubuna mahkûm eden “etnikçi-mezhepçi parti” algısını kırmak için büyük çaba göstermiş, ancak bu durumu oya tahvil etmekte yetersiz kalmıştır.

Baykal’ın yerine genel başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu da, partinin daha geniş kesimlerden oy almasını sağlamak için, büyük çaba göstermiş ise de, nedenlerini burada tartışamayacağımız pek çok etkene bağlı olarak,  bu amacına ulaşamamıştır. 2019 seçimleri öncesinde temelleri atılan “ittifak” stratejisi, muhalefetin CHP öncülüğünde toparlanmasına büyük ölçüde imkân vermiş, iktidarın uygulamalarından hoşnut olmayan seçmenlerde ümit uyandırmıştır. Bu stratejinin yarattığı sinerji nedeniyle, 2023 yılında yapılacak seçimlerde, muhalefetin seçimleri kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakılırken, aday seçiminde yapılan hatâlar ve seçmenin güvenini sarsan birtakım gelişmeler sonucunda, milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlık seçimleri, beklenmedik biçimde, iktidarın yeniden güven tazelemesiyle sonuçlanmıştır.

Bütün bu gelişmeler, özellikle anamuhalefet partisi CHP’nde yeni lider arayışlarını hızlandırmış ve Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığına yönelik girişimlerin hızlanmasının önünü açmıştır.

Burada, bizim üzerinde durmak istediğimiz husus, Ekrem İmamoğlu’nun, Türkiye’nin aradığı lider adayı olup olmadığı ve yaşanan son hadiselerin, O’nun adaylık sürecini nasıl etkileyeceği konusunu mütalâa etmektir.

Tek Adam Rejimi Son bulacak mı?

Günümüz Türkiye’sinde yaşanan sorunların ana kaynağı, denge ve denetim mekanizmalarının tamâmiyle etkisizleştiği, en küçük yatırımdan en alt seviyedeki bürokrat atamasına kadar, hemen her şeye tek bir kişinin karar verdiği bir yönetim tarzına geçilmiş olmasıdır. Kamu hizmetlerinde karar alma ve uygulama süreçlerinin hızlanmasını ve kamu idaresinin etkinliğinin/verimliliğinin artırılması iddiasıyla tesis edilen bu sistemin tam aksi sonuçlar verdiği konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Bu sebeple, Türkiye’nin âcil sorunu, bu -adı konulmamış- başkanlık sisteminin lağvedilerek, yeniden parlamenter sisteme geçilmesi, denge ve denetim mekanizmalarının tesis edilmesi, hukuk güvenliği konusundaki endişeleri izâle edecek anayasal/yasal düzenlemelerin yapılması, demokrasinin işleyişinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır.

Toplumun beklentisi, Sayın Erdoğan’ın karşısına çıkacak Cumhurbaşkanı adayının, bu dönüşümü yapma isteği ve kararlılığında olmasıdır.

Son olaylarda, resmî otoriteler tarafından alınan sıkı önlemlere ve yasaklama kararlarına rağmen, milyonlarca insanın sokaklara inmesi, toplumun bu konudaki kararlılığının bir anlamda teyidi niteliğindedir. Gösterilere katılan insanlarla yapılan görüşmelerde, çoğunluğun CHP seçmeni ya da Ekrem İmamoğlu taraftarı olmadığı, demokrasi ve hukukun işleyişi konusundaki endişeleri sebebiyle sokağa çıktığı, anlaşılmaktadır.

Ekrem İmamoğlu yeni reis olabilir mi?

Ekrem İmamoğlu’nun, toplumun farklı kesimleriyle ünsiyet kurabilme becerisi, hem kendisi ve hem de partisi açısından önemli bir avantaj sağlamaktadır. Bu durum, muhalefetin tek adayı olarak Sayın Erdoğan’ın karşısına çıktığı takdirde, seçimi kazanma şansını artırmaktadır. İmamoğlu liderliğindeki CHP’nin, Ecevit’ten sonra ilk kez, toplumun çoğunluğunun onayını alarak iktidar gücünü elde etmesi, temelsiz bir beklenti değildir. İmamoğlu’nun, enerjisi, çalışkanlığı, teşkilatçılığı, dirâyeti, toplumda uyandırdığı ümit ve heyecan, AKP ve Sayın Erdoğan’ın -yıkılmaz zannedilen- iktidarına son vererek, CHP’nin yaklaşık yarım asırdan buyana devâm eden “tek başına iktidar” hasretini giderme potansiyeline sâhip görünmektedir.

Ancak, hál böyle olmakla birlikte, muhalif kesimin, Ekrem İmamoğlu konusunda önemli endişeleri de sözkonusudur.

Eİ’nun, “tek adam rejimine son verme, parlamenter sisteme kesin olarak dönme” konusunda kararlı bir söylemi/vaadi bulunmamaktadır.

Türk siyâsetinin müzmin hastalığı, lidere biat kültürüdür. Lider, güçlü/başarılı olduğu müddetçe “tek karar mercii” olmaktadır. Bu durum, hâlihazırda uygulanmakta olan “tek adam rejimi” ile anayasal bir nitelik de kazanmıştır. Bu anlayış, öngörülebilir, şeffaf, hesap veren, takım çalışmasına imkân sağlayan, etkin/verimli bir kamu yönetim sistemi inşâ edilmesine engel olmaktadır. İmamoğlu’nun, tavır ve söylemleri, bu sisteme son verileceği konusunda ümit uyandıracak nitelikte değildir.

Eİ, ilkeli bir siyâsetçi izlenimi vermemektedir. Aksine, asıl rakiplerini aratmayacak biçimde, “hedefine ulaşmak için, gerekirse papaz elbisesi giyebilecek” tıynette ve “herkese mavi boncuk dağıtmayı” başarılı siyâsetin bir gereği olarak kabûl eden popülist bir siyâsetçi görüntüsü çizmektedir.

Türkiye’nin temel meseleleri konusunda ne düşündüğü bilinmemektedir. Rakipleri tarafından alaya alınan Trump dahi, yıllar öncesinden, Başkan seçildiği takdirde -önemli gördüğü konularda- hangi icraatları yapacağını kamuoyuna mütemâdiyen açıklamıştır. Hattâ, bu konularla ilgili olarak çalışma ekipleri kurduğu, yapılacak işler konusunda ayrıntılı çalışma proğramları oluşturulduğu görülmektedir. Türkiye’de, siyâsetçilerin umumiyetle “kervan yolda düzülür” anlayışıyla hareket ettikleri bilinen bir husustur. İmamoğlu’nun bu konuda farklı olduğunu düşünmemizi gerektiren bir emâre sözkonusu değildir. Meselâ, ülke nüfusunun yaklaşık % 20’sine ulaşan ve doğum hızları Türklerden misli misli yüksek olan sığınmacılar ülkelerine gönderilecek midir? “Vatandaşlık tanımın değiştirilmesi, Türkçe’nin yegâne eğitim dili olmaktan çıkarılması” gibi talepler konusunda ne düşünmektedir? Ülke yönetimine tâlip olan kişinin böylesine önemli konularda ne düşündüğünü önceden bilmek, toplumun en tabii hakkı değil midir7?

Türkiye, yıllardan buyana, kamu kaynaklarının yeterince verimli kullanılmaması sorunuyla karşı karşıyadır. Eİ’nun da, daha şimdiden, bu konuda özenli olmadığını gösteren çok sayıda örnek icraatı sözkonusudur. Belediye bütçesinden kiralanan uçaklarla yapılan özel seyahatler vb. uygulamalar, haklı olarak önemli bir toplum kesiminde “yağmurdan kaçarken doluya mı tutulacağız” endişesini uyandırmaktadır. Türk Toplumu, “küpünü dolduran eski vezir, küpü boş yeni vezir” kıssalarına fazlasıyla âşinâ olduğundan, insanların bu konuda iknâ edilmesi gerekmektedir.

Ekrem İmamoğlu’nun, “belediye başkanlığı” unvanıyla bağdaştırılması kabil olmayan dış temasları, yine toplumun önemli bir kesiminde endişe uyandırmaktadır. Geçmişte yaşanan tecrübeler, “bu temasların hayra alâmet olmadığı” düşüncesini uyandırmaktadır.

Eİ’nun “Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluş esaslarının korunması” konusundaki düşünceleri bilinmemektedir. Özellikle üniter yapının korunması konusundaki tavrı son derece belirsizdir. Bütün popülist/liberal Türk siyâsetçileri gibi, Ekrem İmamoğlu’da, bölücü çevreleri sıklıkla muhatap almakta, millî bütünlüğümüze zarar vermek isteyen çevrelerin “maşa” olarak kullandıkları bu gürûhu “Türk toplumunun bir kesiminin meşrû temsilcisi gibi görme” hatâsına düşmektedir. Bu durum, haklı olarak, ülkenin/milletin bütünlüğünü önceleyen ve toplumun mühim bir kesimini oluşturan milliyetçi kesimde endişeye yol açmaktadır.

Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı konusundaki ısrarın sebebi nedir?

Son olaylar bir kez daha ortaya koymuştur ki, Türk Toplumu, yeryüzünde demokrasi bilinci en yüksek toplumlar arasındadır. Toplumun, ülke yararına olmayan bâzı konularda, tepkisini daha mûnis yöntemlerle ortaya koyması, bu konularda yeterli duyarlılığa sâhip olmamasından değil, devleti koruma endişesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü, Türk Milleti, uzun târihi boyunca, devleti korumanın öncelikli amaç olması gerektiğini, güçlü bir devleti olmadığı takdirde “barış ve huzur içinde yaşama imkânı olmadığını” yaşadığı çok sayıda tecrübe sonucunda hafızasına kazımıştır.

Türk Toplumu, aynı zamanda yüksek ferâset sâhibidir. Son yıllarda, yaşanan pek çok olumsuzluğa rağmen, iktidar değişimi yaşanmaması, muhalefetin aczinden kaynaklanmaktadır. Muhalefet, oluşturduğu kadrolar ve programlar yoluyla, toplumda “bunlar ülkeyi daha iyi yönetir” güvenini oluşturamamıştır.

İşte, Türk Toplumu, yüksek ferâsetiyle, mevcut yönetime alternatif olarak sunulan Ekrem İmamoğlu seçeneğine de ihtiyatla yaklaşmakta, kesin onay verme konusunda fazlaca gönüllü davranmamaktadır. Nitekim, yapılan bütün kamuoyu yoklamalarında, ABB Başkanı Sayın Mansur Yavaş’ın, gerek Sayın Erdoğan’ın ve gerekse de Sayın İmamoğlu’nun önünde yer aldığı görülmektedir.

Mansur Yavaş’ın, sâkin ve ihtirassız tavırları, olgun kişiliği ve kemâle ermiş yaşı gibi nedenlerle, tek adam rejiminden parlamenter sisteme dönülmesi durumunda, Cumhurbaşkanlığı makamı için daha uygun bir aday olduğu konusunda, toplumun kahir ekseriyetinde bir görüş birliği olduğu müşahede edilmektedir.

Peki, bu durumda, şu sorunun cevaplandırılması gerekmektedir; her iki adayı da denkleme sokan (Mansur Yavaş Cumhurbaşkanı, Ekrem İmamoğlu Başbakan) bir formülün Türk Toplumundan onay alma ihtimâli son derece yüksek olmasına ve bu durum, tek adam rejimine son verilerek parlamenter sisteme geri dönülmesi hedefiyle de son derece uyumlu olmasına rağmen, neden Ekrem İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayı olma konusunda bu kadar ısrarcıdır. Ve, içeride-dışarıda bâzı çevreler, Türkiye gerçekleriyle pek fazla örtüşmeyen, tıpkı 2023 seçimlerinde olduğu gibi, toplumdan onay almama ihtimâli son derece yüksek olan bu projeyi -yâni, Sayın İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığını- neden böylesine canhıraş bir şekilde desteklemektedir?

Burada, şu hususu belirtmek durumundayız; Sayın İmamoğlu’nun önce diplomasının iptâl edilmesi ve sonrasında da muhtelif gerekçelerle gözaltına alınarak tutuklanması, eğer Cumhurbaşkanlığı adaylığının önlenmesi amacıyla yapılmış ise, bu plânın başarıya ulaşması kabil değildir. Aksine, 23 Mart günü yapılan önseçim oylamasının ortaya koyduğu gibi, Ekrem İmamoğlu’nun kahramanlaşmasına imkân sağlamıştır. Yapılan işlemlerin hukuka ve ahlâka uygun olmadığına inanan yaklaşık 15 milyon vatandaş, İmamoğlu’nun adaylığı için oy kullanmıştır. Diploma iptâli ve tutuklama olayı olmasa idi, parti içi çekişmeler sebebiyle, CHP üyelerinin yapılacak oylamaya ekseriyetle katılıp katılmayacağı konusu tartışılmakta iken, bahsedilen olaylar âdetâ can simidi gibi yetişmiş ve İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı toplumsal bir talebe dönüşmüştür.

Şimdi, sorulması gereken husus şudur; diploma iptâli ve tutuklama işlemi, yanlış hesap sebebiyle mi yapılmıştır, yoksa İmamoğlu’nun tartışmalı adaylığını toplumun talebine dönüştürmek, onu kahramanlaştırmak, adaylığı konusunda parti içinden yükselebilecek itirazların önünü kesmek için plânlı olarak mı yapılmıştır?

Eğer, ikinci seçenek geçerliyse, bu durumun, Ekrem İmamoğlu’nun Cumhuriyetin kuruluş ilkeleri konusundaki “belirsiz” tavrıyla bir ilgisi var mıdır?

Yine, ikinci hususla bağlantılı olarak, Sayın İmamoğlu ve -onu canhıraş bir şekilde destekleyen- iç-dış çevreler, “tek adam rejimine son verilerek, parlamenter sisteme geri dönülmesi” konusunda ne düşünmektedirler? İmamoğlu Cumhurbaşkanı seçilirse, tek adam sistemi -göstermelik bâzı iyileştirmeler yapılarak, meselâ HSK’nın atama sistemi gibi konularda kısmî değişiklikler gerçekleştirilerek- devâm mı ettirilecektir?

Eğer, tek adam sisteminin devâmı sağlanacak ise, mevcut yönetime yapılan eleştirileri nasıl değerlendirmek gerekecektir? Sisteme yönelik eleştiriler, ilkesel değil, kişisel nitelikte midir? Yâni, “bu sistem, başkaları yönetimde olursa kötü, bizim adamlarımız yönetimde olursa, iyidir” denilmek mi isteniyor?

Bu soruların cevaplarını düşünürken, bir başka hususu da hatırlamakta yarar görüyoruz.

Küresel sistemin bu olaylarla bir ilgisi olabilir mi?

Küresele dengelerin değişmekte olduğu görülüyor.

Daha çeyrek asır önce insanlığa cennet olarak sunulan küreselleşmenin özellikle ABD’nin aleyhine işlediği görülünce, ABD’nin politika değişikliğine gittiği ve “yükselen güç Çin’i hedef/düşman olarak kabûl eden” yeni bir soğuksavaş sürecini başlatma girişimine soyunduğu; Bu politika gereğince, “hammadde, pazar ve enerji kaynaklarını” denetim altına almak sûretiyle, kendisine rakip olabilme potansiyeli taşıyan AB’yi baskılama ve AB ile düşman pozisyonundaki Rusya’yı yanına alma; Böylelikle AB’yi  baskılarken, Çin’i yalnızlaştırmak, bu ülkeyi ekonomisini ayakta tutacak hammadde, pazar ve enerji kaynaklarından mahrum kılmak” amacını güttüğü, gözleniyor.

Peki, bu projede Türkiye’ye biçilen rol ne olabilir?

Batı’nın Türkiye konusundaki ezelî projesi, “denetim altında tutmak”tır. Churchill’e atfen söyleyecek olursak; Türkiye’yi ne öldürün, ne oldurun?

Hattızâtında, ABD’nin yukarıda bahsedilen politikası, Türkiye açısından önemli fırsatlar sunmaktadır. Bunu ayrı bir yazıda ele almayı plânlıyoruz. Burada şu hususun altı çizilmesi gerekmektedir; Türkiye’nin denetim altında tutulması, basiretsiz yönetimler tarafından yönetilmesinin sağlanması ve ulus-devlet yapısının tahrip edilmesiyle kabildir.

Batı, bu nedenledir ki, Atatürk’ün vefatından sonra, bâsiretsiz yönetimlerin işbaşına gelmesi konusunda müessir olmuş, ülke yararına işler yapmaya çalışan hükûmetlerin engellenmesi için elinden geleni yapmış (Demirel döneminde, NATO üyesi olmamıza rağmen, önemli projeler için kredi ve teknoloji konusunda ambargo uygulanması; Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında uygulanan siláh ambargosu, Ecevit döneminde haşhaş ekiminin yasaklanması konusundaki baskılar, terör ve askerî darbelerin desteklenmesi gibi eylemler bu minvalde sayılabilir), aynı zamanda da sürekli ulus-devlet yapımızı hedef alan uygulamaların gerçekleştirilmesi -duruma göre- bâzen tavsiye edilirken, çoğu zaman da dayatılmaya çalışılmıştır. Ana dilde eğitim, vatandaşlık tanımın değiştirilmesi, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” görüntüsü altında merkezî yönetimin yetkilerinin kısıtlanarak, bölgesel özerkliğe ve sonra da federasyona kadar gidebilecek gelişmelerin önünün açılmasına yönelik tavsiye ve telkinleri bu bapta saymak mümkündür. Yalnız, bu hususlar sâdece tavsiye ve telkin düzeyinde kalmamış, bölücü terör, Türk Toplumunun bir kesiminde ayrı bir etnik şuurlanmanın oluşturulması bağlamında araç olarak kullanılmıştır. Gelinen safhada, terörle varılacak amaca ulaşılmıştır. Bundan sonra yapılması gereken, “eşit vatandaşlığın tesisi için demokratik ve hukuki düzenlemeler yapılması” gerekçesiyle, ulus-devletimizi -Lübnan ve Irak benzeri- parçalı bir hâle getirecek anayasal/yasal düzenlemelerin yapılmasıdır.

Peki, başarıya ulaşmadığı takdirde, teşebbüs edenlerin siyâseten sonunu hazırlayabilecek olan bu girişimler nasıl yapılacak? Kim yapacak?

Başbuğ Alparslan Türkeş’in koltuğunu işgâl eden şahıs eliyle başlatılan bu meşum girişimlerin vahim sonuçları son Nevruz kutlamalarında apaçık görülmüştür. Mevcut iktidarın, dînî gerekçelerle, ulus-devletin devâmı konusunda hassasiyetinin olmadığı bilinmekle birlikte, geçmişte yaşanan acı tecrübeler sebebiyle, yoğurdu üfleme eğiliminde olduğu görülmektedir.

Şu hâlde, projenin başarıya ulaşabilmesi için, muhalefetin de, güçlü bir şekilde destek vermesinin sağlanması, üstelik muhtemel bir iktidar değişiminde, projenin inkıtaa uğramasına meydan verilmemesi gerekmektedir. Son olayların, bu açıdan da değerlendirilmesinde yarar bulunduğu inancındayız.

Hâlâ en güçlü Cumhurbaşkanı adayı olan Mansur Yavaş’ın, bu proje için uygun bir aktör olmadığı, her türlü izahtan varestedir. Son olaylar nedeniyle Ekrem İmamoğlu’nun kahramanlaştırılması ve adaylığının toplumsal bir talebe dönüştürülmesi, kendisini adaylık konusunda -şimdilik- öne geçirmiştir. Sayın İmamoğlu’nun siyâsî kariyerini, muhtemelen yukarıda bahsedilen projeye ne ölçüde uyum sağlayabileceği konusu belirleyecektir.

NE YAPMALI?

Hep başkalarının projelerinden bahsedilmesini uygun bulmuyoruz.

Türk Milleri, târihin en eski, en kadim milletidir. Dâima, küresel/cihanşumûl devletler/medeniyetler kurmuştur. Dani Rodrik’in deyimiyle, “daha âdil ve daha mâkûl bir küreselleşme” bütün insanlığın yararınadır. Bütün toplumların karşılıklı olarak yararını düşünen, kazan-kazan anlayışına göre hareket eden, yeryüzünde barış, esenlik, adâlet ve refahın hâkim kılınmasını temin edecek bir küresel düzenin Türk Milletinin katkısı olmadan tesis edilebilmesi kabil değildir.

Türk Milleti, elán yaşanan bütün sorunların üstesinden gelebilecek kudrete/beceriye sâhiptir.

6 Şubat depremi ve son yaşanan hâdiseler, tıpkı millî mücâdelede olduğu gibi, Türk Milletinin yüksek ferâsetini, ne kadar kuvvetli bir millî şuura sâhip olduğunu, millî konularda harekete geçebilme konusundaki emsálsiz kabiliyetini yeniden hatırlamamızı sağlamıştır.

Yapılması gereken ilk iş, bütün sorunlarımızın ana müsebbibi olan tek adam rejimine son verilerek, parlamenter sisteme geri dönülmesi, hukuk güvenliğini ve demokrasinin usulünce işlemesini sağlayacak anayasal/yasal düzenlemelerin yapılmasının sağlanmasıdır.

Her türlü gücü elinde bulunduran mevcut iktidara yapacağımız tavsiyelerin bir netice vermesi zor görünmektedir. Son olaylar bunun en üzücü kanıtıdır. Enflasyonu düşürmek ve ekonomide yeniden istikrarı sağlamak amacıyla son iki yılda çekilen sıkıntılar, iki-üç gün içerisinde heba olup gitmiştir. “Rakip Cumhurbaşkanı adaylarının önünü kesmek amacıyla yapıldığı” izlenimi veren uygulamalara bundan sonra da tevessül edildiği takdirde, durumun çok daha vahim boyutlara ulaşacağını söylemek, herhâlde yersiz olacaktır.

Muhalefetin ise, bu aşamada, iki güçlü Cumhurbaşkanı adayını -Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nu- aynı anda denklemin içine alan bir formülü geliştirmesi ve topluma sunması, öncelikli görev olarak görülmelidir. Aynı zamanda, “tek adam rejimine son verileceği, parlamenter sisteme geri dönüleceği, Cumhuriyetin kuruluş esaslarına sâhip çıkılacağı, millî devletimizin Lübnan/Irak benzeri parçalı bir yapıya dönüştürülmesi yönündeki çabalara geçit verilmeyeceği” konusunda topluma güvence verilmelidir. Bu çerçevede, anadilde eğitim, vatandaşlık tanımının değişmesi gibi konuların muhalefet kanalıyla gündeme getirilmesinin önüne geçilmelidir. “Türk,  Kürt, Alevi, ….” şeklinde başlayan bütün cümlelerin, niyet ne kadar hâlis olursa olsun, bölücü mihrakların amacına hizmet ettiği artık görülmeli ve bu tür konularda çok daha özenli ve bilinçli davranılmalıdır.

Son olaylar, kamuoyunun tavrının ve baskısının, devlet-toplum-birey ilişkilerinin şekillenmesinde ne kadar önemli olduğunu yeniden ortaya koymuştur. O hâlde, toplum, dolayısıyla da bütün bireyler, elbette tamâmiyle demokratik/hukûkî kurallar çerçevesinde olmak kaydıyla, toplumsal meseleler konusundaki tavrını ısrarlı ve kararlı bir şekilde ortaya koymalıdır.

Daha güzel, daha yaşanılır bir Türkiye, hepimizin eseri olacaktır.

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen