“Ne olacak?” la yola çıkan tereddüd, dağ zirvelerinden aşağıya yuvarlanan çığ gibi, bütün düşünce iklîmini istîlâ ediyor. Sonra öyle bir noktaya geliniyor ki, hakkında şüphe duyulmayan kişi kalmıyor.
Cenâze alayına dahî sahtelikler, yapmacıklıklar karıştıran zamâne hengâmında, artık hiçbir şeyin iyi olmayacağını biliyoruz. Fakat başka yapacak işimiz, gidecek yerimiz bulunmuyor. Ya bu diyârda kalacağız yâhut yine bu diyârda kalacağız. Üçüncüsünü, sakın düşünmeyin…
Dilimizin, geniş mânâ yelpâzesine sâhip kelimelerinden biri de “gedik”. “Eksik-gedik”ten tutun “gedikli çavu”şa kadar sivil, askerî bütün hayâtımızın içine girmiş olan bu tâbir, Osmanlı İmparatorluğu’nda ticâret ve san’at yapma yetkisine alem olmuştur.
Bugünkü karşılığını tam bulabilmek mümkün değilse de, hem meslek diploması veyâ sertifikası, hem de iş yeri açma, işletme ruhsatını birleştiren, sâhibine ticârî imtiyazlar kazandıran lisans, patent şeklinde bir canlandırma yapılabilir.
Gedik tevziinde güdülen maksat, elbette ihtiyaçların giderilmesi, cemiyetin sağlık ve âfiyet içinde varlığını sürdürmesidir. Bir başka deyişle, “insanlığa hizmet”tir. İbretî de bunun farkında:
“Ne mescid isterim, ne dahî tekke,
İnsanlığa hizmet ibâdetimdir”
Böyle bir ibâdet biçimini, zâhirî itikad ehline kabûl ettirmek ne kadar müşkildir. Bütün sosyal mekanizmaların işleyişinde, bu hizmet bandrolünün alnın ortasına yapıştırılması lâzım değil mi?
“Her işi ehline bırakma” düşüncesi, ideâl hayat paylaşımının da özünü anlatıyor. Yoksa ortalık adım atılmaz ve yaşanmaz hâle gelir.
Sözün uğradığı bir yerde, nargile içmenin bile, teknik mâlûmâtından önce çözülmeyi bekleyen şifreleri, kodları, kriptoları var. Maşa, meşe, köşe, Ayşe diye sıralanan bu nargile rümûzları bilinmeden, geriye kalan sâdece kuru fokurtu ve tömbeki kokusudur.
Maşa ile tütünün ateşi âyârlanır, meşe ile kömürün kalitesi ortaya konur, köşe ile nargile içilecek mekânın ferahlık derecesi ölçülür, Ayşe de işletmedeki hizmet seviyesine karne notu verdirirdi.
Zâten, nargile içme ve benzeri faaliyetin teşrifâtı, tiryâkiliği câzip kılan, motive edici unsur olmuştur. Bu çeşit alışkanlıkları kazananlar önce karşılama, başlama, uğurlama ritüellerini bırakamadıkları için, abone kaydına itiraz edememişlerdir.
Maddenin parçalanıp birleştirilmesiyle ömrümüze alışılmadık karantina çadırları kurduran kolaylıklar, aslında tabiî güzellik ve nefâsetlerden birer birer kopmamıza da sebep oluyor. Kültür havuzlarımıza tutulacak aynalar, ne kadar çok malzeme bulur ve hazîne avcılığında rekora imzâ atılırdı.
Bu, mücevher parlaklığındaki materyalden, adı da aynalı olan hatt-ı müsennâ, göze ziyâfet sunuyor. Erbâbı arasında aynalı yazı diye şöhret bulan ve simetrik olarak düzenlenmiş bu dekoratif yazı çeşidinde; Mustafa Râkım Efendi, Şefik Bey, Alâeddin Bey, Fâik Efendi, Mehmed Ekrem Bey, Mustafa Halîm Efendi, Mehmed Abdülazîz Efendi öne çıkan hattât isimleri.
Bir ibâre veyâ kelimenin sol yanına tersden yazılışı, aynalı yazının esâsı. Hani, ambulans arabalarına, öndeki vâsıtanın aynasında düz görünsün diye, tersden (ambulans) yazılması gibi. Ayna tutarsan, düz okuyabiliyorsun. İşte, hatt-ı müsennâ da böyle bir ince işçilik eseri.
Ecdâdın, hangi ırmak ve derelerden, hangi emek ve mesâî ile su taşıdığını bilmeden verilecek kararlar, farkında olmadan bize de zarar verir.
Eski muhârebelerde düşman saflarını yarmanın, aralamanın adına gedik açmak denirmiş. Kale ve şehir surlarının yıkılmasından da aynı ifâde ile bahsedilirmiş. Lüzûmsuz hiddet ve düşmana âlet olmak gibi uygunsuz tavırlarla, kendi geçmişimiz ve geleceğimizde durmadan gedik açıyoruz.