Sevil DAĞCI
Penceremde, gün batımının seyrine dalmışken, gözüm sürü halinde uçan kuşlara takıldı. Aklım, mazi yurdunun, hatıra sokaklarında dolaşmaya başladı… Televizyonda, TRT’nin haricinde tek tük özel kanalların yayın yaptığı, siyah-beyaz görüntüden renkli ekrana yeni yeni geçildiği zamanlardan bahsediyorum. Bilgisayarın, internetin olmadığı, çocukların sokaklarda akşam ezanlarına kadar korkusuzca oyun oynadığı o güzel yıllar… “Ne güzel çocukluk yaşadık, gökyüzünde süzülen kuşlar kadar özgürdük” diye aklımdan geçirirken, uzun kış gecelerinde sobanın etrafında oynadığımız “uçtu uçtu kuş uçtu” oyunu gözümde canlandı. Oyunu hatırlayanların tebessüm eden çehrelerini görür gibiyim. Ama bilmeyenler ve gençler için elimden geldiğince anlatmaya çalışayım.
Beş- altı kişi halka şeklinde yere oturur, içlerinden biri havada uçabilen hayvan ya da nesne isimlerini, aklına geldiğince tekerleme şeklinde sayar “uçtu uçtu kuş uçtu-uçtu uçtu uçak uçtu” diğerleri ise, ismi sayılan varlıkların uçtuğunu onaylamak için parmaklarını havaya kaldırır. Tekerlemeyi söyleyen kişi, arkadaşlarını şaşırtmak için araya “uçamayan” bir şeyin adını sıkıştırıp söyler. Amaç, bu eylemin hızlıca tekrarlanarak parmak kaldıranların şaşırmasını sağlamaktır. Şaşırarak parmak kaldıran ebe olur ve cenin vaziyetinde yere kapaklanır. Oyuncular, ellerini ebenin sırtında, üst üste koyar ve ebeye sorarlar “el üstünde kimin eli var?” Ebe olan kişi en üstteki elin sahibini tahmin ederek tek seferde bilmek zorundadır, yoksa cezayı hak eder. En üste elini koyan kişiyi doğru tahmin ettiyse, cezadan kurtulur ve oyundaki tekerlemeyi söylemeye hak kazanır. Bilemediyse kapaklandığı yerden kalkmaz, cezalardan ceza beğenir. Cezalar hep bir ağızdan sayılır “davul mu, zurna mı, iğne mi, iplik mi?” Ebe “davul” cezasını seçerse sırtı kuvvetlice yumruklanır. Zurnayı tercih ederse kulağına avazı çıktığı kadar bağırılır. İğne ve iplikte ise ebenin sırtı çimdiklenir, iğne batırır gibi dürtüklenir. Cezasını çeken ebe, yattığı yerden doğrulur ve gülüşmeler eşliğinde oyun devam eder. Oyunbozanlar yok mudur? Elbette vardır. Oyunda mızıkçılık yapıp, oyunun neşesini kaçıranlara “karacı” denir. Karacı oyunu kendi kurallarına göre oynamak ister. En üstte hep onun eli olsun ister, ebe olmak istemez. Ebe olduysa da yediği yumruk ve çimdiklerin acısıyla hırslanıp, yeni ebeye tüm gücüyle misillemede bulunur. Oyunda bazen küsmeler, bazen kızmalar olsa da çoğunlukla eğlenceli, bol gülmeli, neşeli vakitler su gibi akıp gider… Çocukluğumda bunun gibi, adını bile hatırlamadığım birbirinden eğlenceli oyunlar oynar, zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdık. Şimdi “Nerede o eski oyunlar, o oyunları oynayan çocuklar?” diye aklımdan geçiriyorum, akşam haberlerinin sesi kulağıma ilişiyor ve Müslüman ülkelerin durumu, birbirini öldüren aile bireylerinin cinnet haberleri, zorbalıklar, katliamalar, aslında “oyun devam ediyor” diyor, o günün çocukları artık yetişkin olmuş ama hala aynı oyunu oynuyorlar. Yalnız bir farkla, oyun artık hile ve kumpasla oynanıyor. Müslüman ülkelere oynanan oyunlar sizce de “el üstünde kimin eli var?” oyunu oynar gibi değil mi? Nasıl mı? Göze kestirilen hedef ülke boyun eğdiriliyor. Diğerleri sırtına çörekleniyor, en güçlü olan el, en üstte ve oyun onun kurallarına göre oynanıyor. Cezalar bir biri ardınca ve el birliğiyle hedef seçilen Müslüman ülkenin üstünde uygulanıyor. Önce yumruk ve darbelerle yıpratıyorlar. Sonra da, ülkeye el koyanların borusu, kulakları sağır edercesine çalıyor. İğneyle çuvaldızla adeta didik didik yapılan ülkenin sırtını doğrultması nerede ise imkânsızlaşıyor. Aynı senaryo, farklı oyuncular tarafından daha küçük sahnede, kişiler arası ilişkilerde de oynanıyor. Küçük çıkarlar için, üç günlük dünya hayatı için, nice hayatlar sönüyor, nice haklar yeniyor, nice kalpler kırılıyor.
“Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebut/64)Kur’an-ı Kerim’in buyruğuna kulak verseydik, keşke bilseydik… Bilseydik dünya hayatının bir gölgelik olduğunu. İdrak edebilseydik hesabın çok çabuk görüleceğini, bu kadar acımasız, çıkarcı, yıkıcı, kırıcı olamazdık. Hiç ölmeyecekmiş gibi sahiplenmezdik. Cahit Zarifoğlu’nun dediği gibi “Burası dünya! Ne çabuk kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik.” Güzel insan olsak, güzel dostluklar kuracaktık. Biz gidince adımız kalacaktı, Âşık Veysel’in niyazı gerçek olacaktı, dostlar bizi hatırlayacaktı. Her şey geçip gidecek. Çocukluğumuz gibi, uçan kuşlar gibi. Hayat bir oyun misali sona erecek. Perdeler kat kat kefenimiz olup, oynadığımız tiyatro sona erecek. Kulaklarımız alkış sesi beklerken, Azrâil selamımızı alıverecek. Ekranda “Game Over” yazısını görünce, iş işten çoktan geçmiş olacak ve oyun bitecek…