Ensar – Muhacir Yardımlaşması: Mekke’den Medine’ye Göçün Sosyolojisi

Sosyolojik analizlerini İslamcılık ekseninde yapan kimi aydınlar göçün ortaya çıkardığı sonuçları görmezden gelerek “Ensar-Muhacir yardımlaşması” kavramıyla düşünüyor. Ancak Medine’deki göç sosyolojisinin bunun için yeterli bir örnek tip olup olmadığını dikkate almıyor. Öncelikle Medine’ye göçün statüsü Hudeybiye anlaşması ile belirlenmiştir. 
1) Bu göç bütün Arap yarımadasından gelenlere açık değildi. 2) Medine’ye göç edenlerin de Allah için göç etmesi gerekiyordu. 3) Üçüncü olarak göç edenlerin Medine ekonomisinde yerleşiklerin maddi hayatını felç etmesine izin verilmedi. Diğer ifadeyle muhacirler asker veya tüccar olmak için geldiler. Zira Medine’deki yerleșikler ziraat, madencilik, hayvancılıkla uğraşıyordu. Hicret politikası Mekke’nin ticaret kenti vasfını kırmayı amaçlamıştı. 
Bir göç eğer büyük kitleler halinde ise, göç edilen ülkede şu problemlere yol acar: 1) Kimlik kodlarının kaybı, 2) Mekan duygusu kaybı, 3) Çarpık ve yoğun kentleşme, 4) Dil karmaşası sorunu, 5) Ortak tarih bilincinin kaybı, 6) Sosyal adaletsizlik, 7) Göç edenlerin eğitim, sağlık, meslek yetersizliklerinin bulunması, 8) Yerleșik toplumda vatandaşların kendilerine çifte standart uygulandığı algısına kapılması, 9) Yerleşik halkın yerinden edilme korkusu yaşaması.
Oysa Medine’ye göç bu sorunları doğurmamıştır. Zira öncelikle Medine halkı herkesi değil, peygamberi ve arkadaşlarını davet etmiştir. Mekke’den hicretle gelenler, o kavmin en seçkinleridir. Medine’ye norm düzeni getirmişlerdir. Ayrıca Mekke halkı ile Medine halkı kültürel olarak birbirinin benzeridir.
İslamcı sosyolojinin bu hususları dikkate alması gerekir.

Mekke’den Medine’ye Göçün Sosyolojisi

“Kur’an-ı Kerim’de hicret kelimesi yer almamakla birlikte yirmi yedi ayette otuz bir defa ‘hecr’ kökünden gelen çeşitli türevlerin geçtiği görülür. Bunlar kullanılışlarına göre, ‘bir kişiden veya gruptan ayrılmak’ (en-Nisâ 4/34; Meryem 19/46; el-Müzzemmil 73/10), ‘kötü şeyleri terketmek’ (el-Müddessir 74/5) ve terim anlamına uygun olarak ‘Allah uğrunda başka bir yere göç etmek’ (meselâ bk. el-Bakara 2/218; Âl-i İmrân 3/195; en-Nisâ 4/89, 97; et-Tevbe 9/20) anlamlarına gelmektedir. ‘Hicret eden kimse’ anlamında muhâcir ve çoğul olarak muhâcirîn, muhâcirât kelimeleri de Kur’an-ı Kerim’de kullanılmakta (meselâ bk. en-Nisâ 4/100; et-Tevbe 9/100, 117; en-Nûr 24/22; el-Mümtehine 60/10) ve bu ayetlerin çoğunda Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlar kastedilmektedir.” (Önkal, 1998: 458).   

Görüldüğü üzere Kur’an’da “muhacir” kelimesi Medine’ye göç eden herkesi kapsamamakta, Mekke’den ve İslâm Peygamberi ile beraber hareket etmek için Medine’ye gelenleri işaret etmektedir. Sosyolojik analizlerini İslâmcılık ekseninde yapan kimi aydınlar Türkiye’ye yönelen Suriyeli/Afgan kökenli göçün ortaya çıkardığı sonuçları görmezden gelerek “Ensar-Muhacir yardımlaşması” kavramıyla düşünürken Medine’deki göç sosyolojisinin bunun için yeterli bir örnek tip olup olmadığını dikkate almamış görünmektedir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretiyle ortaya çıkan göç sosyolojisinin anlaşılmaması, günümüzde düşünce buhranına ve yön bulamamaya neden olmaktadır.

Medine’ye göçün dinamikleri:

Kur’an’da peygamberler önderliğinde iki göçe işaret edilmiştir. Her iki göçün de ortak niteliği, yöneticilerin göçe izin vermemesidir. Bilindiği üzere Musa kavmi göç etmek istemiş, Firavun buna engel olmak istemiştir. Aynı şekilde Mekke ileri gelenleri de Müslümanların Medine’ye göçünü engellemeye yönelik politikalar geliştirmişti. Mekkelilerin Müslümanlara yönelik üç yıl süren ekonomik ve sosyal boykot uyguladığı hatırlanmalıdır. Bu boykot sonradan kaldırılmış ise de Ebu Talib’in ölümü üzerine Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik şiddet artırılmıştır. Hz. Peygamber bunun üzerine Taif kabilesinden kendisini ve Müslümanları kabul etmelerini istemiş, ancak bu talebi reddedilmişti. Hz. Peygamber’in hicret politikası, kendisinin ve Müslümanların canını, malını, namusunu, ifade ve inanç hürriyetini koruyacak güvenli bir toplum arayışı ile şekillenmişti. Nitekim Akabe’de tanıştığı kişilere İslâm’ı tebliğ edip, onlar da bu daveti kabul edince ertesi yıl buluşmak üzere söz verilmiş ve Hz. Peygamber’in “göç siyaseti” uygulamaya konulmuştu. Bu husus Ahmet Önkal tarafından TDV İslâm Ansiklopedisi’nde şöyle izah edilmiştir:

“(Hz. Peygamber) Nübüvvetin on birinci yılına (620) rastlayan hac mevsiminde Yesrib (Medine) halkından bir grupla Akabe’de karşılaştı ve onlara İslâm’ı tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup olan altı kişilik bu grup İslâmiyet’i kabul edince, Hz. Peygamber onlardan kendisini Yesrib’e götürüp himaye etmelerini ve böylece İslâm dinini yaymasına yardımcı olmalarını istedi. Onlar da Evs kabilesiyle aralarında yıllardır süregelen savaşların yol açtığı düşmanlığın ortadan kalkacağını, bu yeni din vasıtasıyla iki kabile arasında birlik ve beraberliğin yeniden doğacağını ümit ettiklerini ifade ettiler. Medine’ye döndüklerinde Hazrec ve Evs kabilelerine İslâm’ı anlatacaklarını söyleyerek ertesi yıl Hz. Peygamber’le buluşmaya söz verdiler. Bu küçük müslüman grubun Medine’de gösterdiği faaliyet sayesinde birçok kişi İslâmiyet’i kabul etti. Bunlardan on Hazrecli ve iki Evsli verilen söz üzerine ertesi yıl Mekke’ye gelip Akabe’de Hz. Peygamber’le buluştular. (Burada) ‘Hiçbir şeyi Allah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, emirlerine uyacaklarına’ dair Hz. Peygamber’e söz verdiler ve ona biat ettiler. Nübüvvetin on ikinci senesi (621) Zilhicce ayında Akabe’de yapılan bu biata Birinci Akabe Biatı denir. Birinci Akabe Biatı, savaşla ilgili hususları ihtiva etmediği için Bey‘atü’n-nisâadıyla da anılmıştır (…) Nübüvvetin on üçüncü senesi (622) hac mevsiminde Hz. Peygamber’i Medine’ye davet etmeye karar veren, ikisi kadın yetmiş beş Medineli (…) Mekke’ye varınca Hz. Peygamber’le gizlice haberleşerek hac vazifesinin ifasından sonra bir gece Akabe’de buluşmayı kararlaştırdılar. Hz. Peygamber’in yanında sadece amcası Abbas b. Abdülmuttalib vardı. Abbas bir konuşma yaparak Hz. Muhammed’in kendi kabilesi arasında şerefli bir yeri bulunduğunu, ona inananların bağlılıklarından dolayı, inanmayanların da aynı soydan oldukları için onu korumayı bir vazife bildiklerini, buna rağmen Hz. Muhammed’in Medinelilerin davetini kabul ederek oraya hicret etme arzusunda olduğunu söyledi. Hz. Muhammed’i memleketlerine götürdükleri zaman başlarına çeşitli sıkıntılar gelebileceğine, bütün Arap kabilelerinin kendilerine düşman olacağına dikkatlerini çekti. Böyle bir durumda onu düşmanlarına teslim edeceklerse bu işten şimdi vazgeçmelerinin daha iyi olacağını ifade etti. Medineliler söylenenleri kabul ettiler ve Hz. Peygamber’e istediği şartlarda biata hazır olduklarını belirttiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir konuşma yaptı, Kur’an okudu, onları İslâm’a daha kuvvetle bağlanmaya teşvik etti. Hicret ettiği takdirde kendisini canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da gerekli malî yardımları yapacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, hiç kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına ant içip biat etmeye davet etti. Orada bulunan Medineliler’in hepsi bu şartlarla ona biat ettiler. Bundan sonra Hz. Peygamber’in emri üzerine, Peygamber’le aralarındaki irtibatı sağlayacak on iki temsilci (nakib) seçtiler. Bu anlaşmaya da İkinci Akabe Biatı denildi. İkinci Akabe Biatı, savaşla ilgili hususları ihtiva ettiği için Bey‘atü’l-harb adıyla da anılmıştır. Bu anlaşmadan sonra Hz. Peygamber ashabına Medine’ye hicret etmeleri için izin verdi. Aynı yıl içinde kendisi de Hz. Ebû Bekir’le hicret etti. Böylece İslâm tarihinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oldu.” (Önkal, 1989: 211).

Görüldüğü üzere hicretin sosyolojisi Hz. Peygamber’in kendisi ve Müslümanlar için güvenli bir toplum arayışına dayanmaktadır. Bu anlamda “hicret”, sıradan bir göç olmadığı gibi, hicret olgusunda kendisine göç edilen toplumun “muhacir” topluluğa itaat etmesi şartı da bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in Yesriblilerle anlaşması üzerine Müslümanlara muhacir olunacak belde ve toplumu belirleyerek “hicret izni” verdiği görülmektedir. Hicretin başlaması üzerine Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’i öldürme kararı almıştır:

“Hicret genellikle gizlice yapılmıştır; çünkü Mekkeliler ellerinden geldiğince engel olmaya çalışıyor, hatta yakaladıkları akrabalarını hapsediyorlardı. Yalnız Ömer b. Hattâb’ın, Kâbe’yi tavaf ettikten ve iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklere meydan okuyarak alenen yola çıktığı bilinmektedir. Böylece ashabın büyük çoğunluğu kısa sürede Medine’ye göç etti; geride sadece Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir ile aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicrete güç yetirememiş veya gidişleri engellenmiş belli kişiler kalmıştı (…) Müslümanların büyük çoğunluğunun Medine’ye yerleşmesi ve İslâmiyet’in orada güçlenmeye başlaması Mekke müşriklerini korkuttu; Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı bir tehlike oluşturacağından endişe ediyorlardı. Buna karşı bir tedbir almak üzere Dârünnedve’de toplandılar. Görüşecekleri konu son derece önemli olduğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğulları’ndan hiç kimseyi çağırmadıkları gibi güvenmedikleri kimseleri de içeri sokmadılar. Dârünnedve’de uzun müzakerelerden sonra Ebû Cehil’in teklifiyle Hz. Peygamber’i öldürme kararı alındı.” (Önkal, 1998: 460).   

Diğer taraftan Medine’ye göçün statüsünün ise Hudeybiye anlaşması ile belirlendiği ifade edilmelidir. Hudeybiye anlaşması Mekke ileri gelenleri ile yapılmış, Mekke’den Medine’ye yönelen hicret eylemlerine kısıtlama getirmiştir. Muhammed Hamidullah bu anlaşmanın maddelerini şöyle aktarmıştır:

“Kureyş’in birçok isteğinin kabul edildiği antlaşmanın belli başlı şartları şunlardır: 1) Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden Hudeybiye’den geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde ancak üç gün kalabilecekler. 2) Mekkeli bir kimse Hz. Muhammed’in yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir Müslüman kaçarak Mekke’ye sığınırsa iade edilmeyecek. 3) Barış on yıl sürecek; taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak. İki taraf, kendi hâkimiyetleri altındaki toprakları kervanların geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacak. 4) Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabilecekler. 5) Bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacak. Hz. Ömer dahil ashap bu anlaşmaya tepki göstermekle birlikte Resulullah anlaşma şartlarını kabul ettiğini söyleyince herkes bağlılığını bildirdi.” (Hamidullah, 1998: 298).

Kur’an’da ve Sünnet’te ortaya konulan “hicret” eylemi günümüzde ortaya çıkan “kitlesel göç” hareketleri ile benzeşmemektedir. Akabe biatlarını gerçekleştiren Medineliler beldelerine ve toplumlarına yönelecek hicreti kendileri istemiştir. Bu hicret, Yesrib halkının iç savaşları diye bilinen ve 120 yıl süren harblerden kurtuluş için bir vesile olarak görülmüştür. 120 yıl süren savaşların en sonuncusu Buas Harbi’dir. Bu savaşlarda yüzlerce kişi ölmüş, Yesrib’in kabileleri birbirine düşman olmuş ve Yahudi kabilelerle ittifaklar yaparak bölünmüşlerdi. Buna göre Evs-Hazreç kabilelerinin ileri gelenlerinin hicret edenlerin Yesrib’in savaş ortamını barış ortamına dönüştürecek ahlâkî üstünlükleri olduğuna dair bir kanaat sahibi olduğu açıktır. Nitekim Hz. Peygamber o dönemin bütün Arap kabileleri tarafından “el-Emin” sıfatıyla anılmakta ve tanınmaktadır. Hz. Peygamber Kâbe’ye Haceru’l Esved’in yerleştirilmesi sırasında “adil hâkemlik” yapmış olması nedeniyle bütün Arabistan kabileleri tarafından “emin” kabul ediliyordu. Dolayısıyla Medine’ye gelince kabileler arasında hâkemlik yapması hususu Evs-Hazreç tarafından arzu edilmişti. Böylece Medine’de bir norm düzeni kurulacak, cahiliye savaşları ile çökmüş sosyal yapı, ahlâk toplumuna tahavvül edecekti. Ayrıca Yesrib halkı, Medine’ye hicret edecek şahıs kadrosunun uluslararası ticaretin önemli aktörleri olduğunu bilerek hareket etmiş olmalıdır. Zira Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman uluslararası ölçekte tüccar şahsiyetlerdir.  

Mekke’den Medine’ye hicret sosyolojisi:

Yukarıdaki izahlardan hareketle Mekke’den Medine’ye göçün sosyolojisi şöyle verilebilir: 1) Bu göç bütün Arap yarımadasından gelenlere açık değildi. Medine’nin ahlâk ve fazilet sahibi şahıslarına açık bir göçe izin verilmişti. 2) Medine’ye göç edenlerin maişet, mülk, sömürü ilişkileri için değil, Allah için göç etmesi gerekiyordu. 3) Göç edenlerin Medine ekonomisinde yerleşiklerin (Evs ve Hazreç’in) maddi hayatını felç etmesine izin verilmeyecekti. Diğer ifadeyle muhacirler asker veya tüccar olmak için geldiler. Zira Medine’deki yerleșikler ziraat, madencilik, hayvancılıkla uğraşıyordu. Hicret politikası Mekke’nin ticaret kenti vasfını kırmayı ve Medine’nin uluslararası ticarete açılmasını amaçlamıştı. 

Bir göç eğer büyük kitleler halinde ise, göç edilen ülkede şu problemlere yol acar: 1) Kimlik kodlarının kaybı, 2) Mekân duygusu kaybı, 3) Çarpık ve yoğun kentleşme, 4) Dil karmaşası sorunu, 5) Ortak tarih bilincinin kaybı, 6) Sosyal adaletsizlik, 7) Göç edenlerin eğitim, sağlık, meslek yetersizliklerinin bulunması, 8) Yerleșik toplumda vatandaşların kendilerine çifte standart uygulandığı algısına kapılması, 9) Yerleşik halkın yerinden edilme korkusu yaşaması.

Medine’ye göç yukarıda işaret edilen sorunları doğurmamıştır. Medine halkı herkesi değil, Evs ve Hazreç arasında hâkemlik yapacak peygamberi ve ahlâk eri olan arkadaşlarını davet etmiştir. Mekke’den hicretle gelenler, o kavmin en seçkinleridir. Hicret sayesinde muhacirler Medine’ye norm düzeni getirmişlerdir. Ayrıca Mekke halkı ile Medine halkı kültürel olarak birbirinin benzeridir. Hicret eden Kureyş halkı ile Medine’de yerleşik olan Evs-Hazreç halkı aynı dili konuşmakta, Hz. Peygamber’i aralarında “Hâkem-Aksakallı” olarak konumlamaktadır. Hatta Medine’de yaşayan Benî Nadîr, Benî Kaynuka ve Benî Kurayza dahi kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda çözüme ulaşamadıklarında Hz. Peygamber’e başvurmuşlardır. Böylece Arap Yarımadası’nda ilk kez “adil toplum” kurulmuş, bu toplumun normlarına uymak konusunda hem müşrik Araplar hem de Yahudi kabileler ahit vermişlerdir. Hz. Peygamber’in Medine Sözleşmesi’nde müşrik Araplardan ve Yahudilerden talebi, “Medine Toplumu’nun aleyhine olarak başka ülkelerle ittifak/yardımlaşma ilişkisi kurulmaması” yolunda olmuştur. Diğer taraftan Medine’ye yapılacak saldırılarda bu kavimlerin (Yahudi ve müşriklerin) Hz. Peygamber’in devletine koşulsuz yardım etmeleri de bir şart olarak Medine Sözleşmesi’nde hükme bağlanmıştır. Görüldüğü üzere sözleşmenin bu maddeleri “tam entegrasyon” içermektedir. “Muhacir-Ensar kardeşliği” olgusu aynı ahlâkî ve kültürel normlara tabiyeti, toplum ve devlet birliği ülküsünü esas almaktadır. Muhacir ve Ensar toplulukları birbirinden ayrı hedefleri ve hesapları olan “özerk” toplumsal yapılar değildir.

Medine’ye göç edenlerin Mekkeli olması koşuluna kimi yorumcular tarafından “Ashab-ı Suffa’yı gözden kaçırıyorsunuz” söylemiyle itiraz edilebilecektir. Ancak Kur’an, “muhacir” kavramını Mekke’den hicret edenler için kullanmıştır. Ayrıca Ashab-ı Suffa 70 kişilik bir topluluktur. Bu sayı Medine’nin demografik yapısını bozmayacak bir miktar olup içlerinde başka kavimlerden gelen kişiler olsa dahi bunlar Mescid-i Nebevî’nin inşası sırasında Medine’de bulunan veya sadece Hz. Peygamber’e sevgileri üzerine Medine’ye gelmiş şahsiyetlerdir. Ayrıca bu şahsiyetler de “tam entegrasyon”u kabul etmiş kişiler olarak kabul edilmelidir. Zira örneğin Bilal-i Habeşî ve Selman Farisî gibi şahsiyetler Medine’ye gelince devletin dili olan Arapçayı kabul etmiş, Arapların kültürüne göre yaşamıştır. 

Bir diğer husus da hicretin demografik yapıyı bozmamasıdır. Hz. Peygamber Medine’ye hicret etmeden önce (622) bu şehirde yaklaşık 10-20.000 civarında nüfus olduğu tahmin edilmektedir. Hz. Peygamber vefat ettiğinde (632) bu nüfus 30.000’e kadar yükselmiştir. Bu artış, doğumla ve Mekke’den hicret edenlerle gerçekleşmiştir. Medine’ye hicret gerçekleştiren erkekler Hudeybiye anlaşması ile Mekke idaresine iade edilirken, kadınlar iade edilmemiştir. 

Mümtehine 10. ayette hicret eden herkesin hicretine izin verilmemiş ve bu kadınların imtihandan geçirilmesi emredilmiştir. Dolayısıyla hicret Hz. Peygamber’in uygulamasında koşullu olarak gerçekleşmiştir. 

Bir diğer konu da Mekke’den Medine’ye hicretin amacının uluslararası ticaretin merkezlerinden olan Mekke’nin fethiyle ilişkisidir. Yoksa hicretin amacı Medine’nin çok kültürlülüğe açılması değildir. 

İslam sosyolojisi, kavramlarını ve toplum tiplerini Kur’an’dan almalıdır. Kur’an’ın “muhacir” demediği kimselere “muhacir” diyemeyeceğimiz hususu bir gerçeklik olarak kabul edilmelidir. İslamcı sosyolojinin bu hususları dikkate alması gerekir.

  • Hamidullah Muhammed, Hudeybiye Antlaşması, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 18, 1998.
  • Önkal Ahmet, Hicret, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 17, 1998.
  • Önkal Ahmet, Akabe Biatları, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 2, 1989

https://www.lutfibergen.com/mekkeden-medineye-gocun-sosyolojisi.html?fbclid=IwAR2EHUgG5DqhpYN8bRqtYk0YRv8vMi9Mi4u3f-jfXtCTz2gSlxnLWQ06HDE sayfasından alınmıştır.

Yazar
Lütfi BERGEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen