Gelenek, bir milletin yapısını, kimliğini meydana getiren özelliklerden biridir, küçümsenmemeli, kendisinden kurtulma şaşkınlığına düşülmemelidir. İstanbul’un fethinden (İslâm değerlerine açılışından)beri, yıkılan o adı kocaman, kendisi küçük imparatorluğun Rûm (Bizans DEĞİL! Bizans diye bir sosyo-politik kuruluş HİÇ OLMADI!) tebeasının (uyruğunun) torunlarının torunlarının torunları, çağımızda bile, Patriğin denize attığı haçı çıkarmak için yarışarak soğuk suya atlıyorlar, geleneklerini sürdürüyorlar, Rûm idiklerini unutmuyorlar.
Cenâze namâzında söylenen “er kişi niyyetine!” veya “hâtûn kişi niyyetine” sözü, İslâm Dîni’ne giren ilk Türk devletlerinden biri olan (diğeri, Arapça kaynaklarda “Sakaalibe” diye adı geçen Bulgar Türkleridir) Karahanlı (İlig Hanlı) Devleti zamânındanberi söylenmektedir. Cenâze namazındaki üçüncü tekbirden sonra, bilenlerin okuduğu duâdaki, üçüncü tekil şahıs zamirleri, (‘onu’ anlamna) erkekse ‘hu’, hanımsa ‘hâ’ diye okunsun diye, namaza katılanlara hatırlatmak içindir. Arapçada, Fransızca’da da olduğu gibi, zamirlerde erlik/masculine – dişilik/feminen’lik söz konusudur. Kısacası, bu kalıbın, İslâm’a girişimizdenberi kullanıldığını unutmamak gerekir.
Elin gâvuru geleneklerine sımsıkı bağlıdır. Meselâ, Fransa İkinci Dünyâ Savaşı’nda Alman işgaline uğradığında, General De Gaulle, Amerikalı’ların, İngilizlerin yardımıyla direniş hareketini düzenliyordu. Fransız askerinin kepindeki “ponpon” denilen o yuvarlak, toparlak püskülümsü nesnenin mutlaka bulunması için ter ter tepiniyordu! Ponpon, silâh değildi ama, Fransız askerinin üniformasından küçük de olsa bir parçaydı, sembolik değeri vardı!
Fransız polisinin üniforması, başındaki üstü düz, dâire şeklindeki şapkası mâlûmdur; aynı şekilde, İngiliz polisinin miğfer şeklindeki başlığı da, hiç değişmez, gelenek devâm eder. Ya bizim polisimizin kıyâfeti son elli yıl içinde kaç defa değişmiştir? rengi, pötikareli grîden soluk yeşile, mâviye … esen rüzgâra göre değişikliğe uğramıştır.
İngiliz yargıçları, zamanla üzerinde biriken bitleri tarakla temizlemek zorunda kalsalar bile, başlarında o örgülü nesneyi taşırlar; “ bu çağda buna gerek yok, baş açık oturalım” demezler. Londra Belediyesi’nin başkanı Lord Mayor, törenlerde, geleneğe uygun giysisi ile boy gösterir, alkışlanır; bize uygularsak, İstanbul Kadı Efendisi’nin cübbesi, kavuğuyla veya Tanzîmat’tan sonraki Şehr Emîni’nin fesi, ve giysisi ile törenlere çıkması gibi bir durum! (Günümüzdeki İstanbul Belediye Başkanı’nın Kadı kıyâfeti giydiğini tasavvur edin!)
Gelenek, orduda da devâm etmektedir. Tanzîmât’tan sonra Avrupa usulü tıp okutuldu, hastaneler askerî olduğu için, hastaneden iyileşerek çıkan, tabura gidiyordu, taburcu oluyordu, günümüzde de böyle diyoruz; hastaneden çıkan sivil de olsa, “taburcu” edilir.
Askerî birliğin giriş kapısına günümüzde de “Nizâmiye” diyoruz. Birliğin toplanması “ictimâ” dır. Yalandan hastalanmak “temâruz”dur, birlik komutanı, üst rütbeliye “tekmîl” verir. Düşman tarafından yaralanan asker veya polisimiz “gazi”dir. Bakmayın siz bâzı şaşkın gazetecilerin ve tv muhâbirlerinin elin gâvuru “veteran” için “eski asker” diyeceği yerde “gazi” demek rezâletini irtikâb ettiğine! (1856 da gâvur’a “gâvur” demek yasak edilmesinin zaman içinde getirdiği kafa karışıklığı sonucu! Zavallı gazeteci veya tv sunucusu, “gazi” olabilmek için önce Müslüman olmak gereğinin farkında değil! kâfir nasıl “gazi” olur? düşünmez bile!)
Bakmayın siz ordu konutanlığı da yapmış bir vatandaşımızın “ordu Peygamber ocağı değildir!” sözüne : Türk askeri, Muhammed Aleyhisselâm’ın adının Türkçeleşmişi olan Mehmet kelimesinin sevgi ve küçüklük ifâdesi olan “Mehmetçik”tir! Türk anası, askere giden oğlunu, “vatan için kendini kurban etmeğe hazırlık” sembolü olan, kurbanlıklara sürülen kına ile uğurlamaktadır.
Yola çıkanın ardınca su dökülmesi de çok güzel bir geleneğimizdir : “su gibi akıp gitsin ve gelsin” dileğiyle akıncı yiğitlerin arkasından su dökülürdü.
Türk kızının gelenekteki gelinliği kırmızı idi, o nârin, hoş çiçeğe de gelincik diyoruz. (Bâzı yörelerde “lâle” denmesi de mânâlıdır: Lâle kelimesinin ebced hesabıyla sayı değeri, “Allah” kelimesininki gibi, 66 dır.)
Osmanlı Devleti’nde, Osman Gazi devrindenberi birçok dîn bilginleri vardı. Bu ulemâyı anlatan İsâmeddin Ahmed Efendinin yazdığı kitabın adı : eş Şakayıkun Nu’mâniyye fî Ulemâid Devletil Osmâmiyyedir. Şakaikun Nu’mân, gelincik çiçeğinin Arapçasıdır. Kitabın adı, “Osmanlı Devleti’nin ulemâsı hakkında gelincik çiçekleri” anlamına gelmektedir. Osmanlı Devleti, oryantalistlerin görmek ve göstermek istedikleri gibi, câhil göçebeliğin hüküm sürdüğü bir topluluk olmayıp, tâ başındanberi ilimle aydınlanmış yolda yürüyen bir devlet idi. (Kaldı ki, göçebesi olan milletler, “genç” sayılıyor, köylü şehirliden, göçebe de köylüden daha sağlığa uygun havada yetişiyor ve yaşıyor.)
Günümüzde beyaz gelinlik giyen Türk kızının babası, gelinin beline kırmızı bir ince kuşak bağlamaktadır; hem geleneğimize bir işâret, hem de beyaz ve kırmızı renklerin bir araya geldiği şanlı bayrağımıza işâret!
Selçukluların Erbil Atabeyi Muzafferüddîn Gökbörü Peygamberimizin doğumunu (mevlid: doğum demektir) büyük törenlerle kutlar, ulemaya, halka ziyâfet verirdi. O zamandanberi, onun doğumunda okunmak üzere Peygamberimizin hayâtını anlatan şiirler yazılmıştır, en çok okunanı, Süleyman Çelebi’nin yazdığı Vesîletün Necat (Kurtuluş Vesîlesi) adlı şiirdir, Yıldırım Bâyezid decri Türkçe’si ile yazılmış bir şâheserdir. Osmanlı Devleti’nin o zamanki başkenti Bursa’daki 20 kubbeli Ulu Câmi, Yıldırım Bâyezîd Hân’ın1396 yılında Niğbolu’da birleşik Avrupa Haçlı ordularını, şövalyelerini perîşân ettiği savaşı ganîmetiyle yapılmıştır, duvarlarında, sütunlarında çok güzel hat eserleri vardır. Haçlı ordusu o kadar kalabalık idi ki, başkomutanı Macar Kralı Sigismund “gökyüzü düşecek olsa mızraklarımıza takılır kalır” diye böbürleniyordu. Hilâl biçimindeki Osmanlı ordusunun merkezi, baştan ayağa zırhlara bürünmüş Fransız şövalyelerinin hücumu karşısında hafifçe geriledi, bu bozkır taktiğine aldanan şövalyeler ilerlemeğe devâm ettiler, Osmanlı’nın sağ ve sol cenahları ilerleyip çember kapanmağa başlayınca şövalyeler birbirini çiğnedi, Haçlı ordusunun bir kısmı kaçmak isterken Tunada boğuldu, koca ordu perişan oldu.
Türk Milleti’nde Peygamber sevgisi ve bağlılığı öyle yerleşmiştir ki, Türk’ün çocuğu doğunca, kutlamak için, mevlid cemiyeti yapılır, Kur’ânı Kerîm tilâveti yanında mevlid’den de bazı bölümler okunur. Çocuk büyüyüp sünnet olurken, evlenirken yine mevlid cemiyetleri yapılır. Türk, hac görevini yerine getirirse, mevlid cemiyeti yapılır, Kur’ânı Kerîmden sonra mevlid okunur.
Mevlid geleneği, Türkün hayatında öyle yer tutmuştur ki, âdetâ günümüzde oryantalistlerin kuyruğuna takılıp mârifet yaptığını zanneden, sünnet hakkında Müslümanlarda tereddüdler uyandırmayı yenilik sayanların yapacağı bu işlere cevap verircesine her vesileyle Peygamber Aleyhisselâm’a, onun sünnetine bağlılığı gündemde tutmuştur. Öyle ki, Arab’ın “khitân” dediği işleme “sünnet” ve bu iş dolayısıyle yapılan törene de “sünnet düğünü” demişizdir.
Yahûdîlerin geleneklerine ne kadar bağlı oldukları, bu bağlılıkları sâyesinde iki bin yıl yeryüzünün her tarafına dağılmış olarak yaşadıkları hâlde kimlilklerini yitirmedikleri iyi bilinmektedir.
Milletler geleneksiz ve sembolsüz olamaz! Târihi olmayan topluluklar, gelenek icâd etmeğe çalışırlar.
03 Nisan 2020