Ercüment…

-Ercüment Yahnici’nin hatırasına tarih düşürme niyetiyle-

Aralık.

Her yer bembeyaz; yollar, sokaklar, çatılar, ağaçlar…

Kar yağıyordu. Pencereden dışarıya bakıyordum. Ankara beyazlara bürünmüştü.

“Selâmünaleyküm!”

Uzun boyluydun, iri yarı ve güçlüydün; kapının üst pervazına kollarını dayamış, gülümseyerek bana bakıyordun. İçerdekiler donup kalmışlardı; soluksuz… Sonra kirece dönen yüzleriyle havada uçuşan kar taneleri gibi titremeye başlamışlardı. Oturdukları yerde uyvanıyor, dışarıya çıkabilmek için can atıyorlardı, ancak kapıyı dolduran dev cüssen hiçbirinde bırak ayağa kalkabilmeyi, bir daha kapıdan yana dönüp bakabilecek mecal dahi bırakmamıştı.

“Vay… Vay benim kardeşim!”

“Bu taraftan geçiyordum da, ağabeyime bir selâm vereyim dedim…”

Seni gidi yalan söylemeyi bile beceremeyen Yavuz Selim bıyıklı seni… Lâf! Orada göreve başladığım bir hafta bile olmamıştı daha, üstelik Osman dışında henüz kimse bilmiyordu buraya geldiğimi, sen nereden bilecektin ki! Bu taraftan geçiyordun öyle mi?..

“Gel, böyle otur!” demiştim sandalyemi uzatarak. O odada her sabah koridordaki odacıların masasından alıp getirdiğim bir tek o sandalye vardı çünkü bana ait olan. Göreve başladığım ilk gün içeride dört masa bulunan bu odayı gösteren bölüm yöneticisi “odan burası,” demişti, “bir masa bulununcaya kadar koridorda, şurda burda idare edersin işte. Sizin kesimden buraya daha önce de birkaç kişi gelmişti ama hiçbiri 3-4 günden fazla kalmayıp ayrıldı. Hani sanmam da, kalacak olursan başka bir çözüm buluruz belki…” Gerçekten orada kalabilmek zordu; yöneticiler dahil kimse benimle konuşmuyor, bir iş verilmiyor, üstelik koridorda, merdivenlerde, yemek salonunda militan kılıklı personelden sürekli omuz yiyordum. Odaya çay servisi yapanlar dahi sadece diğerlerinin masasına çaylarını bırakıp dönüyorlar, benden yana bakmıyorlardı bile. Senin ziyaretinden bir gün önce kafeteryada sıraya girmiş, öğle yemeğimi alıp oturabileceğim boş bir yer bakınırken biri dirsek atıp tepsimi yere düşürmüştü. Osman Çakır sadece herhangi bir ülküdaş değildi benim için; dertlerimi, sevinçlerimi, yürek acılarımı, kavak yellerimi kendisine açabildiğim hemen hemen tek insandı. Mantık adamıydı. O gün olanları anlattığımda benim için endişelenmiş “Bırak şu Yörük inadını” demişti, “anlaşılan yaşatmayacaklar seni orada, bir başka yere aldır kendini…”

Ama böyle bir şeye gerek kalmamıştı…

“Selâmün aleyküm!”

Odayı dolduran o tok ve gür sesin sanki ilk kez böyle bir top sesi işiten o yamyam kabilesini düşüncelerinin karanlık ormanlarına hapsetmeye yetmişti.

“Çay içer misiniz?”

Akşam Çakır’a bize çay ısmarlamak istediklerini söylediğimde hiç de şaşırmamış, “Ercüment mi geldi yoksa?” demişti. Meğer o sabah onunla karşılaşmışşsın da beni sormuşsun, o da bana yapılanları anlatmış. Ve sen bre Köroğlu yürekli adam, sen de o günlerde burçlarına bilumum kızıl bayrakların çekildiği o Alamut Kalesi’ne yüreğini rüzgâr edip tek başına esip gelmiştin…

Geçerken şöyle bir uğrayıverdin öyle mi?..

Seni uğurlarken ben de bahçeye inmiştim. Kocaman bir ağaç vardı yol kenarında. Dalları karla kaplıydı. Bir ara başını kaldırıp göğe bakmış, sonra dizlerine ulaşan karları yara yara ağacın altına gitmiştin de iki elinle kavrayıp şöyle bir silkelemiş ve dallardaki bütün karı yere dökmüştün hatırlıyor musun?. “Kuşlar konacak yer bulamıyor!” demiştin geri dönünce… Hey Yunus Emre gönüllü koca adam, hey!

Sen benim orada kalmamı sağlamakla, ülkemiz insanına yüzlerce radyo programı yazabilmemin yolunu açmıştın; Ocakbaşı, Tarla Dönüşü, hele çocuklarımızın anadillerini daha güzel geliştirmeleri için yüzlercesini yazdığım, aradan yıllar geçtikten sonra bile daha iyisi yapılamadığı için defalarca tekrarlanan Türkçemiz… Onların hepsini sana ithaf ettim. Milyonlarca çocuğun Türkçelerinde yaşadığını biliyor musun?

Ve o günden itibaren aradan geçen iki kış boyunca bahçedeki o ağacının dallarını silkeledim karları dökülsün diye. Sana da haber verirdim her defasında da o Türkistan çeliği gözlerin ışıl ışıl olurdu.

* * *

Sonra bir kış daha geldi…

Gene Aralık…

Seninle görüştüğümüz o gün de kar yağıyordu Ankara’ya. Bir hafta sonra 27 Aralık’ta Mehmet Akif’i anma toplantısında yeniden görüşmek üzere sözleşmiştik ki tam ayrılırken, “biraz gecikebilirim ağabey” demiştin, “biraz gecikebilirim.”

Seni gidi koca Seğmen! Önce Dikmen sırtlarına gidecektin değil mi; Mustafa Kemâl’i karşılayacak, gâzi atalarının ayak izlerinden bir kez daha yürüyecektin Ankara’ya onunla birlikte, bilmez miyim! Başında Horasanî keçeni kuşatan poşun, sırtında cepkenin, belinde devasa şal kuşağına dolanan yörük kolanın, bacağında kara koyun yününden çahşırın, dizlerine uzanan ak çoraplarınla bir elin belindeki kamanın sapında, diğeri Ankara semalarında toprağa diz vura vura yürüyecektin. Doh! Doh!.. Bu ne heybet, bu ne vak’ar, bu ne sevda ey nice düşman saldırılarının diz çöktüremediği koca hisar?

“Gecikebirim,” demiştin, “gelemem” değil!

Gelemedin!

Ne Mustafa Kemâl’i getirmeye gidebildin, ne de o gür sesinle Mehmet Akif’e İstiklâl Marşı okumaya gelebildin…

Seni o gün öldürdüler!

Suçun neydi, günâhın neydi, suiniyetin neydi de öldürüldün sen ey üşüyen bir kuş yüreğinin acısını ruhunda hisseden dev adam?

Neden?.. Neden?..

Vatanda bulunduğum zamanlar Ankara’ya ilk kar düşer düşmez Karşıyaka Mezarlığı’na koştum; mezarının toprağını örten karlara döktüm gözyaşlarımı … Lâkin kader beni yurt toprağından ıraklara sürükleyip götürdüğünde sanma ki menekşe bakışlı gözlerini yıldızlarda aramayıp seni Fatihalardan mahrum bıraktım!

* * *

Bu kaçıncı Aralık…

Ren ırmağı boyunca kar yağıyor.

Bu sabah da yem koydum bahçemdeki kuş barınağına gözlerim nemli…Yaralarının sızısını yüreğimde daha bir dayanılmaz hissede hissede…

Acım, katillerinin bugünün itibarlı beyleri oluşu değil kardeşim; Hasan Sabbah yöntemlilerin beyliğinden, dirliğinden ne çıkar ki…Onlar dün de devlet-millet düşmanıydılar, bugün de öyle… Dün de haindiler, bugün de… Onlar dün de uşaktılar, bugün de öyle!.. Birilerinin „kullanılma, kandırılma, aldatılma, 5. kol, beyin yıkama, bekleme, olgunlaştırma“ masallarına aldırmıyorum hiç; onlar, düpedüz bu yurdun düşmanıydılar, bu milletin, bu devletin… Ve elbette senin!

Sen o günlerde Türkiye’ydin onlar için; hâlâ öylesin… Öyle de kalacaksın; her zaman ve daima!

Beni üzen, ne senin kaatillerinin ne de milletimizin varlığı için verdiğimiz kavgayı sebillerin serin gölgesinden seyredenlerin bugün su başlarını tutmasıdır; beni kahreden, dün bir dilim ekmeğimizi bölüştüğümüz, sırt sırta verip dövüştüğümüz, dillerinde memleket türküleriyle toprağa düşenlerimizi hıçkırıklardan sıyırabildiğimiz tekbirlerle birlikte uğurladığımız bazı ülküdaşlarımızın kara budundan bir er olarak kalmış olma erdeminindeki ulvî makamla yetinemeyip hesap kitap işine kalkışmış olmalarıdır…

Biz birbirimize hiç küstük mü koca Şehit? Vatan hainlerinden hangimizin daha çok yumruk, sopa, bıçak, kurşun yediğini tartıştık mı hiç? Dâvâmızı sayıya, hesaba vurduk mu hiç? Sen saydın mı o dev gövdene kaç hain elden aynı anda kurşun sıkıldığını?

İnan asla yamulmadım, eğilmedim, zerre kadar şüphe etmedim dâvâmızdan, ülkümüzden, yolumuzdan; ama toprağa düşüşünün 30. yılında da senin nezdinde bütün şehitlerimize hesap vermeye mecbur hissediyorum kendimi.

İçimizdeki bu ülküsüzlük, bu dağılmışlık, bu umursamazlık deli ediyor beni.. Sanma ki susuyorum. Sanma ki „Yaz ağabey, Allah aşkına yaz…” deyişin kulaklarımda daima çınlamıyor. Sadece yazmakla ve söylemekle kalmıyorum bilesin, bir kenara çekilmiş olanlarımıza hesap soruyorum; senin adına, senlerimizin adına…“Dün kurşun yağmurları altında sendeyen bir ülküdaşımızın yanına sanki bir bayrak yarışındaymışcasına koşanlar bizler değil miydik? Bizler değil miydik düşenlerimizin kanını gözyaşlarımızla yıkayıp dövüşmeye devam edenler? Hangi ülküdaşımız bir ülkü yoldaşını yalnız bırakıp yarı yoldan geriye döndü? Bizler değil miydik kuş konmaz kervan geçmez dağ yollarından aşa aşa insanlarımıza dâvâmızı anlatmaya seyirtenler? Kendi yanlışımız elin doğrusundan bin kat daha muteber değil miydi birbirimizin yanında? Lânet olsun çinlinin yumuşak ipeğine, sahte gülüşüne demiyor muyduk altı yırtık ayakkabılarımızla gururlanarak? N’oldu bize, ulaştık mı ülkümüze?  Dâvâ yürüyüşünün sonuna gelmedik ki daha… Nerede Kızılelma?”

Ercüment… Kardeşim!

Bu Aralık’ta da yurdumuzdan uzaklardayım; ama biliyorum ki yakın berilerdeki, uzak ötelerdeki bütün ülküdaşların, -sen benim acı söylediğime bakma- bir seğmen alayına düzülürcesine şehitler kervanına katılan sen ve bütün rütbedaşlarının kendilerine emanet ettiği bu Dâvâ’nın milletimizin varlık kökü olduğunun şuurundalar; göreceksin, Ergenekon’dan yeniden çıkacağız!

Şâd ve müsterih ol sen ey Ankara Kal’esi fikirli Şehit!..

Yazar
Hasan KAYIHAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen