Türk yargısının 2019 yılı itibarıyla en problemli alanlardan biri, özellikle birinci derece mahkemeleri ve istinaf aşamasında bölge adliye mahkemelerinden çıkan kararların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ve aynı zamanda Anayasa Mahkemesi içtihatlarının gerisinde kalmasıdır. Benzer şekilde Yargıtay’ın daha özgürlükçü içtihatlarının da birinci derece ve istinaf mahkemeleri tarafından içselleştirildiği söylenemez.
*****
Sedat ERGİN
‘Adalet’ ve ‘hakkaniyet’ kavramları Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Eylül tarihinde New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na hitaben yaptığı konuşmada en kuvvetli şekilde vurguladığı temalardı. Küresel sistemin yapısı ve işleyişine ilişkin eleştirilerini ve ayrıca önemli uluslararası sorunların çözümüne dönük bakışını her seferinde bu kavramlar üzerinden ortaya koydu.
İlginçtir ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen salı günü yeni yasama yılının başlaması dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’na açarken yaptığı konuşmada bir ara sözü BM’ye hitabına getirerek şöyle dedi:
“Birleşmiş Milletler sistemi başta olmak üzere her alanda adaleti savunurken, kendi ülkemizde bu konuda geride kalmayı kabul edemeyiz.”
Cumhurbaşkanı, konuşmasının bir başka bölümünde “Kendimiz ve tüm insanlık için adalet peşinde koşarken, bunun çerçevesini oluşturan kanunlarımızı da sürekli geliştirmek zorundayız.” diye konuştu.
Bu ifadeleri yargı reformunun TBMM’den mümkün olan en geniş uzlaşı ile geçirilmesi yolundaki çağrısıyla tamamlandı.
*
Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini nasıl değerlendirmeliyiz?
Erdoğan, belli ki, uluslararası forumlarda yaptığı kuvvetli adalet çağrıları ile Türkiye’nin kendi adalet sicili arasındaki makasın açık olmasının, verdiği mesajların inandırıcılığına gölge düşürebileceğinden çekiniyor.
En azından, kendi tutarlılığı açısından dışarıya dönük çağrıları ile içeride adalet alanındaki durumun örtüşmesi, arada bir çelişki olmaması gerektiğini kabul etmiş oluyor.
Her halükârda bu ifadeler, Türkiye’nin adalet alanında bir ‘geride kalma’ sorunu yaşadığının bizzat Cumhurbaşkanı’nın ağzından teslim edilmesidir.
*
Peki, çare nerede?
Cumhurbaşkanı, çareyi “daha çok hak ve özgürlükleri genişletmek amacıyla” TBMM’den yeni bir yargı paketi geçirmekte görüyor. “Kanunları sürekli geliştirmek gereği”nden söz ederek, bu çerçevede yeni paketlerin de geleceğini söylüyor.
Kuşkusuz, reform yönündeki her adımın değeri yadsınamaz. Ancak hal böyle de olsa karşımıza çıkan çok temel bir meseleyi görmezlikten gelemeyiz.
Mesele, adalet alanındaki sıkıntının varlığı kabullenildikten sonra her şeyin bir yargı reformu paketi hazırlanarak çözüme kavuşabileceğini varsayan bir anlayışla hareket edilmesidir. Bu anlayış, mevzuat iyileştirilerek, yeni yasalar çıkartılarak, ceza ve usul maddeleri yeni formülasyonlarla bir daha kaleme alınarak, eklemeler yapılarak sorunların aşılacağı kabulünden yola çıkıyor.
Mevzuat değişikliği bir sihirli değnek gibi Türk yargısına değecek ve dertler, sorunlar bitecektir…
Ama öyle olmuyor.
*
Galiba bu noktada teşhis yanlış konulduğu için önerilen çözüm de yanlış bir güzergâhta ilerliyor. Tabii ki, temel hak ve özgürlüklerle ilgili mevzuatta iyileştirme yapılması gereken alanlar her zaman olacaktır. Ancak kabul edelim, bugün Türkiye’nin yargı alanındaki sorunları mevzuattan önce uygulamayla ilgilidir.
Türk yargısının 2019 yılı itibarıyla en problemli alanlardan biri, özellikle birinci derece mahkemeleri ve istinaf aşamasında bölge adliye mahkemelerinden çıkan kararların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ve aynı zamanda Anayasa Mahkemesi içtihatlarının gerisinde kalmasıdır. Benzer şekilde Yargıtay’ın daha özgürlükçü içtihatlarının da birinci derece ve istinaf mahkemeleri tarafından içselleştirildiği söylenemez.
Bu yönüyle iki ayrı zihniyet evreni hâkim bugün Türkiye’de yargıya.
Bugün TBMM’den hiçbir yeni yargı reformu çıkartılmasa ve yalnızca AİHM, AYM ve Yargıtay içtihatları hayata geçirilse zaten sorunların önemli bir bölümü geride kalmış olacaktır.
Ayrıca, bu içtihatlara uygun kararlar verilmesi mahkemeler açısından bir lütuf da olmayacaktır. Bu içtihatların uygulanması zaten mahkemelerin görevidir, yükümlülüğüdür.
Dolayısıyla, adalet başlığında ileri doğru yol alınmak isteniyorsa öncelikle uygulamanın söz konusu içtihatlar yönünde doğru bir formata oturtulması gerekiyor.
*
Uygulama meselesinde bir sıkıntılı alanın daha altını çizmeliyiz. Özellikle savcıların ve birinci derece mahkemelerin bir kesiminin siyasi mülahazalarla hareket ettiklerine işaret eden bazı uygulamaları kastediyoruz.
Kimi siyasiler ve aydınlar hakkında geçmişe dönük soruşturmalar açılarak tutuklama ve mahkûmiyet kararları üretilmesi, Türkiye’de adalet algısının zemin kaybetmesinde, yargı bağımsızlığının tartışmalı hale gelmesindeki faktörlerden biridir.
Son bir nokta olarak, Erdoğan’ın konuşmasında kuvvetler ayrılığından söz ederken “Elbette Cumhurbaşkanı, (…) hâkimlerin yerine geçip hüküm vermeye kalkacak değildir” şeklindeki sözlerinin altını özellikle çizmek gerekiyor.
Cumhurbaşkanı’nın bu açıklamasını, hâkimlerin karar vereceği dosyalar, tutuklama ve tahliye konuları hakkında, kendisinin herhangi bir hüküm beyanında bulunmayacağı yolundaki bir taahhüdü olarak değerlendirmek istiyoruz.
——————————————-
Kaynak: