Prof.Dr. Saadettin YILDIZ
1.Giriş
1.1.Hayatı ve Sanatı
Süleyman Ali Uluçamgil, 28 Mart 1944 tarihinde Dağyolu (Eski adı: Fota) köyünde doğdu. Babası Mehmet Ali Salih, annesi ilkokul öğretmeni Zühre Hanım’dır. Köyündeki ilkokulu bitirdi. Bayraktar Ortaokulu sonra Lefkoşa Türk Lisesi’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi.
İkinci sınıf öğrencisiyken, Kıbrıs’ta iyice sertleşen varlık-yokluk mücadelesine katılmak üzere, arkadaşlarıyla birlikte vatanına döndü; Erenköy müdafaasına katıldı.[1] 21 Temmuz 1964 tarihinde, bir bubi tuzağına kurban gitti[2]. Mezarı Lefke’dedir.[3]
Lefkoşa Türk Lisesinde Arif Nihat Asya ve Hüseyin Gürtunca’dan edebiyat dersi aldı. Hocası Arif Nihat onun yazdıklarını beğenmiş, kendisini de çok sevmiştir. “Sınıf arkadaşlarının anlattıklarına göre Arif Nihat Asya, Süleyman Uluçamgil’i öyle severmiş ki sık sık ona ‘iki gözümün bir tanesi’ şeklinde hitap edermiş.”[4] Aşağıdaki rubai, Arif Nihat’ın, Kıbrıs’tan ayrıldıktan sonra da oradaki öğrencileriyle yakından ilgilendiğini göstermektedir:
Ey yolcu, dönüp şu iğri yoldan soluna,
Kardeşleri gör uğrayarak Dağyolu’na…
Derlerse: “Süleyman Uluçamgil nerde?”
Dersin ki: “onun, girdi melekler, koluna!” (Kıbrıs Rubaileri, Ş.6, s.160)
Annesi, zaman zaman şiirle de uğraşmış olan[5] başarılı bir öğretmendi. Onun köy kadınlarını toplayıp kitap okumaları, Uluçamgil’in daha çocuk yaşta edebiyatın havasını sezmesinin yolunu açtı. Lisedeyken şiir ve hikâyeler yazmaya başladı. “Süleyman’a öğretmenlerinden önce köyünün ve ailesinin büyük katkıları olmuştu. Dağyolu, dört asırdan beri Türklerin yerleşik olduğu bir köydü ve Türkçe’nin en güzel kullanıldığı köylerden biriydi. Üstelik Süleyman’ın annesi Zühre Uluçamgil köyün öğretmeniydi ve kitaplarda kaynaşık, okuyan bir insandı. Örneğin Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanının daha ilk baskısı, Türk Bayrağının yasaklandığı, İngiliz Sömürge döneminde Uluçamgillerin evinde okunuyor…”[6]
Ağabeyi Dr.Mehmet Ali Ulıçamgil’in büyük bir vefa duygusu ve özenle muhafaza ettiği şiir ve yazı müsveddeleri arasında yer alan “Ölen Anne-Anneme” başlıklı bir küçük şiir, onun daha yirmisine gelmeden (şiir, 17.3.1961 tarihli Nacak dergisinde yer aldığına göre şair en çok on yedi yaşında olmalıdır) iyi şiirin kapısını araladığını göstermektedir: (Bir nine gidiyorsa / Anne toprağa / Ve yoksa ağlıyacak torunu / Bana haber verin / Ağlarım” (s.120).
1.2.Mücadelesi
Süleyman Uluçamgil, Özker Yaşın’ın “Yüzbaşım”[7] şiirindeki deyişiyle “Türklüğün şerefi için can verenler”dendir. Hayatının baharında öğrenimini terk ederek vatan savunmasına koşmuş; korkusuzca çarpışmıştır. “Denizleri Yaşamak” şiirindeki “Göbeğimden et kesip gömmüşler toprağa / Derine, çok derine, köpeklere inat / Özgürlüktür benim esrikliğim”[8] mısraları, bu mücadeleye tereddütsüz koşup katılmasının gençlik hevesinden değil, mizacından ve vatan anlayışından kaynaklandığını ortaya koymaktadır.
Onun korkusuzluğu soylu bir korkusuzluktur. Çok hareketli, deli dolu, heyecanlı bir genç olmasına rağmen, insana değer vermesi, karşı taraftan da olsa suçsuz kimselere zarar vermek istemeyişi bu soylulukla ilgilidir: “Erenköy direnişinde, göremediği hedeflerde kadınları ve çocukları öldürmek istemediği için havancı olmayı reddedecek kadar mert ve asil bir ruh taşıyordu Süleyman. Ne ki kendisinin özenle kaçındığı kalleşliğin kurbanı olmuştu. Facianın ironik yanı bu.”[9]
Uluçamgil’in vatan mücadelesi, çok erken yaşta başlamıştır. İngiliz ordusuna karşı halkla birlikte direnişe katıldığı zaman 14 yaşındaydı. Öğrenimini –ve dolayısıyla geleceğini- bir yana bırakarak yurt savunmasına koşmasında bu erken bilinçlenme yatmaktadır. O, yurdunu gerçek bir sevgi ile seviyordu. Şu mısralar, onun vatanı en tabiî hâli içinde sevmek gerektiğine inandığını gösteriyor:
Kişi doğru söyle
Sana kendi vatanında
Terin
Hatta ayak kokun bile
Tatlı gelmez mi?[10]
2.Uluçamgil’in Şiirlerinde Millî Mücadele, Türklük ve Türkiye
Süleyman Uluçamgil’in şiirinde Kıbrıs, Kıbrıs millî mücadelesi, Türklük, Türk tarihi, Türkiye, Anavatan, sömürgecilik, sömürge hayatı ve sömürgeci baskısı, Rum zulmü, özgürlük gibi kavramlar öne çıkmaktadır. Bu, bilinçli bir seçimin sonucu olarak düşünülmelidir. Çünkü Süleyman Uluçamgil’in gençlik dönemi, köylüsünden kentlisine Kıbrıs’ta yaşayan bütün Türklerin bu kavramlar etrafında duyup düşündüğü bir dönemdir.
Uluçamgil “millî mücadele”yi, öncelikle, “sömürgeciliğe karşı direniş”, “zulme karşı direniş”, “kendine, kendi gafletine karşı direniş” olarak görmüştür. Kıbrıs millî mücadelesi, aynı zamanda, bir kimlik ve kişilik mücadelesidir ona göre. “Türklük” kavramı, Kıbrıs ve Türkiye merkezde olmakla birlikte, bunlarla sınırlı değildir. Onun duyuş ve düşünüşünde bütün bir Türk dünyası, bir çeşit “geniş vatan” mahiyetinde mevcuttur. “Türkiye” ise, siyasal, ideolojik, stratejik.. birçok sebeple onun ilgi alanındadır. Ulaşılması, kavuşulması, hatta birleşilmesi gereken, denizin ayırdığı “anavatan”dır.
Bu çalışmada, “Kıbrıs millî mücadelesi”, “Türklük” ve “Türkiye” kavramları üzerinde durulacak; ana konumuzu desteklemek üzere, “sömürge hayatı” ve “sömürgeci baskısı”, “Rum zulmü” ve “özgürlük” kavramları da değerlendirilmeye çalışılacaktır.
2.1.Millî Mücadele
2.1.1.Kıbrıs millî mücadelesinin temelinde “acı” ve “zulüm” vardır: “Ben başladım yirminci yüzyılda / Babaları arkadan vurulup / Öksüz bırakılan çocuklarla / İnsan olduğumuz için kimsesiz öykümüzü”[11] (Atatürk’e, s.78) mısraları, bu acının kaynağının, insanlık iddialarına rağmen zalimleşen acımasızlık olduğunu çok sade bir söyleyişle ortaya koymaktadır.
Uluçamgil, “arkadan vurulma” motifini sık sık kullanıyor. Karşıdakilerin davranışları hiç de “insanca” değildir; bu, bakışlarından bile belli olmaktadır: “Ben Kıbrısım / işte Urumcuklarım / Bakışlar insan gözlerinden öteye dönmüş / Gözlerinde esaret kokan steplerin iğrenç kızıllığı / İşte namluları tabancalarının / İki kürek kemiğinin arasına / İnsanlarımın.” (Ben Kıbrısım II, s.113)
Kıbrıs Türk’ünün iki kürek kemiğinin arasına tabanca namlusu dayayanlar, yani yüz yüze gelmekten korkanlar, sadece erklekleri değil, kadınları da arkasından vurmaktadırlar. Kaldı ki bu kadınlar arasında onlara su verenler bile vardır: “İnsanlar gördüm / Kendisine su veren kadını /Arkasından vurdu” (Atatürk’e, s.80)
2.1.2.Bu mücadelenin iki tarafı var: Biri bütünüyle kendi varlığını sürdürebilmek için savunmada, diğeri ise o varlığı tümüyle sona erdirmek üzere hücumda: İki ayrı karakter… Bu iki ayrı karakterin –elbette- duruşu ve davranışı da farklıdır: Biri ölürken, diğeri öldürürken güler. Ölürken gülmek, kahramanlığın, inanmışlığın, haklılığın ifadesidir; öldürürken gülmek ise kıyıcılığın…
Çiğ suratlı adamlar girdi kahveye
Yüzlerindeki maskeler kadar robot
Rumca arkanızı dönün dediler,
Döndük
Öldürdüler.
(Alışamadığı Gözlerimin III, s.141)
2.1.3.Uluçamgil, çok genç olmasına rağmen, Kıbrıs meselesine günlük endişelerin, öfkenin ve kinin dar penceresinden bakmıyor; meseleyi esaslı bir tarihî perspektife oturtuyor:
Biz Nöron olmadık
Her gittiğimiz yerlere
Camilerimizin yanında
İstanbul’un yıkmadığımız
Ortodoksluğunu götürdük
Bugün o Ortodoksluk
Kadınlarımızı çocuklarımızı öldürmekte
(Damda Yatmışlığım Vardır Benim III, s.66-67)
2.1.4.Kıbrıs Türk’ü bir yandan Rum zulmüne direnirken, bir yandan da sömürgeci İngiliz’in baskılarıyla da bunalmaktadır. Süleyman Uluçamgil’in şiirinde İngiliz sömürgeciliği –neredeyse- Rum terörünün önüne geçecek kadar yer bulmuş; sert eleştirilere uğramıştır. Bunda, şairin daha on dört on beş yaşlarındayken 27-28 Ocak 1958 olaylarına karşı direnenler arasında bulunmuş olmasının da etkisi olsa gerektir.
2.2.Türklük
2.2.1.Süleyman Uluçamgil, Türkçüdür; Kıbrıslısıyla, Kerküklüsüyle Türk milletinin büyük bir aile olduğuna ve “bir tek vatana” inanır. Ona göre, Türklük, “içinde aynı suların aktığı, dudaklarında aynı kumların bulunduğu, ana sütünden bir dili konuşan, yani harcı çok sağlam bir topluluktur, “millet”tir. (bak. s.69)
Hele Anadolu’da yaşayanlarla Kıbrıslı Türkler arasında hiçbir ayrım yoktur: “Sanma ki ayrıdır adımız sanımız / O Memedse ben Amedim” (Damda Yatmışlığım Vardır Benim IV, s.70).
2.2.2.Mehmet’le Ahmet, aynı dili konuşurlar, tercüman kullanmalarına gerek yoktur. Onlar birbirleriyle “dilmaçsız” konuşup anlaşırlar ve onlar birbirlerini ölünceye kadar severler: “Ben benimle dilmaçsız konuşan / İnsanları seveceğim ölene kadar” (Gönül Memleketim, s.102) Anadolu Türkleri ile Kıbrıs Türkleri göbek bağıyla bağlı, kimlikleri ve kişilikleri aynı olan iki kardeştir; onların göbeğini Beşparmak dağı kesmiştir. Bu, ana ile çocuğu birbirinden ayırmaktır:
Sen mi kestiydin
Kopalı beri kişiliğe eş göbeğimizi öbek öbek
Sen mi kestiydin Beşparmak.
…
O,
Dalları, toprağına taşına
Moruna
Sarkık çamlarınla
Bıçak olmuşsun Beşparmak
Kestin beni.
Kestin beni…
(Damda Yatmışlığım Vardır Benim II, s.64)
Süleyman Uluçamgil, aynı dili konuşmanın ne kadar önemli olduğunu çok iyi kavramış olan bir genç aydındır. “Kimse bilmez onları ben bilirim / Denizler dağlar ötesinden / Anam sütünden bir dil var konuşulur” (Damda Yatmışlığım Vardır Benim IV, s.69). Türkiye’de konuşulan Türkçe ile Kıbrıs’ta konuşulan Türkçe arasındaki fark, biri “ölürken”, diğerinin “ölürkana” demesinden ibarettir. (Kıbrıs-Türkiye, s.57)
2.2.3.Bu insanlar aynı sınırlarda, aynı amaçlar için çarpışmıştır: “Üç yüz yıl buradan da Memedler Hasanlar / Tuna’ya Yemen’e Kafkaslara gitti” (Atatürk’e, s.78)
2.2.4.Kıbrıs Türkleri, fetih yıllarından beri bu topraklarda yaşayan, nereden geldiğini, nereye mensup olduklarını her zaman aklında tutan ve ona göre yaşayan, “dört yüz yıl önce güneşe pencereleri(ni) açan” (s.78) insanlardır.
(Devamı var)
[1] Kanlı Noel’in hemen ardından, tıpkı 1. Dünya Savaş’ında (1914-18) Çanakkale’ye koşan yükseköğrenim gençliği gibi Kıbrıslı üniversite öğrencileri de yurdun en duyarlı bir bölgesini savunmak üzere Dillirga’ya (Erenköy) çıkarlar ve arkada şehitler bırakarak iki yıl sonra bir vapur gönderilip Türkiye’ye geri alınırlar. (Mart 1964-Şubat 1966)
[2] Gazeteci Ömer Sami Coşar (1919-1984), 19 Ağustos 1964 tarihli Milliyet Gazetesindeki “Mücahitlerden Portreler” başlıklı yazısında şu bilgileri veriyor: “Birkaç gün sonra da (bir önceki paragrafta 21 Temmuz 1964 tarihinde Ahmet Altan Kamil’in şehit olduğunu belirttiğine göre, yazar, Süleyman Ali’nin şehit düştüğü tarihi karıştırmış olsa gerektir.) mücahidler, arkadaşlarından Süleyman Ali ile Salahi Ahmed’i kaybediyorlardı. Bunlar da bir Rum tuzağına kurban gidiyordu. Salahi Ahmed, Ankara Tıb Fakültesinin ikinci sınıfından koşmuştu cepheye. Süleyman Ali; İstanbul Hukuk Fakültesinin ikinci sınıfından… Şair, mücahid… 21 Aralıkta başlayan ilk çarpışmalarda Girne dağlarında ona raslamış, resmini çekmiştim. Barış Gücü gelince dönmüştü İstanbul’a derslerine. Fakat ortalık karışıp daha büyük tehlike belirince, yol parası temin edebilmek için kitaplarını, bir takım elbisesini satmış inmiş güney kıyılarına, geçmiş Erenköy’e, sarılmıştı tekrar silaha.”
[3] 21 Temmuz 1964’te Bozdağ’ın susuzluktan kavrulmuş topraklarını kızgın güneş altında arşınlarken albenili biçimde ambalajlanmış o paketi bulur Süleyman, can sıkıntısı dağılır. Kim bilir o güzel paketin içinde neler vardır. Paylaşınca ruhu bilinmeyen kişilerin bıraktığı armağana tek başına sahip çıkmasına uygun değildir. Paketi kaptığı gibi Erenköy mücahidi diğer üniversiteli arkadaşlarının yanına koşar. Salahi paketin açılmasını engellemeye çalışır. Ama Süleyman durdurulamayacak kadar hareketli. Paket açıldığında müthiş bir patlama! Süleyman’la Salahi kalleşçe hazırlanan bubi tuzağının kurbanı olur. (Ahmet Tolgay, “Süleyman, Salahi ve Tuncay”, KIBRIS Gazetesi, 27 Temmuz 2004 Salı)
[4]Orbay Deliceırmak, “Sunuş”, Süleyman Uluçamgil Bütün Eserleri, KKTC Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları:15, 1998, s.XIII
[5] Yeğeni Süleyman Şevket’le yaptığımız görüşmede not aldığımız ve daha sonra, Yüksek Lisans öğrencimiz Serda Gül Aslaner’in “dönem projesi” kapsamında Süleyman Şevket’in özel arşivinden kopyaladığışu dörtlük, Zühre Uluçamgil’indir: “Hayat bir nehre benzer, benim ömrüm de / Aktı çarpa çarpa kayaya taşa / Geçti yetmiş üç yıl bir ak su gibi / Coşup bulanmadan geldim bu yaşa.”
[6] Orbay Deliceırmak, a.y., s.XIII.
[7] Özker Yaşın’ın bu şiiri, 8 Ağustos 1964’te uçağının düşmesi sonucu Rumların eline geçip işkenceyle şehit edilen Pilot Yzb.Cengiz Topel için yazılmış ve Edirnekapı Sakızağacı Hava Şehitliğinde toprağa verilişinin ertesi günü, 15 Ağustos 1964 tarihli Bozkurt gazetesinde (No: 2972, s.3) yayımlanmıştır.
[8] Bak: Orbay Deliceırmak, a.y., s.243
[9] Ahmet Tolgay, “Süleyman, Salahi ve Tuncay”, KIBRIS Gazetesi, 27 Temmuz 2004 Salı
[10]“Kendi Vatanında”, Bak.Süleyman Uluçamgil Bütün Eserleri (Haz.: Orbay Deliceırmak), KKTC Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları:15, 1998, s.121
[11] Süleyman Uluçamgil’in şiirlerinden alınan bundan sonraki örneklerde, şiirin adından sonra, Orbay Deliceırmak’ın hazırladığı Süleyman Uluçamgil Bütün Eserleri adlı kitabın sayfa numaraları verilecektir.