1983 yılının o kara 24 Nisan gününü hiç unutmam. Pazar günüydü. Kırşehirspor’un aynı grupta oynayan Kırıkkalespor ile yaptığı lig maçını gazeteci olarak izledikten sonra Kırşehir’e dönüyorduk. Bulunduğum otomobilin radyosundan acı haberi duyduğumuzda dünya başımıza yıkıldı sandık. Yanımdaki banka müdürü Recep Bey (Alaybeyoğlu, rahmetli oldu) radyonun ölüm haberini verdiği Erol’un ağabeyi Hidayet (Güngör) Paşa’nın sınıf arkadaşıydı. Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü’ne atandıktan sonra ailesini almak üzere gittiği İstanbul’da Konya’ya dönmek için hazırlık yaparken kalp krizi geçirerek henüz 45 yaşında, yaşamının en verimli çağında hayata gözlerini yuman 20’nci yüzyılın ikinci yarısında Türk fikir ve düşünce dünyasının parlayan yıldızlarından Prof. Dr. Erol Güngör ise benim sınıf arkadaşımdı.
Erol Güngör’le ortaokulda başlayan arkadaşlığımız liseyi bitirinceye kadar altı yıl tarihî Kale Höyüğü üzerindeki okulun aynı sıralarında geçti. Numaralarımız da birbirine yakındı. Ortaokulda onun numarası 169, benimki 180, lisede onunki 609, benimki 612 idi. Öğretmenlerimizin not defterindeki numara sırasına göre çok kez arka arkaya, ya da ikimizi birden tahtaya kaldırdıkları olurdu.
Ortaokula başladığımız günden itibaren Erol’la en büyük ortak noktamız okumaya düşkünlüğümüz oldu. “Halkevi Kitapsarayı” okul dışı saatlerde en çok uğradığımız mekândı. Bir de Kapıcı Camii karşısında “Hâkim Nami Bey’in Konağı” diye bilinen üç katlı ahşap evin en üst katındaki Türk Milliyetçiler Derneği’nin kütüphanesi yaşamımıza yön veren kültür hazinelerinden biri olmuştu.
Erol’ların Aşağı Pazar Yeri’nde Kayabaşı Mahallesi girişindeki Kayadeğirmeni yanında bulunan iki katlı kerpiç evleri de sıkça bir araya geldiğimiz diğer mekândı. Çünkü evleri beni cezbeden kitaplarla doluydu. Nuranî ve güleç yüzlü, pamuk gibi beyaz top sakallı Hacı Osman Efendi torunu Erol’la birlikte biz arkadaşlarına da büyük sevgi gösterirdi. Erol dedesinin lâkabını kimi yazılarında “Hacıhâfızoğlu” olarak takma ad olarak kullanmıştı.
İLK HOCASI LÜTFİ İKİZ’Dİ
Erol’un yetişmesinde ailesi dışında en etkin rol oynayanlardan biri Lütfi İkiz, diğeri de o yıllarda İstanbul ve Ankara gazetelerinin Kırşehir bayiliğini yapan kitapçı Kemalettin Şenocak’tı. Erol ilk milliyetçi fikirleri Lütfi İkiz’den almış, eski yazıyı ve Osmanlıca’yı ondan öğrenmişti. Türkocağı’nın Ankara’daki merkezinde bir süre görev yaptıktan sonra Konya Yazma Eserler Kütüphanesi’nde uzun yıllar hizmet veren, emekliye ayrılınca Konya’ya yerleşen, neden sonra Kırşehir Halk Kütüphanesi’ne de adı verilen Lütfi İkiz yakın zamanda rahmete kavuştu. Lütfi İkiz kardeşim Tuncer’in de kayınbiraderiydi. Koyu milliyetçi ve aşırı bir mason düşmanı olan ve hayran olduğu milis generali Cevat Rifat Atilhan’ın farmasonlukla ilgili bütün eserlerini bize okutan Kemalettin ağabey ise 1950’li yılların sonlarından itibaren Ankara’da “İslâm” dergisini -ki bu seviyeli derginin tam koleksiyonu arşivimdedir- çıkararak periyodik dinî yayın alanında büyük çığır açmıştı. Yeri gelmişken her iki büyük insanı rahmet ve saygıyla anıyorum.
Kırşehir Lisesi’nin ilk öğrencileri olan bizlerin öğretmenleri üniversitelerde bile ders verebilecek kadar çok değerli eğitimcilerdi. Fransızca dersimize asıl soyadı Birsen olan “İkinci Yeni” şiir akımının öncülerinden İlhan Berk girerdi. İlhan hoca “Günaydın Yeryüzü”, “Türkiye Şarkısı”, “Köroğlu” adlı şiir kitaplarını kendisi için “sürgün yeri” olarak nitelendirdiği Kırşehir’de öğretmenlik yaparken yayınlamıştı. “Mösyö” lâkabını taktığımız İlhan Berk’e komünist gözüyle bakan milliyetçi öğretmenlerle solcu öğretmenler arasında gizliden gizliye bir mücadele vardı. Milliyetçi öğretmenlerin önderliğini Osman Eken yapıyor gibiydi. Tabiî ki Erol’la ben ve bizimle birlikte hareket eden diğer arkadaşlarımız bu mücadeleden etkilenmiş, abone olduğumuz İlhan Darendelioğlu’nun “Toprak” dergisi etrafında kenetlenip milliyetçiler safında yer almıştık.
FRANSIZCA HOCAMIZ “MÖSYÖ” İLHAN BERK
İlhan Berk’in derslerinde Fransızca metinlerden en güzel tercümeyi Erol yapar, 1995 yılında yitirdiğimiz “İktibas” dergisinin kurucusu ve sahibi, Hizbü’t-Tahrir’den başı birçok kere derde giren, Kırşehir’de sorgu hâkimi olarak görev yapmış Süleyman Nazif Taner’in kızı okul arkadaşı Mukaddes Hanım ile evlenen Ercümend Özkan -ki ortaokulu ve liseyi ikinci sınıfa kadar Kayseri’de okumuştu- Fransızcayı Fransızlar kadar iyi telâffuz ederdi. Fransızca metinleri dikkatli şekilde ve güzel bir yazıyla kara tahtaya yazmak da bana düşerdi. Erol gibi kalbinden rahatsız olan Ercümend’i de Ankara Tuna Caddesi’ndeki dergisinin yazıhanesinde yaptığımız görüşmeden birkaç ay sonra 1995’in ilk ayında kaybettik. Rahmeti bol olsun.
Bodrum’da yaşayan ve kendisi gibi öğretmen eşi Edibe Hanım’ı kaybettikten sonra oğlu Ahmet’le birlikte oturan hocam İlhan Berk’le son olarak ölümünden kısa bir süre önce İzmir Kitap Fuarı’nda karşılaşmıştık. Yapı Kredi Yayınları’nın standında sevenlerine kitaplarını imzalıyordu. Kendimi tanıttım, hatırladı. Aradan uzun zaman geçtiği halde yıllar onu az yıpratmıştı. Kendisine “Hocam, televizyonlar sizi yaşlı gösteriyor” dedim. Memnun oldu, güldü ve “Onlara söyleyeyim de bundan sonra iyi göstersinler” dedi. “Uzun Bir Adam” adlı yaşantısını anlattığı kitabını imzalattım. Kitabın ilk sayfasına ithafen aynen “Öğrenicim Dursun Yadsıman’a sevgiyle…” yazmıştı. İlhan hoca aradan geçen uzun yıllara rağmen soyadımı unutmamış, fakat not defterindeki gibi Yadsıman diye yazmıştı. Bu kitabında öğrencileriyle çekilmiş bir fotoğraf ile Kale Ortaokulu ve Âşıkpaşa Türbesi önünde çektirdiği fotoğraflara da yer vermişti. Kısa bir zaman sonra 28 Ağustos 2008’de yaşama veda etti. 19 yaşında iken ilk şiir kitabı “Güneşi Yakanların Selâmı”nı yayınlamış, 92 yıllık yaşamına 26 şiir kitabı ve şiir üzerine sayısız yazı sığdırmıştı. Şifalı otlar üzerine de bir kitap yazmıştı.
Ölümünden yedi yıl sonra İstanbul’da açılan, kimi eserlerinin de ilk kez satışa sunulduğu “Eğri Çizgi” adlı sergide 51 deseni yer alıyordu. Kim bilir, belki bu desenlerin arasında Kırşehir’le ilgili desenler de vardı.
Bodrum’da Cevat Şakir Mahallesi, Türbe Mezarlığı’nda ebedî uykusuna yatan sevgili İlhan hocama rahmet diliyorum.
KLÂSİK BATI MÜZİĞİNİ ÇOK SEVMİŞTİK
Erol’la bir diğer ortak yönümüz de klâsik batı müziğini sevmiş olmamızdı. Müzik öğretmenimiz ünlü araştırmacı ve müzikolog Veysel Arseven’di. Seçmeli ders olarak ben, Erol ve iki arkadaşımız (Erdoğan Alkan ve Uğur Gürson) müzik dersini seçmiştik. Veysel öğretmen yanında getirdiği kurmalı gramofona büyük taş plâkları yerleştirerek Beethoven, Mozart, Schubert, Chopin, Brahms, Bach gibi büyük bestecilerin eserlerini dinletir, hayatlarını anlatırdı. Diğer arkadaşlarımızı bilmem, ama ben ve Erol böylece klâsik müziğin tutkunu olmuştuk. Hâlen de çalışırken klâsik batı müziği dinlemeyi severim. Veysel öğretmen Kırşehir’deki görevi sırasında Kırşehir’de anlatılan halk masallarını da derleyerek “Türk Folklor Araştırmaları” dergisinde yayınlamıştı.
1955 yılındaki Genel Nüfus Sayımı’nda Kırşehir Lisesi öğrencilerine de görev verilmişti. Benimle birlikte Erol Güngör, Nahit Obrukkaya (Cahit Obruk’un kardeşiydi. Avukat oldu, Ankara’da yaşıyor) ve Ramazan Aközbek (rahmete kavuştu) sayımdan bir gün önce görevlendirildiğimiz Dedeli köyüne gittik ve bize ayrılan bir köy evinde ağırlandık. Ertesi gün, yani Pazar günü bütün köyü ev ev gezerek sayımı yaptık.
Erol liseden sonra İstanbul’a yüksek tahsil yapmaya gitti, ben de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım, sonradan Hukuk Fakültesi’ne geçtim. Birbuçuk yıl kadar “Milliyet”, “Dünya” ve “Tercüman” gazetelerinin muhabirliğini yaptıktan sonra lise mezunlarından yedek subaylık hakkının alınacağı söylentilerinin dolaşmaya başlaması üzerine askerliğimi yapmak için başvurdum.
VEZNECİLER’DEKİ EVİNDE YAPTIĞIMIZ SOHBETLER
İstanbul’da yedek subay olarak askerlik görevimi yaptığım sırada Erol’un üniversitede okurken Kırşehir Lisesi mezunu birkaç arkadaşı (Bu arkadaşlarımızdan Dinçer Sönmez ve Gürbüz Tabar hukukçu oldular. Dinçer savcılık yaptı, Gürbüz de bir ara Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’nde bulundu) ile Beyazıt’taki Edebiyat Fakültesi binasının arkasında bulunan Vezneciler semtinde kiraladığı tek katlı, üstü kiremitli eve sıkça uğrar, kendileriyle sohbet ederdik.
Askerliğimi tamamladıktan sonra Kırşehir’e dönüp “Kırşehir Postası” adıyla ilk gazetemi çıkarmaya başlayınca 27 Mayıs ihtilâlcilerinin atadığı despot valiyle -ki bu vali daha sonra Anayasa Mahkemesi üyeliğine atanmıştı- mücadelemizde Erol gazetemde “Hizmet ve zulüm” başlığı altında bir makale yazarak bize destek vermişti. 1963 yılında “E. Kırşehirlioğlu” imzasıyla çıkardığı ve mânevî hocası M. Lütfi İkiz’e “hürmet ve minnetle” diye ithaf ettiği “Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri” adlı kitabını imzalayıp adresime yollamıştı. Hâlen kitaplığımın en mutena yerinde sakladığım bu kitabı her elime alışımda Erol’u hatırlar, ortaokul ve lise yıllarımızı âdeta yeniden yaşarım.
PROF. MÜMTAZ TURHAN ONA ÇOK GÜVENMİŞTİ
Daha sonra ben Kırşehir’de, Erol İstanbul’da ve sekiz ay gibi kısa bir süre Konya’da mücadelemizi sürdürdük. Ben gazetenin başından ayrılamadığım için Erol’un yanına gidemedim. Ancak onunla Kırşehir’e gelişlerinde görüşebildik. Altı yıl aynı sıralarda birlikte oturmuş bir arkadaşı olarak onun başarılarından gurur duyuyordum. Gerçek bir ilim otoritesi olan hocası Prof. Dr. Mümtaz Turhan onu tanıyınca devam ettiği İstanbul Hukuk Fakültesi’nden ayırıp kendi yanına almıştı. Edebiyat Fakültesi’ni bitirir bitirmez de “Sosyal Psikoloji” kürsüsünü kendisine emanet etmişti. Böylece ilim merdivenlerinde sür’atle ve emin adımlarla yükseldi. İngilizce ve Fransızcayı ana dili gibi bilirdi. Osmanlıcayı ise ana dili kabul ediyordu. Hiçbir kolej, özel okul veya özel ders görmemişti.
Yazar İrfan Atagün bunu merak ettiği için bir gün kendisine sormuştu: – İngiliz ve Fransız dillerini tercüme yapacak kadar nasıl öğrendin? Tebessüm ederek cevap verdi:
– Kendi kendime patron!
Sonra sözlerine şöyle devam etti:
– Kur’ân-ı Kerîm’i bile kendi kendime öğrendim.
– Nasıl?
– Elifbâ’yı ezberledikten sonra… Bir Kur’ân-ı Kerîm aldım, bir de kaset. Kaseti dinleyip takip ediyordum. Böyle böyle öğreniverdim.
MİLLİYETÇİ GAZETELERİN BAŞYAZILARINI EROL YAZIYORDU
Erol Güngör 1961 yılında mezun olduğu İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde doktorasını verdi, 1966-1968 yıllarında Amerika’da Colorado Üniversitesi’nde uzman araştırmacı olarak görev yaptı. 1971’de İstanbul Üniversitesi’nde doçent, 1978’de de yine aynı üniversitede profesör oldu. Society for the Phsycological Study of Social Issues adlı ilmî derneğin Türkiye’deki üyesiydi. Psikoloji ve tecrübî psikoloji alanlarında ihtisasını tamamladı. Uzun yıllar Kültür Bakanlığı Kültür Yayınları Komisyonu üyeliğinde yaptı. Ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’nda din ve ahlâk öğretimi müşavirliğinde de bulundu. Liselerde onun yazdığı ahlâk kitapları okutuldu. İngilizce ve Fransızcadan 10’dan fazla ilmî ve fikrî eseri tercüme etti. Telif eserleri arasında ise psikoloji araştırmalarının yanı sıra “İslâm Tasavvufunun Meseleleri”, “İslâmın Bugünkü Meseleleri”, “Kültür Değişmeleri ve Milliyetçilik” gibi telif eserlerinde Türkiye’nin kültür sorunlarını inceledi, Türk toplumunun Tanzimat’tan bu yana yaşadığı kimlik sorununa ve kültür buhranına parmak bastı. Erol bütün bunları yaparken anarşinin giderek tırmandığı o yıllarda “Yeni İstanbul”, “Ortadoğu”, “Hergün” gibi milliyetçi çizgide yayın yapan gazetelerin başyazılarını da kaleme aldı.
BEŞİR AYVAZOĞLU: “EROL YAŞASAYDI NE YAZARDI?”
Şimdi yazılarını “Karar” gazetesinde zevkle okuduğumuz tanınmış yazarlarımızdan Beşir Ayvazoğlu Erol’la ilgili düşüncelerini şöyle açıklamıştı:
“Erol Güngör’e göre iyi edebiyat ve sanat için güçlü sanatkâr sezgisi yeterli değildi. Öncelikle iyi hazmedilmiş bir klâsik kültür gerekirdi; beşer kültürünün büyük eserleri okunup onlardaki görüş ve meseleler kavranmalıydı. Ayrıca kullandığınız dilin bütün inceliklerine ve zenginliklerine vâkıf olacak, devam ettirdiğiniz, yahut karşı çıktığınız geleneği çok iyi bilecektiniz. Yani çok iyi bir eğitim almış olmalıydınız. Ama bu Türkiye’deki eğitim kurumlarında mümkün değildi. Mevcut bütün kurumlar yazık ki sadece çözülüp dağılan bir kültürün tezatlarını ve sefaletini temsil ediyordu. Türk dilinin en iyi örnekleri olarak bilinen romanlar yazıldıkları tarihten otuz-kırk yıl sonra sadeleştirilerek okuyucuya sunuluyorsa orada bırakın edebiyattan söz etmeyi, aklın varlığından bile şüphe edilmeliydi.
“Erol Bey milliyetçilik, tarih şuuru, millî tarih gibi meselelere kendisinden öncekileri hem özümseyen, hem de onları çok aşan yorumlar getirmişti. Bana sorarsanız bu meseleler üzerinde onun eserlerini okumadan sağlıklı fikir yürütmek mümkün değildir.
“Erol Bey yaşasaydı Türkiye’de Turgut Özal’la birlikte yaşanan büyük değişimi, ömrü boyunca kavga ettiği Demirperde’nin yıkılışı, önümüze apansız seriliveren Türk Dünyası gerçeği, Körfez savaşları, yeni dünya düzeni, medeniyetler savaşı, tarihin sonu ve küreselleşme tartışmaları, 11 Eylûl saldırılarının sonuçları ve son on yılda yaşadıklarımız hakkında acaba neler düşünür, neler yazardı? Doğrusu onun gibi berrak düşünen ve düşündüklerini berrak bir şekilde ifade eden bir bilim, fikir ve kültür adamının bu konulara ve gitgide karmaşıklaşan dünya meselelerine nasıl yaklaşacağını bilmek isterdim.”
“BANA ANADOLU’NUN KALBİNDE GÖREV VERİN”
İrfan Atagün’ün anlattığına göre YÖK Başkanı İhsan Doğramacı 1980 yılında çok önem verdiği üniversitelere kıymetli rektörler arıyordu. Prof. Mümtaz Turhan’ın en seçkin öğrencisi Erol Güngör’ü Ankara’ya davet etti. Kendisini eserlerinden, tercümelerinden ve ilim çevrelerinden iyi tanıyordu. Bu nedenle hemen konuya girdi:
– Sayın Güngör, size Karadeniz Üniversitesi Rektörlüğü’nü teklif ediyorum.
O mütevazı Erol Güngör ciddîyetle cevap verdi:
– Efendim, maalesef kabul edemeyeceğim. YÖK Başkanı belki de coğrafî şartları beğenmediğini zannetmişti.
– Öyleyse Akdeniz’e gönderelim. Erol Güngör gene ciddîyetle aynı cevabı verdi:
– Maalesef oraya da gidemeyeceğim efendim!
Bunun üzerine Prof. Doğramacı merak etti ve sordu:
– Ama niçin?
Güngör Hoca tebessüm ederek şunları söyledi:
– Konya Selçuk Üniversitesi olursa kabul edeceğim. Anadolu’nun kalbinde görev yapmak istiyorum.
“KONYA’NIN EN ÇOK SABAH EZANLARINI SEVERİM”
12 Eylûl 1980 darbesinden iki yıl sonra Devlet Başkanı Kenan Evren’in bizzat seçtiği rektörler arasında Erol Güngör de vardı. Böylece Konya Selçuk Üniversitesi gerçek sahibine kavuşmuştu. Kırşehir’in bu temiz ve dâhî evlâdı Anadolu’ya olan borcumuzu -hepimiz adına- ödemeye koştu. Onun Konya’ya ve Selçuk Üniversitesi’ne yaptıklarını dost-düşman herkesten öğrenebilirsiniz. Hocası Prof. Ayhan Songar’ın dediği gibi ümit dolu, şevk dolu, heyecan dolu idi. Selçuk Üniversitesi’ni kâğıt üstünde bir kuruluş olmaktan çıkartmış, yepyeni, çalışan, işleyen bir müessese yapıvermişti kısa zamanda. Vakıf kurmuş, para temin etmiş, projeler, binalar, enstitüler birbirini kovalamaya başlamıştı. Kendisine duyulan sevgi artık derin bir saygı ve hayranlığı da beraberinde taşıyordu. Milletin sevgilisi, gözbebeği olmuştu. Ona kendi diliyle hitap etmesini, onun dertlerine ortak olmasını pek güzel beceriyordu. Konferans kürsüsünde, gündelik hayatın içinde, çarşıda, pazarda, her yerde halkla beraberdi. Cuma günleri onu camide gören Konyalı “kendinden bir ilim adamı”nı saygı ile selâmlıyor, bağrına basıyordu. Vakarla taşıdığı beyaz rektör cübbesine bambaşka bir itibar ve mâna kazandırmıştı. Onun dâhîce dikkat, sabır ve çalışkanlığı dillere destandı. Rektör olduktan kendisine Konya’da en çok beğendiği şeyleri soran dostlarına “Sabah ezanlarını ve Konya kebabını! Çünkü sabah ezanları çok uzun sürüyor, kırk camiden aralıklarla okunuyor. Kebabının lezzetini de uzun zaman unutmanıza imkân yok, tekrar tekrar yiyorsunuz!” cevabını verirdi.
YORUCU ÇALIŞMALARA HASTA KALBİ DAYANAMADI
Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü’ne atandığında yeni kalp ameliyatı olmuştu, yorucu çalışmalara pek de müsait değildi. Ne yazık ki bu ulvî görev onun yaşamına mal olacakmış. Üniversitedeki yoğun çalışmalarına zaten hasta olan kalbi daha fazla dayanamadı. İstanbul’a ailesini getirmeye gitmişti. Dönüş yolculuğuna çıkmadan bir gün önce hocası Prof. Ayhan Songar’a misafir olmuştu. Eve neşeli dönmüş, rahat bir uyku uyumuştu. Ertesi gün, yani 24 Nisan Pazar sabahı eşi Şeyma Hanım ile hocası Mümtaz Turhan’ın adını koyduğu oğlu Turhan’ı alıp Konya’ya hareket edecekti. “Hadi, siz arkadan gelin. Ben arabayı hazırlıyorum” dedi. Arabasına bindi, fakat kalbi durdu ve koltuğa düştü. Şoförler evine haber verdiler. Hastaneye getirildiğinde her şey bitmişti.
KONYA’DA KIRK CAMİDEN SAATLERCE SALÂ VERİLDİ
26 Nisan Salı günü bütün Konyalılar, Ankaralılar ve İstanbullular Beyazıt Camii’nde toplanmışlardı. Tâ Erzurum’dan, Elâzığ’dan, Sivas’tan bile gelenler vardı. Kırşehir’den giden hemşehrileri bu görülmemiş kalabalık arasında âdeta garip kalmışlardı. Konya’dan kırk otobüsle cenaze merasimine koşanlar o sabah Konya’nın kırk camiinden Erol Hoca için saatlerce salâ verildiğini anlatıyorlardı.
Ahmet Kabaklı “Tercüman” gazetesindeki köşesinde cenaze merasimiyle ilgili izlenimlerini anlatırken “Üniversitede hocalar konuşurken Erol Güngör’e en uzak sanılanlar bile ağladılar. Üniversite kapısından dalgalanır gibi bir cemaat bayraklar ve tekbirler ile Beyazıt Camii’ne yöneldi. Camilere sığmayan bu cemaat dolayısiyle cenaze namazı tarihî meydanda kılındı. Bu mahşerî kalabalığı toplayan sevgiden başka hangi güç veya teşkilât olabilirdi?” diyordu.
Kabrinde rahat uyu sevgili arkadaşım Erol… Bu millet, Türk milliyetçileri seni unutmayacak, ebediyete kadar rahmetle anacaktır. Sen “Kırşehir’den kopan kır çiçeği” olarak sade, samimî kokun ile gönüllerimize buruk sevgiler getirmeye devam edeceksin.